Ragıp Zarakolu
Ez lıvırım
24 Ocak 2012 tarihinde Kandıra cezaevinden bir yazı yollamıştım Evrensel’e, "Benimle dayanışma içinde olanlara teşekkür ederim. Ama benimle dayanışma içinde olmayın yalnız!
‘Acımasız bir kuşatma altında olan Kürt halkıyla ne kadar dayanışıyorum’ diye sorgulayın kendinizi, ‘Ne kadar seviyoruz onları’ diye düşünün, O yoksullukları o çaresizlikleri ve cehaletleri ile... Yalnız ölü olana değil, diri olan, yaşayanı da sevin... Zor günlerden geçiyoruz" diye yazmıştım. (Beteri geldi!)
Beni de şaşırtan güçlü bir dayanışma yaşadık, birlikte tutuklandığım Prof. Dr Büşra Ersanlı ile. Bunun sonucu, ben tutuklandıktan 5 ay sonra daha mahkeme başlamadan bırakıldım, Büşra hanım ise, mahkeme başladıktan 8 ay sonra. İlk uluslararası akademik dayanışma ağı da o zaman oluştu.
Alınmamız da bırakılmamız da tamamen politik konjonktüre bağlıydı. Şimdiki kitlesel tutuklamalar gibi. Bir çeşit siyasal rehine konumundaydık. Ve bizim üzerimizden entelijansya ya, "ayağınızı denk alın" mesajı yollanıyordu. Legal bir partinin siyaset akademisinin açılış törenine katıldığım için suçlanıyordum ben, Büşra hanım ise orada ders vermekle.
Çok güzel akademik bir dayanışma gelişti. Siyaset akademisinde birçok akademisyen dayanışma için konferanslar verdi parti akademisinde.
200 küsür insanın yargılandığı dava hukuki olarak çöktü sonunda, ama yine siyasal konjonktüre bağlı olarak. Hakimi, savcısı, bizi sorgulayamayan polisi (çünkü bu gayrı meşru tutuklama için ifade vermeyi reddettik poliste) şu anda tutuklu. Bir duvarı kaplayan sergiledikleri üretilmiş, sözde deliller kolleksiyonu maalesef çöpe gitmedi ve hayalet dava hala sürüyor.
2011 yılında "terör örgütüne, yardım ve yataklıkla" suçlandım. Açılışına katıldığım Akademinin, aslında "terör örgütüne militan yetiştirme kursu" olduğunu bilmem gerekirmiş. Açılışa katılmakla, prestijimi (her neyse o) kullandırtmışım.
Koskoca Ergenekon’u halletmiş genç polis komiserleri çok kendilerinden emin görünüyorlardı. Tutuklanan Kürt dilbilimci bir arkadaş, biraz da tiye alarak, "yahu işleri çok geliştirmişsiniz!" diye biraz da tiye alınca, genç komiser, ona "kontrolü tamamen almaya az kaldı" diye böbürlenecekti. (Bir süre sonra 17 Aralık krizi patlayacaktı.) O kadar kendilerinden emindiler. Yapılan savunmalar, hak talepleri hakimler ve savcıların bir kulağından giriyor diğer kulağından çıkıyordu. Duvar gibiydiler.
Cezaevinin kapısının önünde gazetecilere, "Alınmam da bırakılmam da sürpriz oldu. Anlamadım ben bu işi yani ne alınırken ne bırakılırken iradem soruldu. Zatı şahaneleri gereksiz görüyorlar bırakıyorlar. Gerekli görüyorlar alıyorlar" demişim. Bizim tutuklanmamızdan bir ay sonra 20 küsur yıldır yazmakta olduğum "Özgür Gündem" gazetesinden 35 arkadaşım gözaltına alınmıştı. Savunma hakkını temsil eden avukatlar topluca tutuklanmıştı. Benim bırakılmamın hiçbir anlamı yoktu. Bizim tutuklanmamızın tek nedeni, "bakın, ilgisi olmayanları serbest bırakıyoruz" demek içindi. Bir de aydınlara "ayağınızı denk alın" mesajı vermek için. Aynen bugün çok daha büyük boyutta yaşandığı gibi.
Serbest bırakıldıktan sonra, Kandıra F Tipi Cezaevi'ni göstererek, "Burası gerçek akademidir. Ben bırakıldığım için bir çeşit ayrımcılık hissediyorum. Hapisteki arkadaşlarım unutulmamalı" demiştim.
O zamanki başbakan RTE’nin benim yüzümden yazar Paul Auster'la girdiği polemiğe de değinmiş," bir yazarın uyduruk nedenlerle tutuklanmasını Türkiyelilerin artık çok iyi anladığını ama Auster'ın bu olayı anlamasının çok zor olduğunu söylemiştim. (Türkiye’ye gelmeyi düşünce özgürlüğü olmadığı gerekçesi ile reddetmişti Auster. Şimdi gelse zaten o da tutuklanır!)
