Hamit Bozarslan: Gazze için etnik temizlikten çok daha büyük bir tehlike var

Akademik hayatının önemli bölümünü Ortadoğu’daki savaş ve şiddet üzerine araştırmalara adamış olan Prof. Hamit Bozarslan’a göre Gazze hukuksuz, iktidarsız, insanların çeteleşerek hayatta kalabileceği bir sahaya dönüştürülme tehlikesiyle karşı karşıya.

7 Ekim 2023 tarihi muhtemelen sadece İsrail-Filistin açısından değil, Ortadoğu ve belki de dünya açısından önemli bir tarihsel dönemeç olarak anılacak. İsrail’in de üstün gayretleri neticesinde marjinalize edilen Filistin solundan boşalan alanları doldurarak büyük bir güç elde eden cihatçı Hamas’ın 7 Ekim’de başlattığı “operasyondan” hemen sonra, İsrail’in insanlığa dair ne varsa ayaklar altına aldığı katliamları başladı ve devam ediyor.

Peki bu felaket nereye varabilir? Tüm dünya tarafından İsrail’in, Netanyahu’nun olmayan insafına terk edilen, sözümona “Filistin davası yanlısı” devletler tarafından bile savunulmayan Filistin açısından bir çıkış var mı?

Ortadoğu, İsrail ve Filistin meselesi üzerine yaptığı derinlikli çalışmalarıyla, kitaplarıyla da bilinen tarihçi ve siyaset bilimci Prof. Dr. Hamit Bozarslan’la yaptığımız kapsamlı söyleşinin ilk bölümü aşağıda, ikinci bölümü ise yarın, yine Artı Gerçek’te olacak…

Hamas’ın El Aksa Tufanı Operasyonu adıyla 7 Ekim’de başlattığı savaşa dair genel yorumunuz nedir?

Bir kere İsrail düşmanı olmadan İsrail’i eleştirmemek, bizi olup-biteni görmemeye mahkum kılar. Oysa bütün meseleye İsrail’i eleştirmekle başlamak şart. Bu bahse yeniden döneriz. Fakat 7 Ekim için söyleyecek olursak; Filistin’in bir kısmında iktidarı gasp etmiş bir güç olarak Hamas’ın kalkıp bine yakın İsrailliyi öldürmesi söz konusu. Tarihsel arkaplanı şu veya bu şekilde açıklanabilir ama öncelikle Hamas’ın o gün yaptığı şeyi kabul edebilmek mümkün değil. Burada her şeyden önce dava uğruna bini aşkın insanın öldürülebileceğini söylemek etik bir sorun. Ama bu sadece etik bir sorunla sınırlı değil.

Ne peki?

Filistin tarihinin 72 saate indirgenebileceğini; 72 saat içinde yapılan saldırıların, atılan roketlerin dünya tarihini, Filistin ve İsrail tarihini değiştirilebileceğini düşünmek aynı zamanda taktiksel ve stratejik bir hata. Stratejik hata; çünkü artık İsrail’de zaten var olan askeri toplum blokunun, güvenlik temelli iktidar blokunun çok daha güçlenmiş olmasıyla karşı karşıyayız.

Bu kalıcı bir güçlenme mi sizce?

Geçici bile olsa, İsrail’de zaten son derece cılız barışçıl sesler de artık duyulmaz hale geldi. Ve İsrail toplumunun çok önemli bir kısmı, en azından şu aşamada askeri çözümü tek seçenek olarak görür hale geldi. Ayrıca uluslararası arenada zaten çok zayıflamış olan Filistin davasının meşruiyetinin giderek yok olmasıyla karşı karşıyayız. Filistin davasının cihadi terörle anılır hale gelmesi; her şeyin Filistin koşullarından soyutlanıp sanki Holokost’un yeni bir sayfasıymış gibi okunması, Filistin davasına çok ağır bir darbedir.

