Yetvart Danzikyan
Faşizmin dik âlâsı...
"Türkiye'de insan hakları ihlalleri olduğunu söylemek aslında abesle iştigaldir. Sonuçta hukuk ve kanunlar herkes için geçerlidir. Türkiye bir hukuk devletidir."
Bu sözlerin sahibi AKP Genel Başkan Yardımcısı Leyla Şahin Usta. Bu açıklamaları bir muhabirin sorusu üzerine yapıyor. Muhabirin sorusu şu:
"Muhalefet, özellikle insan haklarının ihlal edildiği yönünde açıklamalar yapıyor. Türkiye'de insan hakları ihlal ediliyor mu?"
Muhabir nedense bu meseleyi sadece muhalefetin gündeme getirdiğini düşünmüş ve sorusunu öyle sormuş, oysa Türkiye'de insan haklarının ihlal edildiği "yönünde" açıklamalar yapan sadece muhalefet (muhabirin zannedersem bu soruda ima ettiği CHP) değil. Bu sorunun milyonlarca mağduru bunu her gün dile getiriyor.
Her neyse. Usta bu soruya önce şöyle yanıt veriyor: "İnsan hakları ihlali denilince aslında somut bir iki tane olay bile gündeme getiremiyorlar"
Sonra da şöyle devam ediyor: "Türkiye, insan hakları noktasında pek çok Avrupa ülkesinin, Amerika'nın, kendini özgürlükler ve insan hakları noktasında sözde ileri olarak niteleyen pek çok ülkenin standartlarının üzerindedir. O yüzden insan hakları ihlalinin olduğunu söylemek aslında Türkiye'yi farklı ülkelerle kıyasladığınız zaman mümkün değil."
Neden mümkün değilmiş peki? Çünkü "pek çok ülkenin sınırlarını duvarlarla kapattığı bir dönemde Türkiye bütün mazlumlar, dünya insanlığı, insan hakları ve insan onuru için ne yapabileceğini dert edinmekte" imiş.
Mantık böyle kurulunca tartışacak bir şey de kalmıyor değil mi? Madem ki Trump sınıra duvar örüyor (ki muhalefet nedeniyle onu da henüz yapamıyor, bu yüzden Hükümet kilitlendi), Türkiye de insan hakları şampiyonu oluyor otomatikman. İnsanlar boş yere hapis yatıyormuş, akademisyenler barış istedi diye peş peşe hapis cezasına mahkûm oluyormuş, Osman Kavala iddianamesiz, mahkemesiz bir yılı aşkın süredir hapiste tutuluyormuş, Selahattin Demirtaş AİHM kararına rağmen hâlâ cezaevindeymiş, iktidar kime 'tak' diye kızsa savcılık bunu 'şak' diye emir telakki edip soruşturma başlatıyormuş, televizyonlar gazeteler KHK ile bir saniyede kapatılmış, şimdi de malları haraç mezat satılıyormuş, binlerce kişi bir KHK ile işsiz kalmış, bunların hiçbiri insan hakkı ihlali değil. Somut bir iki olay arasında bile sayılmaz. Değil mi ki ABD Başkanı Trump sınıra duvar örmek istiyor, Türkiye otomatikman insan hakları şampiyonu oluyor.
Bu elbette bir bakış açısının ürünü. Erdoğan'ın AKP çevrelerinde ve medyasında yerleştirdiği bir bakış açısı, ama kökleri var tabii. Birincisi AKP'ye muhalif olanları, vatandaşı geçtim, insandan saymamak. Değil mi ki muhaliftir, ne yapılsa yeridir. Başlarına gelenler bir iki somut olay içine dahi giremez. Öteki de elbette Süleyman Demirel'den öğrendikleri siyasi mügalata. Hani 70'lerin en sıkıntılı döneminde çıkıp "Bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz" demişti ya, o hesap. Bir merkez sağ geleneği. Kökleri var dediğim, o.
Bir diğer örnek de Binali Yıldırım. Kendisi Meclis Başkanı. Aynı zamanda da AKP'nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı. Mantıken ve siyasi etik olarak Meclis Başkanlığı'ndan istifa etmesi gerekir, beklenir. Etmeyeceğinin sinyallerini vermişti gerçi ama hafta başı yaptığı açıklamada şunları deyiverdi:
"Bizim yaptığımız bir siyasi faaliyet yok. Seçim bir siyasi faaliyet değildir. Seçim aday olduğunuz işle ilgili vatandaşlara ne yapacaksınız, niye aday oldunuz bunu anlatmaktır. Ben şimdi işin mahiyeti olarak soruyorum, eğer Meclis Başkanı bağımsız bir milletvekili olsaydı ne olacaktı, belediye başkan adayı olsaydı ona ne diyecektik?
Aynı şeyi diyecektik. Yani denecekti. Yıldırım'ın belediye başkanlığına aday olmayı siyasi faaliyet olarak görmemesi çok ilginç tabii. Eğer bir kişinin belediye başkanlığı için yaptığı seçim çalışmasını da seçim faaliyeti olarak değerlendirmeyeceksek neyi seçim faaliyeti olarak değerlendirebileceğiz o da koca bir soru işareti.
Bunlar dediğim gibi, büyük ölçüde Demirel'den öğrendikleri siyasi mügalata örnekleri. Ancak AKP elbette merkez sağ geleneğin çıtasını daha da yukarı taşıdı, eşi benzeri olmayan bir "seviye" geliştirdi. Mesela Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın kendisini Mozart dinlemeye davet eden Rutkay Aziz'i "faşistlik"le daha doğrusu faşistliğin dik âlâsı olmakla suçlaması bunun en bariz örneği olsa gerek.
Erdoğan'ın söylediklerini oturup mantıklı bir şekilde analiz etmenin bir anlamı yok. Çünkü böylesi rejimlerin alametifarikalarından biri de 'şef' ve iktidar partisi yandaşlarının böyle olur olmaz konuşmalarıdır. Totaliter rejimlerin en has özelliklerinden biridir bu. 'Şef' dizginsiz bir şekilde konuşur, bağırır, suçlar, yargıya talimat verir. Bu açıdan 1930'ları düşünmek epey açıklayıcıdır. Ama yine de bu cümledeki mana nedir diye kafa yoracak olursak şudur: Süleyman Demirel'in "Bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz" cümlesinden ne mana çıkıyorsa "Türkiye'de insan hakları ihlali olduğunu söylemek abesle iştigaldir" cümlesinden ve "Mozart dinletmeye çalışmak faşizmin dik âlâsıdır" cümlesinden çıkan mana da odur.