İrfan Aktan
Ertuğrul Kürkçü: İktidar, HDP’yi ‘askeri çözümün’ hedefleri arasına itti
27 Ağustos’ta HDP, Ankara’daki genel merkez binasının hemen yanındaki bir konferans salonunda, son derece sınırlı katılımcıyla ve sönük bir havada 4. Olağanüstü Kongresi’ni yaptı. Zira Anayasa Mahkemesi’nde devam eden kapatma davası nedeniyle önünü göremeyen HDP, bundan sonra bütün gücünü, önümüzdeki günlerde kongresi yapılacak ve ismi değiştirilecek olan Yeşil Sol Parti’de toplayacak.
Kurulduğu günden beri Türkiye siyasetinin en etkili aktörlerinden biri olan HDP’nin geldiği bu durağın tarihsel arka planında nasıl bir örüntü var? AKP iktidarı HDP’ye ve Kürt hareketine karşı yürüttüğü “Çöktürme Planı’nda” muzaffer oldu mu?
HDP Onursal Başkanı Ertuğrul Kürkçü’yle yaptığımız kapsamlı mülakatın ilk bölümünde AKP’nin daha çözüm sürecinde simülasyonunu yaptığı söylenen “Çöktürme Planı’nda” varılan noktayı, Hakan Fidan’ın geçtiğimiz günlerde yaptığı Bağdat ve Erbil seyahatlerinin bağlamını ve anlamını konuştuk.
Kürkçü’yle mülakatımızın yarınki bölümündeyse HDP’nin bu süreçte nasıl bir sınav verdiğini, Türkiye sol-sosyalist hareketlerle Kürt hareketi arasındaki ilişkilerde gelinen noktayı, yapılan hataları, eksiklikleri ve özeleştiri sürecini okuyacaksınız.
- Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın Irak seyahati üzerine “Bağdat’ta ‘anti-Kürt pakt’ arayışı” başlıklı bir yazı yazdınız. “anti-Kürt pakt” denince akla Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında imzalanan 1937 tarihli Sadabat Paktı geliyor. Çünkü Sadabat Paktı’nın 7. Maddesi’nde “Bağıtlı taraflardan her biri kendi sınırları içinde diğer bağıtlı tarafların kurumlarını yıkmak, düzen ve güvenliğini sarsmak veya politik rejimini bozmak amacıyla silahlı çeteler, birlikler veya örgütlerin kurulmasını ve eyleme geçmelerini engellemeyi yükümlenir” deniyordu. İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte Sadabat Paktı fiilen hükümsüz kalsa da, Türkiye’nin başını çektiği anti-Kürt mutabakatın sonradan CENTO’ya (Central Treaty Organization; Merkezi Antlaşma Teşkilatı) dönüşen 1955 tarihli Bağdat Paktı’yla devam ettiği biliniyor. Fidan’ın Bağdat-Erbil seferini bu açmazdan çıkışa yönelik olarak okuyabilir miyiz?
Kürdistan’ı paylaşan devletlerin genetiğinde anti-Kürt ittifak eğilimi var. Bu bir doğum lekesi ve o günden beri varlığını sürdürüyor. 1918-1922 arasında dünya yeniden paylaşılırken Kürdistan’ın esasen Türkiye, İngiltere ve Fransa arasında bölüşüldüğünü söylemek daha doğru olur. O yıllarda Suriye Fransa, Irak da İngiltere nüfuz bölgesi içinde yer alıyordu. Bu genetik miras daha sonra kurulan Suriye ve Irak devletlerine de bu şekilde aktarıldı. Solun daha iyi bildiği bir örnek de bu meseleyi anlamayı kolaylaştırır. Fransa-Almanya savaşı sırasında, Fransa teslim olurken Paris Komünü (1871) ayaklanması patlak verince, Fransa ve Almanya mütareke ilan edip Versay’ın Paris Komünü’nü bastırmasını sağlamış, kozlarını sonra paylaşmışlardı. Onun gibi, Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkını boğmak üzere 1930’larda Kürdistan’ı paylaşan devletler arasında varılan anlaşma belli dönemlerde sarsılsa da her seferinde yeni bir modelle devam edebiliyor. Dolayısıyla evet, Hakan Fidan’ın temaslarını bu bağlamda okumak doğrudur.