"Biz anlıyoruz. Çünkü tarihimiz bunlarla dolu. Nazım Hikmetler, Orhan Kemaller, bütün ne kadar Kemal varsa yazar maşallah buralardan geçti. Cezaevleri gerçek akademidir. Türkiye'nin siyaset tarihinde akademiler hapishanelerdir."
"Ben burada bırakıldım ve bir çeşit ayrımcılık yapılmış hissediyorum. Benimle benzer durumda olan belediye başkanları, eski parlamenterler, akademisyenler, üniversite öğrencileri gibi yığınla insan cezaevinde. Türkiye dünyada en çok siyasi tutuklu insanın bulunduğu Çin'den sonra ikinci ülke. Tam bilmiyorum ama Çin'i geçmiş de olabiliriz". (Çoktan geçti!)
Serbest bırakıldıktan sonra, Türkçe yazmayı ve demeç vermeyi reddederek bir sessizlik protestosu başlattım. (Kim takacaksa!) Yabancı basına konuştum sadece. Yerli medyaya "hayır" dedim. Agos yazılarımı Ermenice, Welat Kürtçe yayınladı bu dönemde. (Aslında ilhamımı 1936’dan sonra suskunluk protestosu yapan, bundan dolayı da suçlanan İzak Babel’den almıştım.)
Şöyle açıklamışım: "Bugün gerek yargı, gerek yasama ve gerekse yürütme erki gayrı meşru bir anayasal zemin üstünde oturmaktadır.
Her türlü hukuk dışı yönetime olanak sağlayan 1982 anayasası ve uzantısı olan yasa ve kararnamelerin yürürlükte olması, bütün sistemi bir meşruluk krizi içine sokmaktadır.(Şahtı şahbaz oldu! Gayrı meşruluk tavan yaptı!)
1983 seçimlerinden bu yana peş peşe gelen hükümetler, gayrimeşru 1982 Eylül Anayası’nın sağladığı olağanüstü yönetim olanaklarını kullanmayı tercih etmiş ve demokratikleşme programına ihanet etmişlerdir. (Şaibeli bir sistem altında sandıktan çıkan oylar meşruluk kazandıracak olsa, Esad’ın son seçimlerde aldığı oy yüzdesi RTE’nin aldığı oyu katlar.)
Prensip olarak benim ve diğer birçok masum insanın haksız tutukluluklarına ve temelsiz senaryovari iddianamelere olanak sağlayan Terörle Mücadele Kanunu (TMK), Türk Ceza Kanunu (TCK) ve 301 gibi maddeler yürürlükte olduğu sürece görsel ve yazılı medyaya konuşmayacağım; var olan duruma karşı "sessizlik" protestosunda bulunacağım.
Her türlü konuşma, var olan anormal durumu normalleştirmeye hizmet edecektir. Sanki bir hata yapılmış da giderilmiş gibi olacaktır. Benim bırakılmam, var olan hukuksuzluğu asla düzeltmiyor. Ayrıca beni rehin almayı amaçlıyor.
Bu yasalar yürürlükte olduğu sürece, düşünce özgürlüğü sadece bir yalandan ibaret kalacaktır.
İfade özgürlüğü tehdit altında yaşayamaz ve gerçekleşemez.
Keyfiliğin ve önyargının ve sabit fikrin ve ideolojik bakışın bizlere dayattığı belirsizlik kelimelerin özgürlüğünü kısıtlamaktadır.
Düşünceyi ve ifadeyi bir lütufmuş gibi görüp, konjonktüre göre sözcükleri cezalandırmak ya da görmezden gelmek kabul edilebilir bir davranış değildir.
Düşünceyi ifade etmek ve yayınlamak bir "cesaret" haline geldi ise durum çok vahim demektir.
Bu nedenle, görsel ve yazılı medyanın ilgisine teşekkür etmekle birlikte, görüşme ve röportaj taleplerine olumsuz yanıt verdiğimi bildiririm."
Benim birlikte yargılandığım 200 küsur insan, salt "ezlıvırım" yani buradayım dedikleri için, "sözde" hakimler kimlik bilgilerini bile almak istememişler, bir anlamda sorgu mahallinden kovmuşlardı. Bundan dolayı, anadilde, yani bizim özelimizde Kürtçe savunma hakkı kabul edilene kadar Türkçeyi kullanmamak benim için daha da anlamlı hale gelmişti.
Müthiş bir sivil itaatsizlik eylemi sergiledi Kürt arkadaşlar. Ve sonunda anadilde savunma hakkını kabul ettirdiler. Hakim bana kimlik bilgilerimi sorarken, ben "beli" diye yanıt yanıtladım. Ama Hakim duymazdan geldi!
Bir kelimelik, biraz da durumu tiye alan bir dayanışmaydı, ama olsun.