Faşist Daire!

Kırsal dille deryasal işler pek olmuyor. Aslında 1071’den beri Geçiş Dönemi yaşıyoruz ama bir türlü bir yere geçemediğimiz için şimdi bir daha geçmek istiyoruz Yeni Türkiye’ye.

Çoğunluğu Orta Asya Türkçesi, Arapça, Farsça ve Fransızca’dan gelmiş sözcüklerden oluşan nispeten sentetik biraz da yapay bir dil olan bugün konuştuğumuz Türkçe, mesela Latince, İngilizce ya da Arapça ile kıyaslanınca yoksul bir dil olarak bilinir. Türkçe konuşan boy, kabile, etnik grup ve milletlerin bilim ve teknoloji gibi dili zenginleştiren mecralara çok yakın olmaması nedeniyle de bu dil pek öyle dallanıp budaklanıp ağaç gibi büyüyememiş. Türkçe konuşanların denizle ilgisi çok yoğun olmadığı için de dışarıya çok fazla açılamamış. Karasal bir dil bizimki. Ya da kırsal belki de ziyadesiyle zirai ve botanik. Mesela başka hangi dilde balığa, ‘’Derya Kuzusu’’denir? Ya da rüzgarlı/fırtınalı havalarda denizin üzerindeki köpüklü dalgalara  ‘’Koyun sürüsü’’? Denizle ilişki, toplumsal/kültürel birçok kodu açığa çıkarıyor. Değil mi ‘’Köpek balığı’’? Dilbilimci değilim ama bildiğim yabancı diller ve çevirmenlik faaliyeti ile okur kimliği perspektifiyle bakınca, sınırlı sözcük haznesine rağmen, esnek ve lastik gibi çeşitli anlamlara çekilebilecek, kelime oyunlarına teşne bir dil var elimizde.  Belki de iyi şairler, iyi yazarlar bu sayede yetişiyor bu dilin ülkesinde. Cezaevlerinin payını da unutmayalım bu arada.

Dil, kaçınılmaz olarak, tarihle, coğrafya ile ve ideoloji ile bağlantılı bir alan.

Siyasi görüşleri bir yana, bence en az tiyatro yazarlığı ve oyunculuğu kadar öykü ve deneme yazarlığı da değerli ve önemli olan Ferhan Şensoy (Özyaşam öykü dizisi müthiştir), mesela esbab-ı mucibe (Gerekçe, Gerekli kılan nedenler) yerine esbab-ı mucize der. Eski ya da yeni deyimleri bilmeyenlerin çoğunun cehaletten eksik-yanlış kullandığı deyimleri Şensoy böylesine güzel büker, eğer. 

Fransızca ‘’Cerclevicieux’’ (Kısır Döngü)  anlamındaki ‘’Fasit Daire’’ bizde bilhassa 70li-80li yılların solcu terminolojisinde ‘’Faşist Daire’’ olarak telaffuz edilirdi.

Neredeyse bir matematik denklemi gibi düşünmeye çalışıyorum: Kemalist Cumhuriyet, malumunuz, Şekavet ve İrticaya karşı kurulmuştur. Tercümesi, Kürtler ve Müslümanlar olsa gerek. Oysa ki herhangi bir kurum, negatif değerler üzerine kurulmaz, kurulmamalı. Aslında hiçbir şey, negatif değerler üzerine inşa edilmemeli, edilemez. Çünkü, bir kere tarif etmeye kalksanız, günler yetmez. Elma mesela, armut değildir, şeftali değildir, kiraz değildir… Vs… Etseniz bile ortaya anlamlı bir tanım çıkaramazsınız.  Artı, bir dönem için negatif sayılan bazı değerler bir süre sonra bu niteliğini yitirebilir, hatta pozitif bir değer haline bile gelebilir. Özellikle Cumhuriyet gibi önemli, tarihi, toplumsal, siyasal ve mutlaka kalıcı olması gereken bir kurum/bir ideoloji böyle değişken değerler üzerine kurulamaz. Kurulursa da bir süre sonra çöker. Fikret Başkaya, buna ‘’ Paradigmanın İflası’’ başlığını uygun görmüştü.

