Gözetim kapitalizmine karşı zihinsel kurtuluş cephesi

Ivır zıvır siyasi aktüaliteyi kenara çekip, düşünelim, bakalım mevcut halimize: Genel anlamdaki iktidarla, kapitalizmle, teknolojiyle, hayatla ve kendimizle ilişkimiz ne alemde?

Dünyanın neredeyse bütün ülkelerinde, yurttaşlar, hepimiz, 10-15 sene öncesine kıyasla, artık farklı bir evrende yaşıyoruz. Alışkanlıklarımız, davranışlarımız ve en önemlisi zihin yapımız, dolayısıyla ideolojimiz, hayata bakışımız yavaş yavaş değişiyor. Çünkü değiştirmek için olağanüstü çaba harcayanlar, milyarlarca dolar yatırım yapanlar var.

Global neo-liberal sistem ve onun tezahüratı-destekleyicisi olan yeni bir teknoloji türü, günlük yaşamımızı, çalışma koşullarımızı, mesleğimizi, özel hayatımızı, kendimizle ve çevremizle olan ilişkilerimizi büyük ölçüde bozmaya çalışıyor. Eski ama olumlu kavramların içi boşaltılıyor, yeni ama naylon konseptler hakim kılınmaya çalışılıyor.

İletişim biliminin kurucusu Marshall McLuhan 60’lı yılların başında öngörmüştü: Küçük bir teknolojik alet vücudumuzun uzantısı, bir parçası haline gelecek ve bu aletle bir çok şeyi otomatik olarak yapabileceğiz. McLuhan’ın peygambervari öngörüsü gerçekleşti. Bugün cep telefonu olmayan, kullanmayan birisini tahayyül bile edemiyoruz. İşyerinde ve evde de bilgisayarın başında, ekranın karşısındayız çoğu zaman.

Umberto Eco da bir başka öngörüde bulunmuştu: Süper devletler arasındaki rekabet ve mikro milliyetçiliklerin güç kazanması sonucunda, sistem değişecek/dönüşecek ve feodal dönemdeki gibi şehir-devletleri yeniden ortaya çıkacak.

Yurttaş açısından baktığımızda evet bugün artık yeni feodal bir çağda yaşıyoruz. Bir avuç egemen, dünyanın zenginliğine sahip, milyarlarca insan ise aç, işsiz, kırılgan. Ve Eco’nun öngörüsünün de gerisinde ilk çağa döndük. Hepimizi köleleştirdi kapitalizm. Belki kollarımızda ayaklarımızda pranga yok ama elimizde cep telefonu var. ‘’Kare tuşuna basın!’’ diyor, basıyoruz. ‘’Fabrika ayarlarına dönün!’’ diyor dönüyoruz. ‘’Mahremiyetinizi ve verilerinizi korumak istiyoruz, onaylıyor musunuz?’’ diye soruyor. Otomatik olarak evet onayla diyoruz, iki gün sonra o sitenin reklamları yağmaya başlıyor ekranınıza. O minicik alet ya da bilgisayarın ekranı yönetmeye ve yönlendirmeye çalışıyor bizi.

Şerif Mardin, bir TV programında Osmanlı’da iktidarın toplumu nasıl denetlediğini anlatırken, işaret parmağını gözünün üzerine götürüp iki kez, üstüne basa basa ‘Gööözz, Gööözz!’’ demişti. Göz, gerçekten görmemizi sağlıyor, bakmamızın aracı ise aynı zamanda, iktidar açısından bir gözetim ve denetim aygıtı/aracı. İnsan gözü yetersiz kaldığından yapayları, elektronikleri icat edildi. Sokakları caddeleri, işyerlerini, kamu alanlarını Mobese tabir edilen  kameralarla donattılar. Devlet, 24 saat gözlüyor bizi. Amaç, suç işleyenleri önlemekmiş. Hadi canım! Mobese ancak suç işlendikten sonra faili saptayabiliyor. Amaç suç işlemeyi önlemekse, suç işlemeye uygun ortamı, suçun nedenlerini ve altyapısını ortadan kaldırmak gerekmez mi?

