Geçmiş, bugün, gelecek

İnsanlık tarihi her ne kadar felaketlerle dolu olsa da aynı zamanda erdemin ve vicdanlı olmanın da tarihidir.

Ne çabuk ve ne kolay unutuyoruz. Ya da sadece geçmişimize takılıp, orada yaptıklarımızla hayatımızı sürdürüyoruz. Ancak bazen öyle şeyler oluyor ki, o ‘suya sabuna dokunmayan’ insan, ‘suya sabuna dokunmak’ zorunda kalıyor.

Uzun zamandır insanlar sessizliğe gömülmüş, etraflarında olan biteni görmeyip, yaşanılan onca şeyi vicdanlarında sorgulamıyorlardı. Pandemi süreci insana ‘suyu ve sabunu’ anımsattı. Musluğun önüne geçerken, vicdanları ve akılları devreye girdi yavaşça. Uzaklaştıkları şeyleri anımsadılar. Kitapla yeniden buluştular. Filmler izlediler. Oyunlar evlerine girdi. Müzisyenler canlı konserlerle selamladı onları. Kültür ve sanata dokunur oldular. En önemlisi yeniden kalpleriyle ve vicdanlarıyla düşünmeye başladılar.

İnsanın dünü ve bugünü, onun gelecekteki yaşam çizgisindeki çöküşünün ya da yükselişinin belirleyici unsurudur. Ütopik bir gelecek için söylenmiyor bu söz. Tam da bugünün dünyasının kötülükleri için söyleniyor. Çünkü olmuştan olacağa gidilir. Olmuş olan, olacağın kapısıdır. Olacak olan ise olmuş olanın penceresidir. Geleceğin penceresini dolduran ışık, dünden bugüne taşınan ruhun direnci ya da hastalıklı olmasıyla değişir. Şimdilerde yaşanan böyle bir pencerenin ışıkla dolmasından başka ne olabilir ki? İnsanlık tarihi her ne kadar felaketlerle dolu olsa da aynı zamanda erdemin ve vicdanlı olmanın da tarihidir.

O halde geçmişle başlamak lazım. Yıllar önce Gürol Sözen’in bir yazısında okumuştum. Yanlış anımsamıyorsam Heredot’tan aktarmıştı o da. Babil kraliçesi Nitokris’in öyküsüydü anlatılan. "Kraliçe, Babil kentinin en çok kullanılan ve en işlek olan kapısının üstündeki bir sahanlığa açık hava mezarı yaptırır ve kapıyı da kapattırır. Çünkü ölünün altından geçilmemektedir. Mezarlığın üstüne de herkesin okuyacağı bir not kazıtır. Not şudur: "Babil’de benden sonra gelecek krallardan biri darda kalırsa bu mezarı açsın ve içindeki hazineyi alıp ihtiyacı için kullansın. İhtiyacı yoksa da korusun. Darda değilse asla açmasın, çünkü ona hayrı olmayacaktır." Kimse bu mezara dokunmaz ve korur. Dareios kral olunca hem bu kapıyı yeniden işler hale getirmek hem de hazineyi almak için mezarı açar. Mezarda hazine yoktur. Bir ölü ve yanında da bir yazı görür. "Bu kadar paragöz ve utanılacak kadar açgözlü olmasaydın, ölülerin sığındıkları yeri açmazdın."

Bugüne geldiğimizde üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri görürüz. Kaldırıma gömülen, kırılan, parçalanan mezarlar… Ölüm aslında geçmişin dünyayla barışma halidir. O nedenle mezarlıklarda helallik istenerek insanlar son yolculuklarına uğurlanır. Tanıyan, tanımayan herkes de cenaze namazında hakkını helal eder. Öyleyse nasıl bir akıl tutulması ve vicdan yoksulluğu olarak açıklanabilir mezarları kırmak! 

Giden gitmiştir. Geride acılarını yaslarına yerleştiren aileler kalmıştır. Artık yapılan ve yapılacak olan her şey geride kalanadır. Gömme işlemi tanrının huzurunda yapılmış ve toprağa emanet edilmiştir. Bütün inançlarda bu böyledir. Bundan sonrası tanrı ile kul arasındadır. Vicdana, suya sabuna dokunmak işte tam da burada önem ifade etmektedir. İnsanlar dini ritüellerin nasıl olduğunu unutmadıkları, geride kalanların acılarına vicdanlarıyla ortak oldukları sürece, bugünden yarına geçiş çok daha farklı olacaktır.

Mezarlar şunun için önemlidir. İnsanlar kaybettikleriyle dertleşmeyi buralarda yaparlar. Eksik bıraktıkları, söyleyemedikleri, içlerinde kalanları anlatırlar. Geç kaldıkları, kuramadıkları cümleleri, dokunuşları buralarda dile getirirler. Ölenle dertleşirler. Onunla yeniden yaşarlar. Ahmet Haşim’in dizesiyle söylersem:

Üzüntünle çizerken acı bir yas tablosu,
Çöllerde kalan bir küçücük, kimsesiz mezar
Bu çevrelere kesik, hıçkırıklı bir ses gönderir! 

Dün unutulanlar bugün de unutulur. Zaten unutulanın yarına geçme şansı da yoktur. Yarın konuşulacak olan ise aslında dünden bugüne gelendir. Yeri gelmişken Tuva Türkçesindeki iki kelimeden söz etmek isterim. Geri gitmek anlamına gelen 'songgaar', yani gelecek; 'burungaar' ise ileri gitmek, yani geçmiş demek. Geçmişin önümüzde uzandığı, geleceğin arkamızda kaldığı anlamında bir felsefeyi anlatır. Aslında söylemek istediğimin özü tam da bu felsefenin ruhu…

Karışık bir yazı gibi görünse de ‘suya, sabuna dokunmanın’ ne denli vicdani, ne denli erdemli, ne denli beklemekten uzak bir tavır, bir duruş olduğunu anlatmak istedim. Yazı kendi içinde kopukluklar taşısa da bekleyip görmenin kimseye bir yararının olmayacağı, ‘ölüleri düşman’ bellemenin dinen de anlamsızlığını ve hükümsüzlüğünü göstermek istedim. Babil ülkesinden bugüne kadar gelen vasiyet hâlâ çok anlamlı ve çok değerli duruyor geçmiş, bugün ve gelecek denkleminde. O halde yeniden şiire sığınma zamanıdır.

yüzümü gizlemiyorum artık 
çığ düşmüş bedenim sizindir
inandığım insanların kapısındayım
girilmez olan her kapıya efkarımı döküyorum
bu benim diyorum
bu da uçurumlardan arta kalan gözlerim
gözlerinizin sabahını yakalamak istiyorum…

*Görsel: Salvador Dali'nin Belleğin Azmi tablosu

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi