Yiğit Bener
Havlu atasım var!
Bir zamanlar… Yani çok eskiden… Gerçi, şimdi düşünüyorum da… Bana dün gibi gelse dahi çok zaman geçmiş üzerinden… Dile kolay, neredeyse yarım yüzyıl! Her neyse, demem o ki bir zamanlar psikiyatr olmak istemiştim.
Niye diye sorarsanız… Eh, o zamanlar yaş 17. Önümde üniversite giriş sınavı var. Meslek seçmem gerek. Meslek nedir onu biliyor muyum diye soran yok. Babamın kütüphanesinde psikolojiyle ilgili bir sürü kitap vardı. İki dilde. Aralarında Freud, Jung, Adler, Fromm… Ben de meraklı bir çocuğum.
Okuduklarımı ne kadar anlıyorum, o başka mesele. Konular ilginç. Havalı. Psikoloji, psikiyatri, psikanaliz, kuram, iş, meslek, hepsi kafamda bir. Psikoloji fakültesine niyetleniyorum. Babam "boş ver, psikiyatr ol dahi iyi" diyor, "ama onun için önce tıp okumalısın…"
Kolayca kandırılıyorum. Listeye sadece tıp yazıyorum. Babam saçını başını yoluyor: "Saçmalama evladım, ya yeterli puanı tutturamazsan? Vur deyince öldürüyorsun!" Ailede bir "tıp laneti" olduğunu, önce dedemim sonra babamın doktor olmak isteyip beceremediklerini, benim de kuyruğuna kadar yüzsem de sonunda beceremeyeceğimi henüz bilmiyorum.
Uzun lafın kısası, hâlâ ucundan meraklıyım ama psikiyatr değilim. Ben sadece kendi halinde bir yazarım. O da zaten meslek değil.
Dolayısıyla bundan sonra yazacaklarımın herhangi bir bilimsel temeli yok. "Subliminal mesaj" vermeye falan da çalışmıyorum. Anlam verip anlamlandırma iddiasında bile değilim. Keşke olabilsem. Ben sadece…
"Sadede gel!" diyor bana beynimin kuytusundaki sabırsız okurun sesi. Ah ah! Ele almaya çalıştığım kıssanın bir hissesi ya da meali olsa gelmez miyim? Klavyesi düşük sayılırım ama o kadar da değil! Buyurun kendiniz karar verin:
Konumuz, bir gazete haberi. Yorum katılmamış özeti şöyle: "Kayseri'de İranlı Mohammad Reza K.'nın, 19 Mayıs Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı'nda balkonuna astığı İngiliz bayrağı desenli havlusu mahallenin tepkisine neden olunca polis çağrıldı. Mahalleye gelen polis ekipleri, Reza K.’yı gözaltına alırken sosyal medyaya yansıyan olay sonrası Kayseri Valiliği, şahıs hakkında işlem başlatıldığını belirten bir açıklama yayınladı." (Söz konusu gazete Zaytung değil, her yerde yayımlandı.)
Bir komşunun cep telefonundan çektiği video görüntüleri de mevcut internette:
Sıradan, genişçe bir caddede dizili yedi sekiz katlı apartmanlar. Polis, turuncu tişörtlü sıska bir delikanlıyı omzundan ve kolundan sıkıca kavramış araca götürüyor. Sahneyi balkonlarından izleyen mahalleli polisi alkışlıyor, genci yuhalıyor. Derken mavi tişörtlü biri hızla ve hınçla polis aracına yöneliyor. Belli ki niyeti gözaltına alınan genci darp etmek. Polis güçlükle engel oluyor. Başkaları da geliyor. Yuh sesleri… Kimsede maske yok tabii. Bağırış çağırış. İtiş kakış. Polisler ortalığı zor yatıştırıyor. Apar topar arabaya binip uzaklaşırlarken camilerden yüksek sesle ezan başlıyor.
Sonrasında serbest bırakılan Reza K. olayı şöyle açıklıyor: ''1,5 yıldır zaman zaman Türkiye’ye geliyorum. Kayseri’ye de Sivas’tan geldim, işim yok, çalışmıyorum. Kayseri’de arkadaşlarım var, (…) misafir gelmiştim. Kuruyemiş almıştık, içki içiyorduk. Havluyu yere koymuş çerezleri orada yiyorduk. Balkona havluyu silkelemek için çıkmıştım. Havluyu silkelerken herhalde bayrak sallıyorum sandılar."