Çin, Mobese konusunda şampiyon. Yüz tanıma özelliği olan yüzbinlerce kamerayla yurttaşların büyük bir kısmı takip altında, devlete göre faul yapar ya da ofsayda düşerse, merkez hemen uyanıyor ve ilkokul öğrencisine yapıldığı gibi yurttaşın puanı düşürülüyor. Köleler kontrol altında.

Akıllı tabir edilen cep telefonları, sürekli yanımızda taşıdığımız gözetleme ve denetleme polisi aslında. Nereye gittiğimizi, kiminle ne konuştuğumuzu, nerede ne yediğimizi, ne satın alıp ne okuduğumuzu…her şeyimizi izliyor. Sonra da bu bilgilerden yola çıkıp bize nereye gideceğimiz, kiminle ne konuşacağımız, ne satın alıp ne okuyacağımız konusunda ‘’dostça tavsiyeler’’ verip yönlendirmeye çalışıyor. Egemen ideoloji tek tek bireylere nasıl yerleştirilir, zihinlerimizde nasıl yeşertilir, büyütülür bunun uygulamasını yapıyor algoritmalar.

Cep telefonuna, İnternet ya da sosyal medyaya ilkesel ve kategorik olarak karşı çıkmak çok anlamlı değil. Ama bugün bu aygıtların esas olarak kim tarafından ne amaçla yaygınlaştırılıp kullanıldığına ve hangi ideale hizmet ettiğine baktığımızda çok daha temkinli olmamız gerekiyor.

Üretim araçlarının mülkiyeti, Marx’ın saptadığı üzere ve halen de egemenlerin en büyük kozu. Ancak artık ‘’Big Data’’ dedikleri veri, en az üretim araçlarının mülkiyeti kadar önemli ve kıymetli iktidar açısından, egemenler açısından.

Fransa’da ‘’La Décroissance’’ (Büyüme Karşıtlığı), Anglo-sakson dünyada ‘’Adbusters’’ (Reklamkırıcılar), işte bu yeni kapitalizme karşı sistemkırıcı, düzensökücü ya da rejimyıkıcı yaklaşımla mücadele ediyor. Özünde solcu, ilkeli bir şekilde çevreci ve mutlaka feminist bu yeni örgütlenmeler. Adbusters, Zihinsel Kurtuluş Cephesi kurulmasından yana. Kapitalizmin başta reklam olmak üzere, sömürü, bankacılık, eğlence, çalışma koşulları gibi çeşitli alanlardaki saldırılarına karşı reçeteler öneriyor. Bazen geleneksel kırsal yaşama geri dönüş gibi algılanabilecek önerilerinin yanısıra akıllı cep telefonu kullanmamaktan, ‘’Kahrolsun Algoritmaların Diktatörlüğü’’ sloganını hayata geçirecek teklifleri var. Dayanışmacı, insancıl ve hep radikal.

Her iki dergide de zaman zaman Rojava’daki deney ve yaklaşım hakkında övücü yazılar, röportajlar çıktı.

Ben eskiden beri ‘’Hakiki Gerçek/Sanal Gerçek’’ ilişkisine-çelişkisine dikkat çektim. Bugün bu ikilemi ‘’Gördüğümüz Gerçek/Onların Göstermek İstediği Gerçek’’ şeklinde formüle etmek de mümkün. Görselliğin türlü çeşitli boyut ve olanaklarını kullanarak iktidar, yurttaşı kandırıyor, kazıklıyor. Bu konuda İmaj Felsefesinin kurucusu ve velut yazarı Marie-José Mondzain’i yeri gelmişken saygı ile analım. ‘’İmaj öldürebilir mi?’’, ‘’Bakışların Ticareti’’, ‘’Homo Spectator’’ ve nihayet ‘’Kelimelerin, Görüntülerin ve Zamanın Gasp’ı’’ kitaplarının yazarı, bize iktidarla görselliğin ilişkisini çok iyi açıkladı, değerlendirdi, yorumladı.