- Peki Türkiye bu mutabakatı kurmak için neden şimdi harekete geçti?
Çünkü şu anda silahlı kuvvetlerini güçlendirmiş, Kürtlerle savaşta büyük deneyim kazanmış bir devlet olarak Ankara, yeni koşulları kısmen bölge devletlerine dikte etmeye çalışıyor. Türkiye kendisinde bu mutabakatı dikte etme hakkı olduğunu düşünüyor.
TÜRKİYE VE SURİYE’NİN YİNE BİRBİRLERİNE İŞLERİ DÜŞEBİLİR
- İran, Irak, Suriye ve Türkiye arasındaki dörtlü anti-Kürt ittifak 2003’te ABD’nin Irak işgaliyle bir ayağını, Suriye iç savaşı sırasında Rojava’nın özerkleşmesi üzerine de ikinci ayağını kaybetti. Bölgesel dinamiklere ve koşullara bakıldığında Türkiye açısından yeni bir anti-Kürt mutabakatın sağlanması mümkün mü?
Beşar Esad’ın Kürtlerin DAİŞ’E karşı kazanımlarını tanımayı reddettiğini ve Suriye egemen güçlerinin bir sonraki raundu Rojava’nın kazanımlarını geri almaya yönelik bir mücadele olarak tahayyül ettiğini göz önünde tutarsak, evet, Türkiye ve Suriye’nin yine birbirlerine işleri düşebilir. Esad’ın son dönemki demeçleri, Türk kuvvetlerinin Suriye’yi terki halinde eski ilişkilere dönmeye hazır olduğunu gösteriyor.
- Bu durumda Türkiye’nin, Şam’ın Rojava’ya saldırması karşılığında Suriye topraklarından çekilmeyi kabul etmesi pek olasılık dışı görünmüyor…
Türkiye zaten sahadaki gerçekler karşısında şu an işlemese de uluslararası hukuk uyarınca er veya geç oralardan çekilecek. Yoksa örneğin Türkiye’deki İçişleri Bakanlığı’na bağlı bir “Êfrin Kaymakamlığı”nın mevcudiyeti akla sığacak şey midir? Bu devletler hukukunun her bir maddesinin çiğnenmesi demek. Fakat Türkiye askeri kapasitesinin yeteceğini gördüğü an Rojava’nın coğrafi sürekliliğini kırmak üzere ABD’nin boşalttığı alanlara girdi. Bunları da ABD ve Rusya’nın rızasıyla yaptı. Şu an Türkiye’nin Irak ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin egemenlik alanında da kızamığın bir çocuğun bedenini sarması gibi çoğalan kırmızı noktalar halinde tesis ettiği askeri üslerle Kandil çevresine yığınak yapıldığını görüyoruz. Türkiye bu “de facto” statüyü daimileştiremeyeceğini belki görüyor ama Kürtler arasındaki farklılıklara oynayarak bu alanlardaki hakimiyetini egemen devletlerinkiyle birleştirebileceğini düşünüyor. Her yolu deniyor; denemesi de bedava!
ANKARA KENDİ BAŞINA GİDEBİLECEĞİ BÜTÜN YOLLARI KATETTİ VE YOLUN SONUNA GELDİ
- Neden?
Çünkü önünü kesen bir güç yok; Ankara NATO güvenlik şemsiyesi altındaki işlevlerini yerine getiriyor. Ayrıca Türkiye Kürt hareketinin ima ettiği özgürlükçü ufuk karşısında Batı’nın merkez güçleri adına küresel jandarmalık rolünü oynamaya da teşne olduğunu göstermeye çalışıyor.
- Peki Türkiye bu konuda ne kadar yol katetmiş durumda?