ARTIK BATI’NIN İKİYÜZLÜLÜĞÜNÜ TARTIŞMANIN BİLE ANLAMI KALMADI

Fakat sizin bu değerlendirmeniz, Batı’nın takındığı tavra yönelik eleştirilerin kaynaklarından biri. Yani tam da sizin meseleye başladığınız nokta eleştiri konusu yapılıyor ve “neden 7 Ekim öncesini ve İsrail’in 7 Ekim’den sonra yaptıklarını anlatarak konuşmaya başlamıyorsunuz” deniyor…

Öncesini biz zaten yıllardır konuşuyor, Filistin davasının meşruiyetini savunuyoruz. İsrail’in güvenlik temelli bir iktidar erkine dönüşmesi, İsrail’de sivil toplumun yok edilip yerine askeri bir toplumun geçirilmesi; tüm bunları zaten yıllardır söylüyoruz. Fakat 7 Ekim’i, öncesinden ve sonrasından başlayarak konuşmamız artık mümkün değil. Çünkü pratikte artık bunun bir zemini, değeri kalmadı. Şu anda söz konusu olan, bundan sonra Filistin davasının ne olacağı ve yeni bir meşruiyet kazanmasının nasıl sağlanacağıdır. Kendi hesabıma acı ve hüzün o kadar fazla ve yoğun ki, artık analitik bir yorumda bulunabilmem bile çok zor. Benim için şu anda önemli olan, Filistin’in, Gazze’nin, bir bütün olarak Filistin halkının nasıl ayakta kalabileceği ve yeni alternatiflerin nasıl ortaya çıkabileceği. 75 yıldır uluslararası meşruiyete sahip olan Filistin davası nasıl yeniden meşrulaştırılabilecek? Hamas’ın taktiksel ve stratejik hatasından söz ederken biraz da bundan bahsediyorum. Şu anda artık söz konusu olan bir tarihsel, siyasal, jeostratejik tartışma değil. Çok azınlıkta olan bizim gibi insanlar açısından mesele artık Filistin’in ne olacağıdır.

osman-cakli-arti-yazi-2023-10-21t231022-812.jpg

Batı’nın bu süreçteki ikiyüzlü yaklaşımı…

Bakın, artık Batı’nın ikiyüzlülüğünü tartışmanın bile bir anlamı kalmadı. 7 Ekim’de olan, meşruiyet kaybının çok çok ileri bir noktaya varmasıdır. Bunun toparlanabilmesi Batı’nın zaten malum olan ikiyüzlülüğünün ifşasıyla sağlanamaz. Filistin’de iktidarın bir bölümünü gasp etmiş bir aktörle karşı karşıyayız ve bu aktör, yani Hamas, Filistin davasının meşruiyetinin erimesinde şimdiye dek hiç olmadığı kadar büyük bir rol oynadı. Birinci İntifada’yı hatırlayın; Filistin davasının tüm dünyada meşruiyet kazanmasını sağlamıştı. İkinci İntifada da intihar saldırıları vardı, Filistinli aktörlere bir sempati yoktu ama Filistin davasına şu veya bu şekilde ciddi bir meşruiyet kazandırdı. Çünkü Filistin sorununun gözden ırak kalmamasını sağlamıştı.

FİLİSTİN ŞİMDİYE DEK HİÇ BU KADAR İZOLE OLMADI

Şu anda da öyle değil mi?

Hayır, şu anda dünyanın gündeminde olan Filistin meselesi değil, Hamas meselesi. Bu açıdan Filistin şimdiye dek hiç bu kadar izole olmadı.