Valilik adına yapılan ikinci açıklamada şöyle deniyor: "Şahsın farklı bir amaç gütmediği anlaşılmış ve durum tutanak altına alınmıştır."
Psikiyatr olmayı, hatta koskoca profesör olmaya beceren yakın dostlarım var. Absürt kavramına meraklı olduğum için arada soruyorum onlara: Ağır psikotik hastaların tedavi gördükleri bir koğuşta görev yaparken hiç gerçeklik kavramını sorguladıkları oluyor mu?
Takip ettikleri hastalar arasında, örneğin Milos Forman’ın Guguk Kuşu filminde ya da Peter Shaffer’in Küheylan adlı oyununda irdelenen türden vakalarla karşılaşıyorlar mı? (Guguk Kuşu tam üniversite sınavına girdiğim yıl gösterime girmişti; başrollerde Louise Fletcher ve Jack Nicholson muhteşemdi. Küheylan’ı ise lise sondayken izlemiştim; Kerim Afşar ayrı, Mehmet Ali Erbil ayrı büyülemişti.) Kimin gerçekten ruh hastası, kimin akıllı olduğu konusunda hiç mi tereddüt etmezler? Hani: "Dünya deli dolu bir tımarhane, oysa hastane koğuşundaki deli gömlekli bilgeler…"
Dostlarım olgun insanlardır. Tatmin edilememiş hevesleri olanlara anlayışla yaklaşmasını bilirler. Koğuşlara zaman zaman ilginç vakalar gelse bile, onların meseleye hekim gözüyle bakmak zorunda olduklarını, dolayısıyla hastalarının söz ve davranışlarının ilginçliğine, absürtlüğüne değil, ne ölçüde semptom olup olmadıklarına, hastalığın seyri ile ilgili nasıl bir bilgi verdiklerine odaklandıklarını açıklarlar hep bana. Zaten fazlasını söylemelerine meslek sırrı izin vermez.
Prof. Dr. Özcan Köknel’in yanında Çapa Tıp’ta gönüllü olarak staj yaptığım yaz, psikiyatri polikliniğe gelen bir vakayı anımsadım. Benim yaşlarımda bir üniversite öğrencisiydi, ürkekti, suskun. Devrimci olduğunu, bu nedenle okuldaki ve mahalledeki faşistler tarafından tehdit edildiğini belirtmişti. Polis de arıyormuş onu, bir arkadaşının evinde saklanıyormuş. Aşırı gergin olduğu için uyuyamıyormuş, uyku ilacı istemek için gelmiş. O dönem birçoğumuz için geçerli olabilecek, anlaşılır bir durum.
Sevgili Özcan Hocanın ustalığı ve güven aşılayan yatıştırıcı gülümsemesi olmasa belki de o genç ilk yarım saatin sonunda asıl derdini açmayacaktı bizlere. Yani radyoda haberleri dinlerken zaman zaman tuhaf sesler de duyduğunu, özel olarak ona yönelik şifreli mesajlar aldığını, uzaylıların peşinde olduğunu, vb…
Sadede gelecek olursak, Kayseri olayının haberini okuduğumdan beri ciddi bir tereddüt içindeyim: Artı Gerçek’teki arkadaşlar hakkımda yanlış bir izlenime kapılmış olsalar gerek, bana bir köşe emanet ettiler. Ben de onlara karşı mahcup olmamak için altı aydır her hafta aksatmadan yazmaya çalışıyorum.*
Gelgelelim, şimdi ben bu haberin nesini nasıl analiz edeyim? Balkonlardaki vatanperver duyarlı komşuları anlamak kolay. Çok şükür memlekette onlardan çok var. Anti emperyalist duyarlılıkları, Atatürk devrimlerine bağlılıkları su götürmez ve takdire şayan. Lakin o İranlı gence ne demeli?