Ankara’nın kendi başına gidebileceği bütün yolları katettiğini ve o yolların sonuna geldiğini düşünüyorum. Bundan sonra bu yönde uluslararası ve yerel ittifaklar olmadan ilerleyemez. Peki bu ittifaklar kurulabilir mi, kurulması halinde ilerlenebilir mi, göreceğiz. Türkiye statükosunun bölgeye yerleşmesi ve buna diğer güçlerin razı olması karşılıklı ekonomik ve siyasi menfaatlere göre belirlenecek. Hakan Fidan’ın Bağdat görüşmelerinde de gördük; masaya konulan mesele sadece “güvenlik” değil, bunun karşılığında su, petrol ve dış ticaret konusundaki avantajlar, uluslararası piyasalara açılan mahreçler ve bunlarla bağlantılı ballı ikramların mümkün olduğu hatırlatıldı.
ANKARA KÜRTLER ARASI İHTİLAFLARI İMKAN OLARAK DEĞERLENDİRMENİN SİMÜLASYONUNU YAPIYOR
- 2013-15 arasındaki çözüm süreci devam ettirilseydi, bölgesel düzeyde Türkiye’nin etki gücü yine artmış olmayacak mıydı?
Ankara Çözüm sürecinde Kürtlerin kendi kendilerini yönetme, kaderlerini tayin yönündeki eğilim ve güçlerinin Türkiye’deki egemenlik çerçevesinin bütün terimlerini değiştirmekte olduğunu idrak edince, çözümün esasen Ankara’daki iktidarın pekişmesine değil Kürtlerin yükselişine yol verdiğine kanaat getirdi. Kuzeyde yükselen hareketle baş edebilmek için onların ulaşabileceği bütün milli imkân ve kabiliyet alanlarına müdahale etmek zorunda olduğuna hükmetti. Sonuçta, Ankara aralarındaki coğrafi, tarihi, siyasi farklılıklar ve bölünmeler ne olursa olsun Kürdistan’ın tüm parçalarına hâkim olunmadan Kuzey Kürdistan’a hâkim olunamayacağı varsayımına dayanan bir strateji belirlendi. Böylece 2015-2023 arasında, tam sekiz yıl boyunca, içeride “çöktürme harekatı” olarak formüle edilen ayaklanma bastırma operasyonunu da kapsayan bir bölgesel strateji devreye sokuldu. İçerideki strateji belli bir noktaya geldi ve Türkiye askeri açıdan yapılabileceklerin sınırına vardı. Fidan bundan sonrası için Irak ve Suriye devletlerine bu konuda ortaklık teklif ediyor. Ankara, bu süreçte Irak ve Suriye’de Kürtler ve diğer milliyetler arasındaki farklılıkları ve Kürtler arasındaki fiili ya da potansiyel ihtilafları da bir imkân olarak değerlendirmenin simülasyonlarını yapıyor.
HAKAN FİDAN’IN KÜRDİSTAN’DAKİ FOTOĞRAFLARI YEREL SEÇİMLERDE KÜRTLERE SERVİS EDİLECEKTİR
- Fidan’ın Irak’taki “araştırması” sizce nasıl sonuçlandı?
Dışa yansıdığı kadarıyla Fidan, Bağdat’tan muğlak bir yanıt aldı. Görüşme sonrası ortak açıklamada Fidan açıkça “PKK terörü”nden dem vurur ve “virüs temizlemek”ten söz ederken Irak liderleri Anayasa’ya atıfta bulundular, Kürdistan liderleri de muhtemelen “şüyuu vukuundan beterdir” diye düşündüklerinden ya “terör” lafını ağızlarına bile almadılar, ya da “her türlüsü”ne yönelik dolambaçlı cümleler kurdular. Ancak Güney liderleriyle birlikte yer aldığı fotoğraflardaki mekânlar ve heyetlerde dünya kamuoyu önünde hükümetinin “anti-terör” konseptini ortaya koyarken Fidan’a, muhataplarının kendisine “yanlış düşünüyorsunuz, yaklaşımlarınıza katılmıyoruz” denmemesi de yetiyordu. Sonuç olarak Fidan’ın Bağdat ve Erbil ziyaretlerini, gelecekteki sınır ötesi etkinlikleri nasıl sürdüreceklerini belirlemeye yönelik bir “keşif harekatı”, Davutoğlu’nun meşhur ifadesiyle “istikşafi” temaslar olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bu temaslar sırasında verilen fotoğraflar da, önümüzdeki yerel seçimlerde elbette Kuzeyde Kürtlere servis edilecektir.