2010 yılında İletişim Yayınları’ndan çıkan “Ortadoğu: Bir Şiddet Tarihi” kitabınızda, Aralık 1987-Eylül 1993 arasındaki Birinci İntifada bahsinde şöyle diyorsunuz: “Birinci İntifada’nın insani kayıplar bilançosu oldukça ağırdır: İsrail ordusu taşlara karşı gerçek mermiler kullanır. 241’i çocuk, 1.162 Filistinli öldürülür (İsrail’le işbirliği yapmakla suçlanan 500 kişi de bizzat Filistinliler tarafından infaz edilir). 18.000 kişi yaralanır, 175.000 kişi tutuklanır. Kayıtlara geçen 23.000 işkence vakası kötü muamelenin ‘işgalci-işgal edilen ilişkilerinde bir tarz’ haline geldiğini göstermektedir. İki bin ev İsrail kuvvetleri tarafından yıkılır. İsrail ordusu Filistin bayrağının ve Arafat portrelerinin asılmasını da yasaklar. Filistinliler ise beşi çocuk 140 İsrailliyi öldürürler.” 7 Ekim’de başlatılan savaşın, yöntem açısından bakıldığında Birinci ve İkinci İntifada’dan farkı ne?

1948’den beri hiçbir zaman tek bir günde bu kadar insan öldürülmedi. Hamas tarafından öldürülenlerin çoğu sivil ve çok büyük bir kısmı dans partisine katılan gençler. Sırf bu nedenle de Birinci İntifada’yla 7 Ekim’deki yöntem kesinlikle birbirine benzemiyor. İkincisi; Hamas bu işe bir yıldır hazırlandığını ve İsrail’i “biz sadece ekonomik gelişme istiyoruz, onun dışında bir hedefimiz yok” diyerek kandırdığını söylüyor. Bu geleceğe dair ciddi bir güven kaybı anlamına geliyor. Yarın artık hiç kimsenin Hamas’a güvenmesi söz konusu olmayacak. Ayrıca koşullar da Birinci İntifada dönemiyle aynı değil.

ARTIK ÖNEMLİ OLAN NE DÜŞÜNDÜĞÜMÜZ DEĞİL, ÜRETTİĞİMİZ SÖYLEMİN İŞİTİLEMEZ HALE GELMESİDİR

Nasıl değil?

Birinci İntifada döneminde Sovyetler Birliği çöküyor, Soğuk Savaş sona eriyor, Ortadoğu’da taşlar yerinden oynuyordu. O dönemde her şeye rağmen İsrail’de de bir sol hareket vardı. Keza dünya çapında bir sol hareket vardı ve Filistin davasının meşruiyeti, Güney Afrika’daki direnişin meşruiyetiyle birlikte ilerliyordu. Yani tarihsel koşullar şimdikiyle mukayese edilemeyecek kadar değişikti. Öte yandan şu anda önemli olan artık bizim ne düşündüğümüz değil; ürettiğimiz söylemin işitilemez hale gelmesidir.

7 Ekim’den sonra İsrail’in Gazze’de yaptığı katliamlar ve giderek etnik temizlik harekâtına dönüşen saldırganlığı nasıl oluyor da Filistin davasının meşruiyetinin uluslararası arenada hâkim hale gelmesine yol açmıyor?

2008’i, 2014’ü, 2020’yi ele alınız; hepsinde İsrail saldırılan değil, saldıran kuvvet olarak görülüyordu. Şu anda ise İsrail saldıran değil, saldırılan güç olarak algılanıyor. Bu algının kendisi çok önemli; çünkü artık bizim gibi Filistin davasının meşruiyetine inanan, bunu bilen, söyleyen insanların sesi duyulmuyor. Başta da söylediğim gibi, Hamas’ın yaptığını hiçbir şekilde kabul edemem ama esas mesele artık bunun ötesinde; Filistin lehine seslerin ve söylemin işitilemez hale gelmesi. Binden fazla İsraillinin öldürülmesi çok büyük bir trajedi ama on gün içinde üç bin beş yüz Filistinli öldürüldü ve Gazze yok ediliyor. Kara harekâtı olsa da, olmasa da, artık bu savaşın sonunda Gazze’den ne kalacak, belirsiz.

osman-cakli-arti-yazi-2023-10-21t231112-775.jpg

GAZZE’NİN FÜTÜRÜST FİLMLERDEKİ GİBİ, ÇETELERE TESLİM OLMUŞ BİR SAHAYA DÖNÜŞTÜRÜLMESİ SÖZ KONUSU

Sizce ne kalabilir?

