Hüseyin Çakır

Hüseyin Çakır

Her şeyin devlete tabii olduğu rejim mi demokrasi?

Devleti güçlendirmek için “sivil toplum” un devletle kenetlenmesine de  “katılımcı demokrasi”  dediler ya… İster inanın ister inanmayın.

Bu topraklara gelişimiz, buraları yurt edinişimiz kahramanlık hikâyesi olarak anlatılır ve "bu topraklar bomboştu biz geldik yerleştik" denmez, "fethettik" denilir.

Hakikaten fethedilmiştir.

Bu nedenle "ecdadımız" için devlet çok önemlidir,   resmi tarih böyle yazar, okullarda böyle öğretilir.

Bir de 16 devlet kurduk övünmesi vardır ki sormayın gitsin. Cumhurbaşkanlığı Sarayının merdivenlerine  -haydi bende bir sözüm ona diyerek devam edeyim-  temsili kıyafet ve temsili bayraklarla dizilen  "şanlı tarih övüncü" temaşası epeyce bir fıkra üretilmesine vesile olmuştu.

Gerçi, Türklerin tarih boyunca 120 ile 180 arasında devlet kurduğu iddia ediliyor. Öyleyse 16 devlet neye göre belirlendi? Uzmanlar listenin gelişi güzel oluşturulduğunu savunuyor. Listenin belirlenmesinde bazıları devletlerin Türklüğünün bazıları ise büyüklüğünün esas alındığına dikkat çekiyorlar.

Rahmetli Çetin Altan "bunun neresiyle övünüyorlar, 15 devleti batırmışsınız, 16.sı da batacak korkusu paranoya dönüşmüş" derdi.

Mesele Türk tarihinin ne olup ne olmadığı değil. Bu ve önceki iktidarların "tek devlet"  paranoyasının siyasetin merkezinde ve temel konu olarak sürekli yer almasıdır.

Tek devletin karşısına: Bölücülük, devlet düşmanlığı, devleti ortadan kaldırmaya teşebbüsü konuluyor. Böylece politika yapmak ve politik söylem, devletçiliğe karşı veya devlet savunuculuğuna indirgeniyor.

Pazılın tamamlanması için iş "tek devlet" le kalmıyor, ardından "tek vatan, tek millet, tek bayrak" geliyor. Hız kesilmiyor,  bu dörtlüye birde simge gerekiyor ki, kimin ne olduğu anlaşılsın. Hitler ve  Musollini’nin Kara gömleklilerinin el selamı, Ülkücülerin Bozkurt işareti, radikal İslamcıların Başparmak işareti gibi Erdoğan’da karizmasına karizma katacak, bir el hareketiyle "evde tutamadıklarına" işaret verecek bir simge arıyordu, "Rabia" işaretini buldu.

"Devlet, vatan, millet, bayrak"  iç ve dış düşmanlar tarafından tehlike!  tehdit, altındaysa, buna da milleti inandıracak beceriye sahipseniz, "söz konusu vatan ise gerisi teferruat" sayılıyor. İktidar olmak ölüm kalım savaşına dönüştürülüyor.  İktidar olunduktan sonra, iktidarı korumak, devleti korumak oluveriyor. Böylece devleti  ( ve de iktidarı )  iç ve dış düşmanlarından korumak için "kefen giyerek" yola çıktık edebiyatı, her şeye rağmen şiddetle devleti koruma olarak karşımıza çıkıyor.

Vatanını sevenler ve sevmeyenler tasnifi yapılarak, devleti ve vatanı sevmediği düşünülenlere karşı cihat ilan ediliyor.