- Nasıl yani?
Kürdistan Bölgesel Yönetimi bayrağı önünde Fidan ve Kürt liderlerle çekilmiş dostane görüntüler Türkiye’nin aslında tüm Kürtlere değil, onların devrimci olanına düşman, diğerlerine karşıysa dostluk ve ortaklık arayışı içinde olduğunun, Irak statükosu içinde yer edinmiş Kürtlere değer verdiğinin göstergesi olarak dolaşıma girecek. Yerel seçim sürecinde Fidan’ın Barzaniler ve Talabaniler ile aynı karede yer aldığı görüntüler üzerine Erdoğan’ın ünlü tabiriyle "ama montaj, ama şu, ama bu…" lazım gelen her çeşit vaat ve söylemler elbette bindirilecek. İktidar açısından yığınaklar hem kısa hem uzun vade gözetilerek sürdürülüyor.
ANKARA AÇISINDAN ESKİ OSMANLI HİNTERLANDINA DÖNME HEVESİ BAKİ
- Uzun vadeli plan Irak ve Suriye’de de Kürtleri kendi boyunduruğu altına almak mı?
“Türkiye yüzyılı” denirken bir bölgesel hegemonya emeli dile getirildiğinden kim kuşku duyabilir? Elbette, Ankara açısından eski Osmanlı hinterlandına geri dönme hevesi baki. Ama iktidarın yakıcı, aktüel meselesi, isyan halindeki Kürtlerin ezilmesi. Çünkü sekiz yıldır her türlü baskı ve şiddet uygulamasına karşın Kürt hareketiyle baş edilemedi. Bir genelkurmay düşünün ki, tek bir isyancıyı öldürmek için bile, bırakın SİHA’yı, F-16 kaldırıyor! Bu, aynı zamanda böylesi muazzam bir savaş harcamasını göze almayı gerektirecek kadar ciddi bir başkaldırının da sürmekte olduğunun ifadesi değil mi? Bu çapta bir harekât daha ne kadar sürdürülebilir? Türkiye’de Kürtlerin yaşam alanlarını tamamen militarize eden, Kürtlerin yaşadığı illerin bütün sakinleri için “doğal” ve “normal” hayatı tamamen sona erdiren ve ülkenin batısına da sirayet ettirmeksizin edemeyen bir devlet yönetimi ne kadar sürdürülebilir?
- Sürdürülemez mi?
Hakan Fidan’ın temaslarının da gösterdiği gibi biteviye sürdürülemeyeceği içindir ki, yeni bir statüko arayışı içine giriliyor. Öte yandan, Ankara’da iktidarın sürdürülmesi açısından şartlar ağırlaşıyor olmasa, iktidar görüntüde bile olsa yüzünü tekrar Avrupa’ya, batıya döner gibi yapmaz, ekonominin başına Mehmet Şimşek getirilmez, IMF’siz IMF programları uygulanmazdı. Sınırlara gelindi artık. O yüzden iktidar birden çok seçeneği araştırıyor.
HENÜZ MÜCADELENİN ORTASINDAYIZ, ÇÖKTÜRME PLANI TEREYAĞINDAN KIL ÇEKERCESİNE HALLEDİLEMEDİ
- Bu seçenekler içinde Kürt sorununun demokratik çözümü de var mı sizce?
