Levent Köker
Hem dayanışma, hem ayrımcılık, hem insan onuru, hem toplama kampı!
Dört Alman profesör, Nicole Deitelhoff, Rainer Forst, Klaus Günther ve Jürgen Habermas, yaklaşık olarak bir hafta önce, “Dayanışmanın ilkeleri. Bir açıklama” başlığı altında, İsrâil’e destek veren mâhiyette bir beyanda bulundular. Hem söyledikleri ve tabiî söylemedikleri ve hem de söyleyiş tarzları hayli ilgi ve epey de tepki topladı. Aşağıda, bu metnin bir özetini verdikten sonra, metin hem kendi içinde ve hem de Filistin sorununu da içine alan ama bu sorundan ibâret olmayan genel bir demokrasi ve insan hakları mes’elesine de bağlanan bâzı sorunlara değineceğim.
“DAYANIŞMANIN İLKELERİ”
Açıklamanın daha birinci cümlesi, “Hamas’ın aşırı vahşeti ve İsrâil’in buna tepkisinin yarattığı mevcut durum” diye başlıyor; “aşırı vahşet” Hamas’a yapıştırılırken, İsrâil’inki “tepki”den ibâret, o tepkide bir aşırılık görülmüyor. Bu “mevcut durum”, açıklamanın sâhiplerine göre, ahlâkî ve siyâsî tepkilere ve “çelişkili açıklamalara” yol açmış. Bu çelişkili açıklamaların “arasında, tartışılmaması gereken bâzı ilkelerin olduğuna inanıyoruz” diye sözlerini sürdüren düşünürlerimiz, bu “ilkelerin” aslında “İsrâil’deki ve Almanya’daki Yahudilerle doğru anlaşılmış bir dayanışmanın temelini” oluşturduğunu ileri sürüyorlar.
Düşünürlere göre Hamas’ın “genel olarak Yahudi yaşamını ortadan kaldırma” gibi “îlân edilmiş bir niyet”i var ve yaptığı katliamlar da bu niyetin bir sonucu. Bunun netîcesi olarak da İsrâil “misilleme” yapıyor ve İsrâil’in buna “ilkesel olarak” hakkı var ancak, bu misillemenin uygulanış tarzı tartışma yaratabiliyor. “Orantılılık, sivil kayıpların önlenmesi, nihâî amacın barış olması” gibi ilkeler bu misillemeye yön vermelidir diyorlar. Ve, evet ve bu kısa açıklamada ilk kes Filistin halkından söz edildiği yerde, “Filistin halkının kaderiyle ilgili tüm endişelere rağmen, İsrâil’in eylemlerine soykırım niyetleri atfedildiğinde, düzgün bir akıl yürütme yapılamayacağı” ileri sürülüyor.
Sonra, birdenbire İsrâil’in eylemleriyle Yahudi karşıtlığı arasında bağ kuruluyormuş gibi yapılıp böyle bir şeyin olamayacağı, olmaması gerekitği vurgulanıyor. “Almanya’daki Yahudilerin bir kez daha hayâtî tehlikelere uğraması ve sokaklarda fizikî şiddetten kormak zorunda kalması kabû edilemez” cümlesinin ardından, Federal Almanya Anayasası’nın temelini oluşturan “insan onuru”na atıf yapılarak, bu anayasal temel üzerine kurulu Federal Almanya’nın “demokratik ethos”unun “herkes”e “ırkçı hakarete karşı korunma” sağlayan eşit haklarla bezeli olduğuna dikkât çekiliyor. Bunun, Nazi dönemindeki “kitlesel suçlar”ın bir daha yaşanmaması içil elzem olduğuna işâret edilirken, “Yahudi yaşamı ve İsrâil’in vâr olma hakkını” savunmanın da temel bir değer niteliği taşıdığı ileri sürülüyor.