Sadece etnik temizlik değil, Gazze gibi bir sahanın tümüyle hukuksuz, iktidarsız, çetelere teslim olmuş bir sahaya dönüştürülmesi söz konusu.

Ne tür çeteler?

İktidarın kalmadığı, herkesin kendi başına iktidar olduğu, şu veya bu şekilde hayatta kalmaya çalıştığı, Children of Men türü fütürist filmlerdeki çeteler gibi… Kimsenin kontrol edemediği ama herkesin çeteleşme yoluyla ayakta kalmaya çalıştığı bir saha haline gelebilir Gazze. Eğer üç ay daha bombalanırsa; Gazze’den, Hamas’tan, İslami Cihat’tan ne kalacak, bunu bile bilemiyoruz. Yani Gazze için etnik temizlikten çok daha büyük bir tehlike var.

Peki buna karşı ne yapmak gerekiyor?

Bir kere savaşın durdurulmasını muhakkak sağlamak gerekiyor ama bunun pek mümkün olmadığını da görüyorum.

İSRAİL’İN 7 EKİM GÜNÜNE KADAR BİR HEDEFİ YOKTU

Sizce İsrail ne hedefliyor?

İsrail’in 7 Ekim gününe bir hedefi yoktu. Çünkü İsrail “biz bu Gazze işini zaten yürütüyoruz, onlar arada bir roket gönderiyor, biz de bunlara savaş uçaklarıyla cevap veriyoruz, on gün savaş sürüyor ve sonrasında yeni bir statüko oluşuyor, biz de yolumuza devam ediyoruz” diye düşünüyordu. İsrail’in 7 Ekim öncesinde sahip olabildiği çerçeve buydu. Ama bugün İsrail artık Gazze’yi yok etmeyi hedefliyor. Yani hedef sadece İslami Cihad’ın ve Hamas’ın yok olması değil, en ufak bir iktidara sahip olmayan bir Gazze’nin oluşturulması. Bu da zaten Gazze’nin yok edilmesi anlamına geliyor. Bunun da sorumlusu büyük ölçüde Hamas. Çünkü her şeye rağmen statüko devam ediyordu ama artık bunun devam edebilmesi çok zor. İsrail’in hedefi bir direniş gücünün, hukukun, iktidarın olmadığı, fakat herkesin kaderine terk edildiği bir alan. İsrail bu konuda henüz açık bir strateji belirlemedi ama “Hamas’ı, İslami Cihad’ı yok edeceğiz” denmesi, iktidar alanının olmadığı bir Gazze anlamına geliyor. Tekrar vurguluyorum; etnik temizliğin ötesinde bir şeyle karşı karşıyayız. Ve maalesef artık buna karşı sesler ve argümanlar işitilmiyor.

Avrupa’daki Filistin yanlıları bu anlamda ne durumda?

Şu ana kadar Avrupa’da Filistin yanlıları hiç bu kadar izole olmamıştı.

MARTİN BUBER VE HANNAH ARENDT BÖYLE BİR FELAKET OLABİLECEĞİNİ DAHA 1950’LERDE, 60’LARDA GÖREBİLMİŞTİ

17 Ekim günü eski başbakan Ahmet Davutoğlu, Avrupa’nın Holokost dolayısıyla Yahudilere ve dolayısıyla İsrail’e karşı bir suçluluk duygusu içinde olduğunu, bu nedenle de İsrail’e karşı ses çıkarmadığını söylüyordu. Öte yandan Yahudi soykırımını yapan Avrupa’nın şimdi de Holokost’a maruz kalan Yahudileri Filistin halkına yönelik soykırımda desteklediklerini söyleyenler de var. Dolayısıyla bunun Batı medeniyeti denen ideayı çökerttiği veya Batı’nın ikiyüzlülüğünü dışavurduğu söyleniyor. Hamas’ın sivilleri de hedef alan bir saldırı gerçekleştirdiği açık. Ama sonuçta Hamas bir örgüt, İsrail ise uluslararası hukuka, savaş hukukuna tabi olduğu düşünülen bir devlet. İsrail hastane bombalıyor, çocuk, yaşlı, hasta demeden sivilleri katlediyor… Bu açıdan İsrail’in, Hamas’ın 7 Ekim’de yaptığı katliamı tartışmayı bile mümkün kılmadığı söylenebilir mi?