Madem işsiz, ne işi var burada? Hangi "normal" insan Türkiye’de iş bulacağını sanacak kadar gerçeklik duygusundan uzaklaşır? Sonracığıma: İranlı bir genç, hem de XXI. Yüzyılda, neden İngiliz bayrağı desenli bir havlu satın alır? Orasını burasını böyle bir çaputla nasıl kurular? Hangi aklı evvel Kayseri’de ramazan ayında hem de güpegündüz, uluorta balkonda içki içer? "Tam yabancı" olsa hadi yine anlarım, "bilemezdi ne yapsın" derim… Ama çocuk üstelik İranlıymış! Komşu komşuyu kendi gibi bilmez mi? Ve neden içkiye eşlik eden kuruyemişlerinin kabuklarını o İngiliz bayrağı desenli havlusunun üstüne atarlar? Başka yer mi yok? Bir küllükleri de mi yok koca evde? Havlunun pisleneceği ve silkelemek zorunda kalacağı besbelli değil mi? Henüz top atmadan, ezan okunmadan balkondan aşağı havlu silkelemek caiz midir, çevreci midir?
Demem o ki, bu vakayı okuyunca Artı Gerçek’te köşe sahibi olmak için yeterince yetkin ve yetkili olmadığım kafama dank etti: Hevesle olmuyor bu işler. Ben psikiyatr değilim, öyle bir yetkinliğim yok. Zaten hiçbir hasta yardım için bana başvurmuş, talepte bulunmuş değil. Kaldı ki burası ağır psikotiklerin tedavi edildiği bir hastane koğuşu değil, memleket! Vatan! Ayrıca Tolga Karaçelik’in yeni absürt komedisi için sahne çekimi provasında bile değiliz: Sağda solda eşinerek gezinen, bazen de havaya uçan tavuklar yok… İnsanlar ölüyor gerçi, hem de çok sayıda. O başka mesele.
Sonuç olarak, ehil ve yetkili olmadığım konularda her hafta görüş bildirmeye ne hakla devam edeceğim? Ya birisi sonunda beni de ihbar edip şikâyette bulunursa? İddianamede yer alacak olan ciddi suçlamalar karşısında "absürt komedi merakımı" temel alan bir savunma kimi kandırır? Vatan haini olmadığıma kimi ikna edebilirim, hele böyle absürt bir mazerete sığınarak?
Özetle, havlu atasım var. Ama önce havlunun üzerinde herhangi bir sakıncalı desen olup olmadığını kontrol etmem gerek. Bayrakaşığı değilim çok şükür (hele İngiliz bayrağı!) ama ne olur olmaz, gözden kaçar ya da sakınan göze çöp batar…
Paranoyak olmanız, takip edilmediğiniz anlamına gelmez demiş atalarımız.
Tam istifamı kaleme alıp yazı işlerine yollamak üzereydim ki, köşe komşularımdan Ragıp Duran’ın yazısının başlığı çarptı gözüme: "Er Abuzittin’i Kurtarmak…"
Nasıl rahatladım, bilemezsiniz.
Oh, çok şükür, neyse… Bir tek ben değilmişim! Ve daha da bin şükür: Meğer doğru yerdeymişim… Sağlam koğuşta yani. Neyse ki… Neyse ki… Çok şükür.
Ooo… Günaydın Doktor Hanım, hoş geldiniz, bugün nasılsınız? Hemşire Hanım söylemiştir belki, ilaçlarımı değiştirmenizi rica edecektim… Doğru, haklısınız, bu ilaçlarla yarım yüzyıldır idare ediyorum, ayakta durabiliyorum… Lakin Doktor Hanım bildik doz artık yetmiyor… Vallahi de yetmiyor, billahi de! Niye yalan söyleyeyim? Öyle maalesef, öyle… Yani, rica etsem…
*Altı aydır yazımı ilk kez geçen hafta teslim edemedim, çünkü Artı TV için yaptığın günlük programı yetiştireyim diye gece gündüz çalışırken yazmaya zamanım kalmadı. Söylemesi ayıptır, izlemesi sadece "beş dakika" sürüyor ama… Her neyse, kendim kaşındım, yakınmaya hakkım yok. Zaten sonunda "5 dakika ara"yı haftada üçe indirdik neyse ki, artık kafamı kaşıyabiliyorum. Kalem bile tutabildim.