Görseli, tabi ki kendi yarattığı/uydurduğu görseli, gerçek olmasa bile egemen kılmak isteyen iktidar, gerçekle ilişkisini istediği gibi düzenleyip ayarlayamadığı için, kısaca gerçekle başa çıkamadığı için 21. yüzyılda artık ‘’Post-Truth’’ (Gerçek Sonrası/Ötesi) çağa geçtiğimizi duyurdu. Neo-liberalizmin ideologları bununla da yetinmedi, ‘’Post-Human’’ (İnsan Sonrası/Ötesi) aşamaya geldiğimizi iddia etti ve bu asrın nimetlerini övmeye başladı. Post-Human ibaresi henüz bunların ağzında çiklet olmamışken, Fransız Marxist filozof Bertrand Ogilvie, neo-liberal şiddetin insanları ne hale getirdiğini ‘’L’Homme Jetable’’ (Atılabilir İnsan, tıpkı 2-3 kez kullandıktan sonra çöpe atılan traş bıçağı gibi) kavramıyla açıklamıştı.

Bugün bir tartışma daha sona erdi: Orwell, ‘’1984’’ romanında (1949’da yayınlanmıştı) geleceğin toplumunu betimlerken otoriter/totaliter baskıcı bir rejimin insanları ezeceğini öngörüyordu. Eton’dan hocası Huxley ise ‘’Yeni Cesur Dünya’’ başlıklı kitabında (1932), yurttaşların gönüllü kulluğu benimseyip, rejime kendiliğinden, doğal olarak baş eğeceklerini savunuyordu. Orwell’le Huxley, 21. yüzyılda uzlaştı, dünyanın bazı ülkelerinde Orwellciler hala haklı çıktıklarına inanıyor, ama tüm dünya Huxley’in dediklerini yaşıyor. Kimse, kafamıza silah dayayıp bizi akıllı cep telefonu satın almaya zorlamadı. Bilmeden de olsa boyun eğiyoruz bir çok müstebite. Hakiki ya da sanal olanlara.

Sonuç olarak, mevcut düzenin derdi ve hedefi İnsan. Neo-liberalizm tıpkı klasik kapitalizm ve hatta feodalizm gibi bağımsız, özgür, gülen eğlenen özellikle de düşünen insan istemiyor. Hannah Arendt, faşizmi nitelerken, boş yere, mealen, ‘’bir ideolojiyi empoze etmek değil onun amacı, düşünmeyi/düşünceyi ilga etmek’’ dememişti. Çünkü düşünen insan, hele bir de örgütlenip bir araya gelirse, önünde sonunda isyan eder, çarkı kırar, egemenleri gömer. İşte camiyle, kiliseyle, parayla, polis copuyla, jandarma dipçiğiyle, mahkeme kararı ile okuldaki müfredat ile banka kredileri ve medya ile…başka bir sürü alet ve kurumla, iktidara biat eden, 24 saat çalışan, hesap sormayan, kitap okumayan, düşünme yetilerini kaybetmekte olan ‘’makbul vatandaş’’ yaratmaya çalışıyor iktidar. Düzen, yurttaş istemiyor, sadece bir tüketici istiyor.

Bugün bu ortamda kalkıp da ‘’Karadeniz’de tarihin en büyük doğal gaz rezervini bulduk’’, ‘’Ayasofya’dan sonra Chora’yı da ibadete açtık’’, ‘’Suriye’de bölücü terörün belini kırdık’’, ‘’Mavi Vatanımız Libya sahillerinde’’, ‘’Türk ekonomisi uçuyor’’ masalları anlatmak komiğin de ötesinde ‘’burlesk’’!

Cin gibi akıllı gençler, dinamik, heyecanlı, umutlu oğlanlar kızlar var bir cephede, karşılarında moruk bir takım diktatör bozuntuları. On bin yıldır değişmeyen kural ve olgu, iktidarın olduğu her yerde muhalefetin varlığı.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ragıp Duran Arşivi