f8-o7yuxyaal-ec.jpg
Hannah Arendt

Martin Buber ve Hannah Arendt gibi filozoflar geçmişte Yahudilerin başına gelenlerin bugün Filistinlilerin başına gelme riskinin olduğunu çok açık bir şekilde dile getiriyorlardı. Martin Buber siyonistti, Hannah Anendt değildi. Fakat her ikisi de böyle bir felaketin mümkün olabileceğini, bunun Yahudiler için ciddi vicdani sorunlar yarattığını 1950’lerde, 1960’larda görebilmişlerdi. Dilerseniz referanslarım daha çok bunlar olacak. Bahsettiğiniz Türk siyasetçiyi ise referans almaya değer görmüyorum. Çünkü onun adı her geçtiğinde Sur’u ve Cizre’yi hatırlıyorum. Öte yandan 7 Ekim maalesef Filistin davasının meşruiyetinin kaybedilmesinde bir katalizör oldu. 2020’de yine Gazze’de bir savaş çıktığında İsrail’e gösterilen tepkilerle şimdiki tepkiler arasında mukayese bile yapamıyoruz.

Batı toplumlarının tutumuna gelirsek…

Holokost Avrupa’da yaşandı ve bunu Avrupalı bir devlet yaptı. Bunun yarattığı bir vicdan sorunu olduğu ve bunun da en azından bazı koşullarda İsrail’in eleştirilmesini engellediği açık. Bazı koşullarda diyorum, çünkü tarihsel dönemler bunun mutlak olmadığını gösteriyor. Örneğin Birinci İntifada döneminde Filistin davasının meşruiyeti bırakın Avrupa’yı, Amerika tarafından bile kabul ediliyordu. Her ne kadar çok eleştirsek de Oslo Barış Görüşmeleri de bunun bir sonucuydu. İkinci İntifada’da Filistinli aktörler eleştiriliyor ama Filistin davasına sempati dile getiriliyordu. 7 Ekim itibariyle artık bu da ortadan kalktı.

BATI’DAKİ ‘BİZ VE ONLAR’ ALGISININ BİR BENZERİ HAMAS’TA DA VAR

Hamas İslamcı bir örgüt olduğu için mi?

O da bir olgu. Son zamanlarda Avrupa’da cihadi kökenli çok büyük şiddet olayları yaşandı. Bu şiddet olayları da öznellikleri itibariyle birbirine bağlanarak yorumlandı. 7 Ekim sonrasında Fransa’da bir öğretmenin, Belçika’da iki İsveçlinin öldürülmesi de Avrupa’da “karşımızda demokrasiye, yaşam biçimimize düşman ve aynı zamanda Filistin’de İsraillileri öldüren cihadist bir hareket var” algısını güçlendirdi. Burda tamamlanan bir yorum söz konusu.

Aynı şekilde 7 Ekim sonrasında ABD’de 6 yaşındaki Filistin asıllı bir çocuk bıçaklı saldırıyla katledildi, annesi de yaralandı…

Tabii, Biden de bunu sert bir şekilde kınadı. Öte yandan az önce bahsettiğimiz bağlamda, son yıllarda, 2015’teki Paris Bataclan konser salonu saldırısı gibi Avrupa’da yüzlerce kişi cihadist saldırılarda öldürüldü. Bu saldırıların tümü üst üste getirildiğinde, Batı toplumlarının, onların siyasilerinin ve entelektüellerinin bir kısmının nazarında “bizi yok etmek isteyen cihadist bir hareket, ortak bir düşman var” algısı yaratıyor. Filistin’de Hamas’ın, İslami Cihad’ın bunlara karşı çıkmaması, aksine bunları desteklemesi de Batı’da “bizler ve onlar” algısını güçlendiriyor. Fakat bu algının bir benzeri Hamas’ta da var.