Hayır. Bütün bu şartlara karşın Türkiye’nin egemenleri 2013-15 arasındaki çözüm perspektifinin bütün terimlerini yakmayı, çöpe atmayı benimsedi. Ancak bu da Ankara’yı öyle bir ikilem içine sokuyor ki, Kuzey’deki isyanı bastırabilmek için diğer parçalardaki Kürtlerin tamamını boyunduruk altına almak, Türkiye’de savaş demeyi bile reddettiği, “yerel” addettiği bir “güvenlik” meselesiyle başa çıkmak için yabancı topraklarda uluslararası bir harekâta yönelmek zorunda kalıyor. Bunun içinse İskender’in ordularını seferber etmesi türünden bir emperyal atağa kalkması ve bunun icap ettirdiği kaynaklara ulaşması gerekir. Oysa olanakların sınırı ortada.
İKTİDAR HDP’Yİ ÇATIŞMANIN DİĞER KUTBUNA, ‘ASKERİ ÇÖZÜM’ÜN HEDEFLERİ ARASINA İTTİ
- İktidarın, Kürt hareketine karşı Sri Lanka’nın Tamillere yönelik bastırma harekâtına benzer bir “Çöktürme Planı”nı, üstelik daha çözüm sürecinde hazırlandığı 2016 yılında kamuoyuna duyurduğunu, daha sonra icra edilen savaş politikalarının da bu plan çerçevesinde gerçekleştirildiğini söylemiştiniz. 7 Haziran 2015’te AKP’yi iktidardan düşüren HDP’nin daha sonraki gerileyişine, özellikle de son seçimlerdeki başarısızlığına bakıldığında Çöktürme Planı’nın hedefine ulaştığını düşünüyor musunuz?
Hayır, henüz mücadelenin ortasındayız. “Çöktürme Harekât Planı”nda öngörülenin aksine işlerin tereyağından kıl çekercesine halledilemediği, harekatın çöktürmek bir yana çok güçlü bir direnç ürettiği görüldü. HDP açısından bakacak olursak; bir kere HDP savaşın tarafı değildi. Dolayısıyla ayaklanma bastırma faaliyetinin öbür kutbunda HDP’nin yer alması gerekmiyordu. Ama evet, HDP bu mücadelenin üzerinde sürdüğü ve mücadeleden doğan bütün dinamikleri siyasi olarak değerlendiren ve demokratik çözüm yollarını zorlayan bir politik güçtü de. Ne var ki, iktidar buna bile tahammül edemeyip HDP’yi çatışmanın diğer kutbuna, “askeri çözüm”ün hedefleri arasına itti. HDP mevzuata, yasaya ve diğer demokratik teamüllere bağlı bir siyasi parti olduğu halde elleri ve ayakları arkadan bağlanmışken, karşısında da tüm silahlarını ve nihayet “beşinci kol”unu da kullanan bir kuvvetle karşı karşıya getirildi.
2015’TEN BERİ HDP’NİN TOPLAM SEÇMEN ÇEKİM GÜCÜ AYNI DÜZEYDE
- HDP’nin 2023 seçimlerinde uğradığı “hayal kırıklığı”nı, oylarındaki dramatik düşüşü bu bağlama mı koyuyorsunuz?
Az önce anlattığım nesnel hakikat yerli yerinde dururken sekiz yıldır sanki iktidar blokuyla eşit koşullarda bir mücadele olmuş da, HDP boyunun ölçüsünü almış gibi bir değerlendirme tarih dışı bir okuma olur. 2015’ten bu yana Türkiye’deki genel seçimler ve referandumları izleyen Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi ve AGİT gözlem heyetlerinin bütün raporlarında üzerinde birleştikleri bir temel tespiti hatırlatmakla yetiniyorum: “Seçimler eşitsiz, gayri nizami bir sahada gerçekleşiyor”. Ayrıca HDP’nin oylarında dramatik bir düşüş olduğunu da düşünmüyorum. Ama evet, HDP yerinde sayıyor.
- Ne zamandan beri?