Devlet sürekli tehlikede ise!  bütün milletin devletin etrafında kenetlenmesi elzem oluyor. Kenetlenmeyenler, devlet adına konuşan iktidarı ve onun liderini eleştirenler, potansiyel devlet düşmanı ilan edilmekle kalmıyor, derdest ediliyorlar. Devlete tabi olmak, iktidara tabi olmaya eşitleniyor.
Yukarıda anlatılan devlet yönetim sistemi, iktidar anlayışı ve pratiğinin içinde birinci, ikinci, üçüncü dönem demokrasi,  özgürlük ve eşit yurttaşlık nitelikleri bile tehlike altında. Seçime ve çoğunlukçuluğa indirgenmiş lider etrafında dolayısıyla da "devlet" etrafında kenetlenmiş milletten söz ediliyor. Özgürlük alanınız, devlete ve lidere yakınlığınıza göre ölçülüyor.

 

Devlet Sivil Toplum İlişkisinin Dünü Bugünü

 

Gözümüzün içine baka baka olup biteni demokrasi diye tanımlıyorlar. Sanki demokrasi tarihi yaşanmamış, demokrasi, devlet, sivil toplumla ilgili kimse düşünmemiş tek kelam etmemiş gibi. Otoriterliğe, devlete ve iktidara tabilik-tebaalık yemini eden iktidarın uzantısı (dünde devletin uzantıları tek parti dömemi devlet iltidarla iç içe STK’lar vardı) STK’ların iktidar ve devletle iç içe oluşuna demokrasi diyorlar ya; demokrasi için ömrü boyunca mücadele vermiş,  hayatları kararmış insanların kanına dokunuyor bu sözler.

Her şeyi devlete tabii kılma bugün icat edilmiş değil. Devlet sivil toplum ilişkisi ve sivil toplum ile devleti özdeş gören anlayış Aristo’ya kadar götürülebilir.

Aristo, adalet, özel mülkiyet ve yasanın üstünlüğü gibi değerleri savunuyor, devletin tanrısal bir boyut taşıdığını ve bu devletin yüce amaç­ları doğrultusunda gerekirse aile başta olmak üzere bütün özel/mahrem alanlara müdaha­le ederek mükemmel bir devlet yaratılması gereğinin altını çizmekteydi.

Helenistik dönemde "bireyi" merkeze alan Epikürcülük ve Stoacılık: Birey, altında bulunduğu siyasal otoritenin zorunlu bir kölesi değil; aksine devlete yön veren, onun üstüne çıkan, hayattaki en kıymetli varlıktır. Birey için aslolan şey kendini feda edeceği bir kamusal otorite değil, aksine kamusal otoriteyi kendi hizmetine sokarak mutluluğunu tesis etmesidir der.

18. yüzyılın ortalarına kadar devlet ile sivil toplum arasında bir ayrım yoktu. On yedinci yüzyıl sonrasından itibaren sivil toplum-devlet ayrımına dayalı yeni si­yasal düşünceye ilişkin temel taşlar devlet-eksenli  N.Machiavelli, J.Bodin, T.Hobbes, Rousseau ve G.W. F Hegel gibi düşünürler ile birey-eksenli siyasal düşünce tarafında yer alan A.Smith, J.S.Mill ve F.Hayek gibi düşünürlerce şekillenmektedir. Bununla birlikte kavram 18. ve 19. yüzyıllara gelindiğinde yeni anlamlar kazanmaya başlamıştır.

Hegel’de devlet-toplum ilişkisi bir sözleşme­ye değil, bireylerin doğal olarak devlet otoritesini kabullenmesi esasına dayanır.

Hegel, devletin, sivil toplumun kendi kendine yeterli olmadığı durumlarda ortaya çıktı­ğını ileri sürerek sivil toplumun kendisi adına yapamadığını devletin yaptığını ileri sürer.

Hegel’den sonra sivil toplum ile ilgili görüşlerini ileri süren iki önemli düşünür daha vardır. Karl Marx ve Gramsci. Hegel devleti vurgularken Marx ve Gramsci sivil topluma vurgu yapmaktadır. Birçok konuda görüş­lerini Hegel’in düşüncelerine bağlı olarak geliştiren Marx, sivil toplumu burjuva toplu­mu ile eş anlamlı kullanır. Ama sivil toplumdaki çıkar çatışmaları için devletin varlığı çözüm olamaz. Çünkü devlet çıkar çatışmalarından bağımsız değildir.