Nasıl var?

Hamas ve İslami Cihad açısından da “biz ve Batı” var. Humeyni de açıkça “bir medeniyet savaşından” bahsediyordu. Bin Ladin “tabii ki bir medeniyet savaşının içindeyiz” diyordu. İslamcı örgütlerin de meseleye bu şekilde yaklaşmaları, sivillerin öldürülmesi, IŞİD’in 2014-2017 dönemindeki katliamları, Batı’da hep aynı çerçevede okunuyor.

HAMAS’INKİ BİR İNTİHAR EYLEMİ DEĞİL, DÜNYA TARİHİNİ EYLEMİN TARİHİNE İNDİRGEYEN ANLAYIŞTI

Fakat İsrail tarafından kuşatılmış, gettoya dönüştürülmüş, yoksulluk ve açlıkla sınanan Gazze halkı açısından meseleye bakıldığında, durum bundan farklı görünüyor. Siz “Ortadoğu: Bir Şiddet Tarihi” kitabınızda intihar eylemlerini de çok tartışıyorsunuz. Hamas’ınkini bir intihar savaşı olarak tanımlasak bile, onu buna iten dışsal unsurları akılda tutmak gerekmiyor mu? Bir insanı, bir örgütü intihar eylemine sürükleyen tek şey onun içsel duygusu, ideolojisi değil, onun içsel duygusunu ve ideolojisini de etkileyen dışsal unsurlar değil mi?

Elbette çok sayıda unsur söz konusu. Fakat bir kere 7 Ekim’de Hamas, büyük ihtimalle bir intihar saldırısı duygusu içinde değildi. Hamas’ı buna iten, “şu anki zamanda kazanacağımız zafer her şeyi belirleyecek andır” anlayışıydı. Dünyanın tarihini, eylemin gerçekleştirildiği zamana indirgeyen anlayış, dünyadaki radikalizm hareketlerinde çok sık görülen bir olgu. Bu anlayışın bedeli genelde çok büyük oluyor. Gelelim İsrail’e eleştirisine… İsrail’in eleştirilmesi, çok sert eleştirilmesi gerekiyor. Şu anda artık sesimiz ne kadar işitilebilir bilemiyorum ama bunu zaten sürekli yapıyoruz. Filistin’de olan şey sadece kolonyal bir olgu değil. Bu kolonyal olgunun içinde aynı zamanda Gazze’nin bir hapishaneye çevrilmesi, Batı Şeria’da Filistin’den kalan bölgelerin imha edilmesi, İsraillilerin Araplara yönelik ayrımcılığı, İsrail’in sadece hakim etnik grubun faydalanabildiği bir “etno-demokrasi” oluşturması var. Yine bu olgunun içinde İsrail’deki “etno-demokrasinin” de giderek askeri bir demokrasiye dönüştürülmesi ve Netanyahu’nun hukukla ilgili düzenlemeleriyle İsrail’de demokrasinin çökmesi bulunuyor. Dolayısıyla başta da söylediğim meseleye İsrail eleştirisiyle başlamak elbette şart ve bu bağlamda söylenecekler sayfaları bulabilir.

hamsa1-780x470.jpg

Siz en son ne zaman Filistin’e gittiniz?

Filistin’e gitmeyeli dört yıl oldu. Ama dört yıl önce gittiğimde de büyük bir üzüntüyle dönmüştüm. Çünkü yenilginin sonucu olarak çok büyük bir yıkım ve derin bir melankoli hâkimdi Filistin’de.