Aşağı yukarı Kasım 2015’ten beri HDP’nin toplam seçmen çekim gücü aynı düzeyde. Parlamentoda tuttuğu yer de hakeza öyle. Fakat şunu gözden kaçırmayalım ki, Çöktürme Harekâtı’nın hedefi arasında 10-15 bin ölü, 300 ila 500 bin arasında göç, binlerce yaralı olacağı öngörülmüştü. Bir devlet düşünün ki, 10-15 bin arasında yurttaşını öldürmeyi bir kamusal görev olarak önüne koyabiliyor. Nitekim 2016-2017’de bu planda öngörülenin misliyle gerçekleştiğini Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği raporunda hava fotoğrafları ve nüfus kayıtlarıyla ortaya konuldu. Bu kadar insan kaybına, moral ve siyasi kayba rağmen Kürtler “partileri” arkasında durmaya devam etti. Ama aynı halk, oy kullanırken rejime boyun eğmediğini göstermeye yetecek kadar oyu “kendisine” verirken, kent savaşlarını ve burada uğranılan kayıpları aklında tuttuğunun anlaşılmasını sağlamaya yetecek kadarını da kendisine sakladı.
HALK, ‘DEVRİMCİ HALK SAVAŞI’ STRATEJİSİNİN GEÇERLİLİĞİNİ SORGULADI VE BUNUN TATBİKATINI ONAYLAMADIĞINI BELLİ ETTİ
- Nasıl sakladı?
Çözüm süreci sona ererken “özerkliği fiilen hayata geçirme” hedefiyle ilan edilen “devrimci halk savaşı” stratejisinin geçerliliğini sorguladı ve bunun tatbikatını onaylamadığını belli etti. Bu stratejinin doğruluğunu sorgulayan halkın düşüncesini ifade etmek için elinde kalan tek araç oyuydu. O süreçte halk seçimlere coşkuyla değil, bir görev ifası olarak yaklaştı. Haziran 2015’te yakalanan momentumun kısmen arkada kalmasının bir nedeni de buydu.
- Peki sizce HDP yalnızlaştı mı?
HDP’nin yanında en kararlı yurtsever kesimler durdu, diğerleri ise Kasım 2015’ten başlayarak “sopalı seçimlerle” kerte kerte caydırıldı. Ayrıca HDP önderliğinde yer alıp şu an cezaevlerinde bulunanları, sürgüne gidenleri, demoralize olan ve siyasete yeniden kazanılamayanları unutmayın. Bütün bunlara rağmen dramatik bir geriye gidişin değil, ancak, evet, yerinde saymanın söz konusu olduğunu görüyoruz.
İNSANLAR ARTIK SANDIĞA, BUNU BİR ONUR İSYANI SAYDIKLARI İÇİN GİDİYOR
- Yani ortada bir başarısızlık olmadığını mı söylüyorsunuz?
Evet. HDP’nin çıplak elle karşı koymak dışında bir seçeneğinin olmadığı bunca devlet terörüne karşın bulunduğu nokta, bütünüyle gayri nizami koşullarda cereyan eden seçimlerde uğranılmış bir başarısızlık değil, ancak yerinde sayma olarak nitelenirse adilane olur. Her yerel seçimde yüzlerce belediyeyi yüzde 70’e yakın destekle kazanıp, kayyım işgaliyle elden çıkarmak zorunda bırakılan bir partinin seçmenlerinin sandığın bir siyasal imkân olduğuna inancını yitirmesi ve sırtını dönmesi doğal bir tepki olurdu. Kaldı ki, insanlar artık sandığa bir seçim olduğu için değil oy kullanmayı bir onur isyanı saydıkları için gidiyor.
- Peki HDP kadrolarının bu sürecin telafisi için gerekli mekanizmaları çalıştırdığını düşünüyor musunuz?
Siyasi deneyim, perspektif, verim alma, örgütlenme açısından da HDP’nin inanılmaz bir basınç altında kaldığı gerçeğini görmeyelim mi? Neredeyse her hafta Cuma namazından sonra polis HDP’li avına çıkıyor. Her yerde Cuma günleri gözaltına alınan parti il-ilçe örgütü mensupları hafta sonlarında sorgudadır; salı-çarşamba günleri bir kısmı hırpalanmış olarak serbest bırakılır, bir bölümü tutuklanır. Dolayısıyla başlatılan her telafi atağı bu operasyonlarla ortasından yarılarak sonuç alıcılıktan uzaklaşıyor.