Marx’a göre, sivil toplum alt yapı, devletse üst yapıdır. İktisadi ilişkiler alanı olarak sivil toplum siyasi ve hukuki üst yapıyı oluşturan devletin sosyo-ekonomik temelini oluşturmaktadır ve dolayısıyla devletin faaliyeti de hâkim sınıfın çıkarları doğrultusunda gerçekleşmektedir. Sosyalist devlet teorisi de işçi sınıfının çıkarı adına parti devleti faaliyeti olmuştur.

Sivil toplum- devlet ayırımını yapan bir diğer düşünür de Gramsci’dir. Gramsci, İtalyan burjuva düzeninin hegemonyasına karşı sivil toplum olarak kodladığı işçi sınıfı-aydınlar-yoksullardan yana olan kiliseler ve köylülüğün ittifakını savunmuş, sivil toplum kavramını işte bu ittifak yanında mücadelenin şiddet içermeyen demokratik karakterini de vurgulamak için kullanmıştır. Buna karşı hegemonya  demiştir.

Gramsci’ye göre,  devlet-politik toplum yönetme ve zorlama aygıtından oluşurken, sivil toplum kültür ve ikna işlevin­den oluşmaktadır. Ona göre önceleri devlet daha çok zora başvururken sivil toplum ağırlığını artırdıkça daha çok iknaya başvurarak, sorunları rıza ile –mutabakatla-  çözülebilir tezini geliştirdi.  Gerçi bu görüşü uzlaşmacılık, sınıf savaşını reddetme olarak suçlandı ama tarih Garmsci’yi haklı çıkardı.

18. ve 19. Yüzyılda Montesquieu ve  Tocqueville olmak üzere bazı liberal filozoflar;  devlet ne kadar merkezileşmişse otoritesi o kadar artar. Otoritesi ne kadar artarsa devletin özgürlükler açısından oluşturduğu tehlike de o derece büyür. Devlet mer­kezileştikçe faaliyet ve denetim alanı genişler. Bu durum siyasal, hukuksal ve ekonomik rantların doğmasına neden olur; Devlet rant dağıtan siyasal araca dönüşür;

 Devletin, sivil toplumun özgürlüklerini sınırlamasının doğru olmadığına ve tam tersi olarak, devletin sınırlandırılması gerektiğine işaret etmişlerdir.

 Devletin an­cak sivil toplum sayesinde sınırlandırılabileceğini ve demokrasinin bu yolla gelişeceğinin altını çizmişlerdir.

 Bu filozofların teorileri geliştirilerek 20. ve 21. Yy’da batı dünyasında kurumsallaşmış ve uygulanır hale gelmiş, katılımcı demokrasi bu tarihsel birikim üstünden gelişmiştir.

Tarihsel süreçte sivil toplumun geçirdiği aşamalara bakıldığında tüm düşünürlerin sivil toplum kavramını kendi ideallerindeki toplum modelini yakalamak üzere tanımladıkları görülmektedir.

 

Bu Slogan: "Güçlü liderimiz, cumhurbaşkanımız, başkomutanımız" Ne Anlama Geliyor

 

Türkiye12 Eylül anayasasından kurtularak, demokrasinin dördüncü aşamasının kurumları ve zihniyet dünyasını yakalamaya çabalıyordu. Devlet otoritesi ve resmi ideolojinin gadrine uğramış  Müslüman muhafazakârlar, kendi özgürlüklerini kazanırken, ülkeyi de özgürleştirme sinyalleri verdiler.  Bugün bundan eser kalmasa da hala o sinyallerin etkisinin sermayesini yiyorlar.

 2010’dan sonra  tırmana tırmana gelinen "tek devlet, tek millet" gibi ideolojik durumu,  dünyada ırkçı- faşist marjinal partiler veya gruplar savunuyorlar. Günde üç öğün ölümcül gribe yakalanmış hasta gibi  "tek devlet, tek millet" hapı yutturula yutturula , bu sözlerin anlamı düşünülmüyor, sıradan ezber sloganı olarak kullanılıyor. Tıpkı parti grup toplantılarında "… sizinle gurur duyuyor" gibi içi boş, lümpen, apolitik sözlerde olduğu gibi.