Gazze’ye mi gitmiştiniz?

Batı Şeria’nın tümünü dolaştım ama Gazze’ye gidemedim ne yazık ki.

FİLİSTİN DAVASI SADECE DİASPORADA SÜRDÜRÜLEN BİR MÜCADELEDEN İBARET KALABİLİR

Derin melankoliden kastınız ne?

Ne yazık ki bilinçli bir şekilde yaşanan bir melankoliden bahsediyorum. Filistin gençliğinin bireyselleşmesi, ya da kendini eski referanslarda bulamaması ve bazı Filistinli gençlerin de buna tepki olarak radikalizme kayması söz konusu. Filistinli entelektüellerinin de büyük bir kaderciliğe kaydığını gözlemlemiştim. İbn Haldun yenilen halkların tarihi hakim halkların tarihine bağlıdır, bir boyunduruk söz konusudur, diyordu. Üstelik maalesef bu çok zor koşullarda Filistin’den çok şey istememizin gerekmesi de ayrı bir trajedi.

Ne tür şeyler istemek gerekiyor?

Filistinlilerin yeni bir alternatif bulması ve yeni bir Filistin alternatifinin oluşturulması. Bu yeni alternatif Hamas, Cihadi İslam Hareketi, tamamen bir kleptokrasiye dönüşmüş olan Filistin (yağma, hırsızlık düzeni- İ.A.) yönetimi olamaz. Filistin halkının yeni bir alternatife sahip olması, yeni sesler üretmesi, davasını yeniden meşrulaştırması gerekiyor. Üstelik de bunu, bu alternatifleri yaratma imkânlarının en az olduğu mevcut şartlar içinde yapması gerekiyor. Bir taraftan yenilmişsiniz; elinizde hiçbir imkân yok. Elinizdeki tek kaynak tarihsel bir söylem ve melankoli. Ama bu yenilgiden çıkarak yeni alternatifler yaratmanız gerekiyor. Korkunç bir şey bu!

Eğer bu alternatifler üretilemezse, ne olur?

Bu durumda Filistin davası maalesef sadece diasporada sürdürülen bir mücadeleden ibaret kalabilir.

İRAN’IN, HİZBULLAH’IN, MISIR’IN KALKIP FİLİSTİN’İ SAVUNACAKLARINI DÜŞÜNMÜYORUM

Yeni alternatiflerden kastınız Filistin Kurtuluş Örgütü benzeri, daha seküler ya da sol tandanslı hareketler mi?

İnsan haklarını da gözeten, entelektüel bir boyutu olan, gençliğe yeni bir ufuk sunabilen, eğer bu savaşın sonunda Gazze’den bir şey kalabilirse oraya bir umut verebilen, uluslararası kamuoyu nezdinde meşruiyet sağlayacak söylemler geliştirebilen alternatiflerden bahsediyorum.

Askeri alternatifler mi bunlar?

Askeri alternatiflerden bahsetmiyorum. Çünkü Filistin’in askeri açıdan şu anda bir şey yapabileceğini, dahası İran’ın, Hizbullah’ın, Mısır’ın kalkıp Filistinlileri savunacaklarını veya savunmak istediklerini de düşünmüyorum. Öte yandan bu alternatifleri şu aşama için işaret etmiyorum; henüz bunu düşünecek, tartışacak durumda bile değiliz. Demin de söylediğim gibi, yaşadığım hüzün ve acı nedeniyle bir yorum yapmakta bile zorlanıyorum. Üç ay sonra Gazze ve bir bütün olarak Filistin’in ne halde olacağını bile öngöremiyoruz. Ama orta vadede Filistin’in kendisini yenileyebilmesi şart. Üstelik de bunu en ağır yenilgi koşullarında yapması gerekecek.


Yarın: İsrail’e cevap Karl Marks’ta; Başka bir halkı ezen halk özgür olamaz

Önceki ve Sonraki Yazılar
İrfan Aktan Arşivi