Candan Yıldız
Gözaltında olmak…
Kadim sorulardır; suç nedir, neyin suç olduğunu kim nasıl karar verir, suç"u eyleyen her zaman suçlu mudur, adalet sadece yasa mıdır, her ceza adalet getirir mi? Hukuk felsefesinin OHAL KHK’ları ile tırpanlandığı akademi dünyasından yetişecek hukukçulara ceza ve adalet çatışmasının neden biteviye süreceğini kim anlatacak bundan sonra?
Devletle gerçek karşılaşma anlarından birinde yani gözaltı sırasında hep aklınıza gelir bu sorular. Çünkü gücü elinde bulunduranın tanımına mesafeli olmanın tam yeridir. Hele ki her canlının bir gün gözaltını tadacağı, itiraz eden herkesin "hain-terörist" ilan edildiği yeni Türkiye ikliminde. KHK ile işsiz bırakılan iki eğitimcinin yaşatılması için başlatılan Kalkedon nöbetini devralan Barış İçin Kadın Girişimi’nden kadınlar yaşatmanın erdemine inançla meydanda otururken geldi çattı "şiddet kullanma yetkisini mutlak elinde bulunduran" devletin OHAL hali. Sonrası gözlem ve yaşatılanları anlamlandırma çabası.
Birey ve devletin en çıplak haliyle karşılaşma anı olan gözaltında gördüğünüz muamele, vatandaşı olduğunuz devletin adalet zincirinin en zayıf halkasına dair çok şey anlatır. En zayıf halka ne kadar güçlü ise adalet terazisinin hassaslığı da o kadar güçlüdür. "Savunmasız" bir haldir zira gözaltı. OHAL şartlarında hele kapalı bir devrenin içinde gibisinizdir. Dışarıyla tek bağlantınız avukatınızdır. Ki avukatınızın bile devre dışı bırakıldığı anlar vardır. En zayıf halka gözaltı şartlarının ahvali, bir ölçüdür memleket adalet sisteminin.
Sistemin ürettiği kötülüğün onaylandığı o karşılaşmada devleti temsilen baskı ve zor kullananları rahat kılan şey de kötülük üreten sistemin geniş yığınlarla yaptığı pazarlıktır. "Susarsan, itiraz etmezsen başına bir şey gelmez" pazarlığıdır şiddet karşısında insanları sessiz kılan. Ailelerimizde bu öğretilmiyor mu zira.
Tarihe minik bir not düşmek, yargı kayıtlarına geçmesini sağlamak, kamunun bilgilenme hakkını savunmak ve tabii ki gazetecilik sorumluluğumu yerine getirmek için yazıyorum gözaltı deneyimimi. Kronolojik ve an be an neler yaşandığına girmeden, genel tespitlerimi aktaracağım bu yazımda. Darbe girişimi sonrası devletin güvenlik mekanizmasının nasıl işlediğine, hakim ruh halinin ne olduğuna, bu deneyimde bireysel olanın hem politik olduğuna hem de olmadığına değineceğim.
Uzun yıllar karakol ve gözaltı merkezlerindeki işkence ve kötü muamele haberlerini yaptık, haberleştirdik. Yeni dönemin kötü muamele merkezleri kameralarla donatılmış karakollardan çok, çevik kuvvet otobüsleri… Kamera yok, demir çelikle çevrilmiş camlardan dolayı içerde tam olarak ne yaşandığını görüntülemek, görmek mümkün değil. Devleti temsilen gözaltı işlemini yapan kolluk kuvvetinin toplu olarak birbirinden güç aldığı, birbirini onayladığı, yapılanın ortaklaştırıldığı, bu nedenle de herhangi bir itirazın duyulmadığı, önemsenmediği mekanlar gözaltı araçları.
Kişi ve kolluk kuvveti arasındaki ilişki, şüpheli-gözaltı işlemini yapan kişi arasındaki teknik ilişki yer yer aşılıyor. Bu nedenle bireysel olanın da politik olduğu bir ortam… Örneğin sizi hiç tanımayan bir çevik kuvvet polisi kadın bir anda "sizlerden nefret ediyorum" diyebiliyor. O "siz" kim, "siz"in içinde bireysel nefret ne kadar yer kaplıyor, "siz" ötekileştirmesi toplumsal yarılmayı ne kadar yansıtıyor? Gibi sorular güvenlik siyasetinde bireysel olanın sistemsel kötülükle karmaşık ilişkisini anlatıyor. "Siz" huzuru bozansınız, onlar ise huzuru bozanlarla mücadele ederek iktidarı yeniden kuranlar. İktidarın söyleminin arkasına sığınarak, toplum adına iyi bir şey yapmanın sanrısı, bireysel olanla iç içe geçiyor.
Darbe girişimi sonrası yoğun tasfiyenin yaşandığı emniyet teşkilatında, yeni kadroların profiline dair gözlemlerime gelince… Gözaltındakilere gündeliğin dili üzerinden, vasatın /çoğunluğun değerleri üzerinden bir aşağılama söz konusu. Gülen Cemaati’nin yıllarca devlet ve iktidar eliyle palazlandırıldığı gerçeğinin hiç zihinlerde yer etmediğini görüyoruz. Hannah Arendt’ın dediği gibi, "Herhangi bir gayesi olmayan, fikirden yoksun, ruhsuz kalpleri ve şeytani iradeleri olmayan, birey olmayı reddeden insanlar" topluluğu sadece gözaltında olduğunuz için size çok rahat "20 gündür gözaltında olan FETÖ’cülerden bile daha pis kokuyorsunuz" diyebiliyor. "Şeytanlaştırılan" Cemaat’ten bile daha kötü kokuyorsunuz kıyaslaması, ölçünün iktidara yaranma üzerinden kurulduğunu gösteriyor. Bu da kötülüğün bireysel olmadığını söylüyor bizlere. Mesela bir kadın polis, kadın mücadelesinin anıt şarkılarından"Kadınlar vardır"ı dillendirenlere öfkesini, gözaltı aracı radyosunda çalan Işıl Karaca’nın "Ben anlamam toptan tüfekten" şarkısına eşlik ederek gösteriyor. İçerik çelişkili olsa bile, aslolan gücün özgüveniyle "Kadınlar vardır" şarkısını onaylamadığını göstermek. Devlet ideolojisinin o ana hakim kapalı sosyolojisinde "biz ve siz" net ayrımının dışa vurumu olarak "Devrem elini temizle, elimiz yetmez bütün otobüsü dezenfekte etmek gerekir" cümlesi de gözaltındakilerin haşere olarak görüldüğünü anlatıyor.
Ters kelepçeler, havasız hücreler, sistematik söylenen yalanlar güvenlik devletinin tezahürleri. İşkence ve kötü muamelenin kayıt altına alınmasında kıymetli bir görevi yerine getiren Türkiye İnsan Hakları Vakfı son dönemde işkencenin yeniden arttığını, buna karşın şikayet başvurularının azaldığını söylüyor. Bu trajik çelişki, ya korkunun ya da kanıksamanın bir delaleti. Gözaltılar rutinleştikçe sıradanlaşıyor, gözaltında ne yaşadığınız tutuklanmadıysanız önemsizleşiyor. Velhasıl bu tabloya karşı, itiraz edilmesi gerekenlerin listesi uzuyor.