AÇIKLAMANIN İÇ SORUNLARI
“Dayanışmanın ilkeleri” başlıklı açıklama hiç uzun değil ama içinde olanlar ve olmayanlar, üzerinde uzun boylu durmayı gerektiren sorunlarla yüklü.
Herşeyden önce bu açıklamada bir “Filistin sorunu” yok. İsrâil’in meşrû müdafaa pozisyonunda olduğunu iddiâ eden metin,”Filistin halkının kaderiyle ilgili tüm endişeler”i “rağmen” edatıyla dile getirmekle yetiniyor ama “bir halkın mareniyle ilgili endişelerin nereden kaynaklandığı” sorusuna değinen ilâç için bir kelimecik bile yok. Neden? Federal Almanya Anayasası’nın temelini oluşturan “insan onuru”nun gereği diye sunulan “herkese eşit” tanınmış hürriyet içinde vâr olma da dâhil tüm temel haklar, “Filistin halkının kaderi”, yâni özgürce ve onurluca vâr olma hakkının etkili bir biçimde hayâta geçirilmesi ile ilgili sorunlar bu metinde neden yok?
İsrâil’in eylemleriyle Yahudi karşıtlığı (anti-Semitizm) arasında bu açıklama metninde ileri sürülen bağ nereden çıkıyor? “İsrâil Devleti” ile Yahudilik özdeş değil ki! Yüzbinlerce Yahudi ,hem İsrâil’de, hem başta ABD olmak üzere tüm dünyâda “İsrâil Devleti’nin eylemleri”ni kınamıyor, Filistin halkının varlık mücâdelesine destek verip, “özgür Filistin” için bayrak açmıyor mu? Söylemek kolay değil ama, bu kadar saygın akademik insanlar, acaba İsrâil Devleti’nin 2018’de kabûl ettiği “temel yasa” ile kendisini bir “Yahudi devleti” diye nitelemesini doğruluyorlar gibi geliyor bana. Oysa bu “temel yasa”, İsrâil Yüksek Mahkemesi her ne kadar hukuka aykırılığı iddiâsını reddetmiş olsa da, nüfusunun beşte birine yakını Arap, Müslüman ve Hıristiyan vatandaşlardan oluşan bir toplumda, açıkça ayrımcı ve ırkçı bir norm getiriyor. Ne Almanya’nın “insan onuru” kavramıyla, ne Avrupa’nın, ne de Birleşmiş Milletler’in “insan hakları” öğretisiyle uyum kapasitesi olmayan bir “apartheid devleti”nin oluştuğunu, İsrâil’de ve dünyânın muhtelif yerlerinde yaşayan yüzbinlerce, belki milyonlarca Yahudi’nin görmesine rağmen, bizim düşünürlerimiz görememiş olabilirler mi?
Ya işgâl? Hâliyle, “Filistin halkı”nı “rağmen” edatına bağlayan, diye bir sorunu ise hiç dile getirmeyen profesörlerimiz, İsrâil’in “işgâl” ve “yerleşimcilik” siyâsetine de değinememişler. Filistin coğrafyasında şu anda biri uluslararası tanınmaya sâhip “İsrâil Devleti”, diğeri BM’de Gözlemci Üye sıfatıyla tanınmakta olan “Filistin Devleti” olmak üzere iki devlet bulunuyor. Açıklamada, bu iki devletliliğin izi bile yok. Oysa, biraz dikkatli bir göz, biraz harita bilgisi, Filistin Devleti’nin ülkesinin birbirinden koparılmış Batı Şeria ve Gazze topraklarından oluştuğunu görür, bu iki bölgenin arasında sürekli işgâl ve yerleşimcilik siyâsetiyle genişleyen hattâ Batı Şeria’yı da kısmen işgâl altında tutan İsrâil’in Gazze’yi nasıl dünyânın “en büyük açık hava hapishanesi”ne dönüştürdüğünü fark ederdi.
GAZZE, HAPİSHANE Mİ, KAMP MI?