KÜRTLERİN MÜCADELESİNİN NASIL SEYRETTİĞİ KONUSUNDA HDP BİRİNCİL SÖZ SAHİBİ PARTİ DEĞİL
- Peki tüm bu baskılara karşı büyük bir siyasi manevra yapılabilir miydi?
En büyük manevrayı yapacak olanın HDP olmadığını düşünüyorum.
- Kim peki?
- Biz Kürtlerin büyük mücadelesinin orta yerinde, bu mücadeleyi Türkiye’nin diğer muhalefet güçleriyle birleştirmeye çalışan bir partiyiz. Kürtlerin büyük mücadelesinin nasıl seyrettiği konusunda HDP birincil söz sahibi parti değil; bunu herkes biliyor. Dolayısıyla büyük mücadelenin bütün sonuçlarından etkilenmek ama bunun nedenleriyle elinde olmadığı halde başa çıkmak zorunda kalmak ve bunun için hesaba çekilmek başlı başına bir paradoks.
- Dolayısıyla HDP’ye yönelik eleştirileri haksız mı buluyorsunuz?
Hayır, HDP’yi eleştirirken adil olunmalı diyorum. Çoğul öznelerin rol aldığı, çoğu zaman eş güdümsüz süre giden etkinliklerin bileşkesi olarak ortaya çıkan sonucun bütün faturasını HDP’ye çıkartamayız. Sahada hareket halindeki kuvvetlere ve HDP’nin bu sahadaki rol ve gücüne baktığımızda; 2013-14’te önü siyasi bir mütarekeyle açılmış olan bir partinin, bir anda mütarekenin taraflarının yeniden tutuştukları harbin ortasında tam anlamıyla kendi etrafında birleşmiş olmayan toplulukları sevk ve idare etmek zorunluluğuyla karşı karşıya kaldığını görürüz. Bu koşullara bakmadan “HDP o seçimde bu kadar çok, şu seçimde ise bu kadar az oy aldı, demek ki az aldığı seçimde işini yapmadı” basitliğinde bir akıl yürütmeye değerlendirme ya da eleştiri diyemezsiniz.
DAHA ÖZELEŞTİRİYE GELEMEDİK, İTHAMLARI DEFETMEKLE UĞRAŞIYORUZ
- HDP’nin ilk yıllarındaki hızlı yükselişinin ana kaynağı neydi sizce?
HDP’nin 2015’teki yükselişi, bütün parçalarda Kürt direnişinin yükseldiği ve Türkiye’de elverişli bir siyasal iklimin var olduğu ve rejimin de kısmen yol verdiği bir dönemin eseriydi. Devlet “Gezi ve Kobanê direnişleri münasebetiyle vatanın bütünlüğü tehlikededir; ayaklanma bastırma önlemlerine başvuruyorum” diyerek alenen harbe girişince de mücadelenin terimleri dramatik bir değişime uğradı. Unutmayın, Türk medyasının amiral gemisinin “PKK’liler ne kadar da güzel gitar çalıyorlar” diye sayfalarca röportajlar yayınladığı bir dönemden, “Selahattin Demirtaş teröristtir, idam edilsin” demeçlerine yer verdiği bir döneme sadece birkaç yıl içinde geldik.
- Ortaya çıkan sonuçlar çoğunlukla HDP dışı aktörler nedeniyleyse, HDP neden özeleştiri süreci başlattığını duyurdu?
Daha özeleştiriye gelemedik, ithamları defetmekle uğraşıyor ve hakiki bir özeleştiri zemini kurmaya çalışıyoruz. Elbette, “bir seçim mücadelesine giriyoruz ve başarı ölçümüz şudur” demiş ama o ölçüyü yakalayamamışsak, “niçin” diye sorulacaktır. Bizim de buna karşı mutlaka doğru ve sorumlu bir yanıtımız olmalı.
Yarın: Türkiye sosyalistleriyle Kürt hareketi nasıl yol alacak? HDP-Yeşil Sol Parti’deki özeleştiri süreci hangi aşamada?