Olumlu örnek mesela Fransa’dır. 1789’da, hem kalıcı hem de evrensel değerler üzerine kurulmuştur bu Cumhuriyet: Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik! Bu amaca ne kadar ulaştılar? Bu ayrı bir konu.

Gelelim Türkiye’ye: İrtica ve Şekavete karşı kurulmuş olan Kemalist Cumhuriyet, iktidarı büyük ölçüde  yitirmek üzere. İrtica olarak niteleyebileceğiz kesim, iktidara gelmiş gibi. Erdoğan devleti de (Deyim Ahmet İnsel’in)  şimdi, eski zihniyete uygun olarak kendisini, yine Şekavete ve Kemalizme karşı inşa etmeye  çalışıyor. Hoş, Türkiye’de İslamcılara ‘’Yeşil Kemalist’’ler denmesinin ayrı bir anlamı var. ‘’Eski zihniyet’’ dediğim işte tam da bu.  Kabaca, hatta mekanik olarak düşündüğümüzde, karşımıza fasit ve faşist bir daire çıkıyor yine: Kemalizm, İrtica ve Şekavete karşıydı. İrtica, Şekavet ve Kemalizme karşı. Bu denklemde olası bir Şekavet iktidarının da Kemalizme ve İrticaya karşı inşa olması beklenir. Değil mi? Belki de… Ama dar hatta çıkmaz yaklaşımdan kurtulup, ayrıntılı bir şekilde tanımlanmış, işlevleri, öncelikleri belirlenmiş, çoğunluğun onayını almış, hukuk devleti, demokrasi, özgürlük, özyönetim, gibi temel ve pozitif değerler temelinde bir toplumsal/siyasal yapı oluşturmak gerek.

Belki 2002’den sonra, ama esas olarak Gezi’den bu yana olup bitenlere bakınca, Erdoğan devletinin aslında kadim resmi ideolojiyi yıkıp yerine yenisini, kendisininkini inşa etmeye çalıştığını görüyoruz. Özellikle kültür ve eğitim alanındaki bütün karşı-devrimci hamleler bunu amaçlıyor. İktidarın neredeyse tüm uygulamalarında, Cumhurbaşkanı ve yandaşlarının açıklama, demeç ve yazılarında, ‘’Yeni Türkiye’’ etiketi altında aslında çok eski (1071/1453) bir ideoloji yeniden canlandırılmaya çalışılıyor. Dinsel,  askeri, devletçi ve milliyetçi hatta ırkçı göndermelerle. Ama her seferinde biz neredeyse unutmaya başlarken, iktidar sözcüleri – bu sefer bir savcı- hatırlattı yine Gezi’yi. Çünkü Gezi, beklenmedik bir zamanda, beklenmedik bir kitlenin, beklenmedik bir gerekçeyle, üstelik kendiliğinden,  yeni bir resmi ideolojinin oluşum kıpırdanmalarına karşı bir isyandı. Dahası, ve iktidar açısından daha tehlikelisi,  kendi yeni ideolojisini günlük hayat pratiğinde yaratmaya başlamasının kıvılcımıydı. Ne o öyle… Ateistlerin Kandil simidi dağıtıp namaz kılanların güvenliğini sağlaması… Kemalistlerle Kürtlerin el ele gezip tozmaları… Kolektif yemekmiş, ortaklaşmakmış… Parayı devreden çıkarmakmış… Merkezi iktidarı yok saymakmış… Herkesin kendisini idare etmesiymiş… Kahkih gülmeler, şarkılar, kız-erkek birlikte danslar filan…N’oluyoruz! Bu nedenle devletin tepkisi sert oldu. Ve acısı o tarafta hala sürüyor. Türkiye muktedirlerinin göğünde bir ‘’Gezi Heyhulası’’ dolaşıyor hala! İktidar sanıyor ve korkuyor ki, Gezi Beylerle Gezi Hanımlar ve Gezi LGBT’leri, her an çat kapı, içeri girecek, mevcut egemenleri nazik bir şekilde dışarıya davet edecek gülümseyerek.

Dil diye başladım nerelere geldim? Dille bitirelim o zaman: Baş dille tartılır!

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ragıp Duran Arşivi