İsrâil’in Filistin’de 1948’den bu yana süren varlığının bugün geldiği nokta, haritanın mukayeseli olarak incelenmesiyle de görülebileceği gibi, sürekli bir yayılma, yâni sürekli bir işgâl politikasını göstermektedir. Bu çok açık, çok belirgin noktaya eşlik eden bir diğer husus ise, 75 yıldır süren bu yayılmacılığın önemli bir referansını Yahudilik inancı oluşturmasıdır. Daha doğrusu, Yahudilik inancında “vaadedilmiş ülke”nin Filistin olduğu ve bu “vaad”in ancak Filistin’in bütününde bir Yahudi Devleti kurularak gerçekleşeceği yorumudur. Bu, aslında modern milliyetçilikle uyumlu bir yorum gibi görünüyor ve adını da Siyonizm olarak koymak gerekiyor. İsrâil Devleti ile Yahudilik arasındaki ayrım da burada ortaya çıkıyor.
Çok sayıda Yahudi, Siyonizmi reddediyor, hattâ bir Yahudi Devleti’nin olmaması gerektiğini ileri sürenler dahi var. Buna karşılık, bugünkü İsrâil Devleti, 2018’den beri bir “Yahudi Devleti” olduğunu îlân eden temel yasanın ardından, şimdiki hükûmetin duyurduğu biçimde, tüm Filistin’i bu Yahudi Devleti’nin ülkesi olarak görmekte.
Buna ek olarak, bugünkü İsrâil hükûmeti Filistin halkını “insan” olarak görmediğini de beyân etmiş durumda. Gazze’ye yapılan müdahalenin, bütün uluslararası insan hakları ve insanî (humanitarian) hukuk müktesebâtı da dâhil, beşeriyetin tüm medenî kazanımlarını hiçe sayan bir perâsızlık içinde cereyân etmesi bu iki anlayışın -Filistin İsrâil’indir ve Filistinliler insan değildir- uzantısı. Bunu, “Hamas’ın bir terör örgütü olduğu” gerekçesiyle geçiştirebilmek mümkün değildir. İsrâil, Gazze’de yirmi seneye yaklaşan Hamas hâkimiyetini, bu bölgeyi bir “hapishane”ye çevirerek engellemek istemiş ama sonuçta ortaya çıkan tablo, bugünkü sivil, kadın, çocuk katliamlarını da dikkâte aldığımızda, bir “toplama kampı” tablosudur.
Gerçekten de, giriş-çıkışları kapatılmış, dünyâyla, dünyâyı bırakın, ülkesinin bir parçasını oluşturduğu Filistin Devleti ile bağlantısı kesilmiş Gazze’de ortaya koyduğu eylemleriyle İsrâil, uluslararası hukukun savaş hukuku da dâhil tüm kritik hükümlerini yok sayarak davranmakla ve Gazze’deki insanları da, Türkçe’ye “beşerî hayvan” diye mi çevirmeli, bilemedim, “human animals” diye nitelemekle, Gazze’yi Auschwitz’e, Filistin halkını da Yahudilere dönüştürerek, Nazi Almanyası’na paralel bir konuma düşmüş olmuyor mu?
PARADİGMANIN YENİ ÖRNEĞİ GAZZE, SON ÖRNEK OLUR MU?
İlginç bir biçimde İsrâil’in bugün Gazze’de yaptıkları, aslında modern devletin yönetim pratiğine de yakından bağlanabilmektedir. Çağımızın önemli siyâset teorisyenlerinden Agamben, “modern devlet yönetiminin paradigmasının istisnâ hâli” olduğu görüşünü güçlü bir biçimde savunmasıyla dikkat çekmektedir. İstisnâ hâli, bilenler bilir, herhangi bir hukuk düzeninin olmadığı, hukukun bulunmadığı bir durumu anlatır. Normal durumlarda bir hukuk düzenine göre hareket etmekle yükümlü olan devletler, “istisnâî hâllerde” hukuk yokmuş gibi hareket ederler. Hangi hâllerin normal, hângi hâllerin istisnâ olduğuna da, tabiî ki, devletler karar verir. Nazi Almanyası’nın da önde gelen hukuk âlimlerinden olan Carl Schmitt, bu kararın “egemen olan” tarafından verileceğini vurgulamıştır ki, genellikle pratikte bu, devletin yürütme organı, yâni hükûmet olmaktadır.
Agamben, bu istisnâ hâli paradigmasını oluşturan örneklerin en açıklayıcı olanını “kamp” olarak teşhis eder, “izci kampı” değil, takdir edersiniz ki, kastedilen “toplama kampı”dır.
Nazi döneminde Yahudi soykırımının uğursuz mekânları olan bu kampların çağdaş örnekleri olarak-yeri gelmişken, Agamben “paradigma”nın kök anlamının örnek veyâ model olmasını da vurgular- Guantanamo’yu anar. Buna mültecilerin ya da sığınmacıların tutuldukları hava veyâ deniz limanlarındaki bölgeler gibi yerleri de ekleyebiliriz. Bu örnekler, hukukun olmadığı mekânları ve bu mekânda bulunan insanların da “haklarından arındırılmış yaratıklar” olarak vâr olduklarını işâret ediyor.
Agamben’i tâkip edersek, modern devletin bu “istisnâ hâli paradigması”nın yeni bir örneği ile karşı karşıya olduğumuzu söylememiz gerekiyor. Gazze kadar ağır olmasa da -ki, “ağırlık” da burada çok izâfîdir- kendi ülkemizde de, dünyânın başka yerlerinde de, bu paradigmanın acı örnekleriyle hep karşılaşıyoruz. Bu bir sorun, büyük bir “beşerîyet sorunu”. Bir yandan insan hakları ve özgürlüklerini uluslararası alanda hâkim kılmaya çalışan, buna gayret eden düşünürler, kurumlar, diğer yanda bunları elinin tersiyle bir anda sıfırlayabilen “egemen” güçlerin karar verdikleri ve giderek yaygınlaşan, yaygınlaştıkça da normalleşen “istisnâ hâlleri”. Durum, bir “paradigma değişimi”ne gebe gibi görünüyor ve paradigma kavramını borçlu olduğumuz bir diğer önemli isme, Thomas S. Kuhn’a, onun “bilimsel devrimlerin yapısı” adlı eserine atıfla söylersem, bu değişimin bir “devrim” niteliği taşıması gerek. Olur mu, olursa ne zaman olur, bilmiyorum ama “istisnâ hâli paradigması” değişmeden beşeriyet için iyi şeylerin olmayacağı kesin.
Burada üzüldüğüm bir diğer nokta da, Aydınlanma’nın ve modernitenin eleştirisini Marxgil bir temelde geliştiren Frankfurt Okulu ile birlikte anılan Jürgen Habermas’ın bu yazıya konu olan açıklamayı sâhiplenmesi. Habermas’ın buradaki varlığı, farklı varyasyonları olmakla birlikte, en çok Franfurt Okulu’yla birlikte anılan “Eleştirel Teori”nin de ölüm îlânı anlamına gelir mi? Bunu tartışmalıyız, Habermas ölebilir, yaşarken ölmeyi seçebilir ama aynı şey eserleri ve içinde yetiştiği Eleştirel Teori geleneği için o kadar kolay söylenemez sanıyorum.
Not: Açıklamanın Türkçe çevirisi için ben http://marksist.org/icerik/Dunya/20401/Alex-Callinicos-Elestirel-teori-resmen-olmustur sayfasındaki metni kullandım, bâzı kendimce değişikiklerle birlikte.
Levent Köker: Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara'da, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi'nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997'de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler'le birlikte "Bu Suça Ortak Olmayacağız" beyanında bulunduğu için, Yakın Doğu Üniversitesi'ndeki görevinden uzaklaştırıldı (2016). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İki Farklı Siyaset, Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye adlı kitapların yazarıdır.