Sayın milletimiz kusura bakmasın, demokrasiyi bir zamanlar "demir kırat" sandığı gibi, otoriteri demokrat, sövüp savmayı, ağzına geleni söylemeyi de demokrasi sanıyor.

İşin garibi, muhalefetin de "tek devlet, tek millet, tek bayrak, tek vatan" sloganı karşısında suskun kalması.   Sanki böyle bir tehlike varmış gibi kabul ediliyor. Oysa "tehlike" olarak sloganlaştırılan bu konular bir partinin temel meselesi olamaz ve bu parti bunu kendi dışındakilere özelliklede muhaliflerine karşı kullanamaz, kullandırılmamalıdır.

Muhalefetin nasıl bir demokrasi tasavvur ettiğini anlatamaması, demokrasi, iş ve iyi yaşam ilişkisi konusunda   kafalarının  karışık olmasındandır. Kafaları karışık olmasa  CHP,  HDP’lileri Meclis dışına atmak için  çıkartılan  Milletvekillerinin yargılanması yasasının geçmesine evet demezdi.

Oysaki   "Rabia" sloganları etrafında başka bir şey örülüyor. "Güçlü liderimiz, cumhurbaşkanımız, başkomutanımız" … bu, kurulmaya başlanan yönetim sistemini ve rejimin niteliğini tarif ediyor.

Tek devlet, tek lider… bunun devamında her şey devlete ve lidere tabi olmalı emri geliyor. Ordu-milletten, lider-millete, lider-devlete terfi edildi her halde.

 

Yeseniz de Yemeseniz de Bu Sistem Demokrasiymiş!

 

Bu sistemin içine demokrasi yerleştirmek marifet gerektirir. Bu marifet AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı danışmanlarında fazlasıyla var. Demokrasi adına ne kadar kavram, kelime varsa sakız çiğner gibi çiğneyip balon yapıp patlatıyorlar.

Yukarıda  anlatıldığı gibi modern demokrasinin en temel özelliği, devletin toplum ve birey karşısındaki gücünün sınırlandırılması. Sivil toplumun devlet dışında, devletten bağımsız olarak örgütlenerek, devletin gücü karşında, toplumun denge ve denetleme gücünü oluşturmasıdır.

Sivil toplumun devletle bütünleştiği sistem, geçen yy. ın ilk çeyreğinde İtalya’da Faşizm olarak, Almanya’da Nazizm olarak, İspanya ve Portekiz’de askeri diktatörlük olarak görüldü.  Gramsci bunu "organik ilişki"  olarak tanımladı. Bu ilişki sivil toplumun devletin ideolojik, politik aygıtlarının parçası haline gelmesidir.

Başka bir örnek; Reel sosyalist devlet modeli/sisteminde de her şeyin devletin dâhilinde, devlete tabi olmasıdır. Biçimsel olarak seçimler yapılıyor ve  parti devleti nasıl istiyorsa sonuçlar buna göre belirleniyordu. Bunun adı da "sosyalist demokrasi"ydi. Eskiden solcu olup   bugün  danışman ve AKP’li olanlar için Erdoğan sistemi  hiç yabancı olmamalı ki, "sevgiyle" reise sarılıyorlar.

Her neyse…

Günümüz dördüncü dönem demokratik yönetim sisteminin ana özelliği:  Düşünce, ifade ve örgütleme özgürlüğü, yargı bağımsızlığı, güçler ayrılığı ve Sivil Toplumun her düzeyde denge denetleme gücü olarak,  karar vericileri denetleme, karar süreçlerine katılmalarıdır. Bu anlamıyla STK’lar devletten bağımsız, devletin birey ve toplum karşısındaki gücünü sınırlama ve denetleme işlevi görürler. STK’lar devletin karşısında, kamusal, sivil dengeleyici güç oluştururlar. Bunun adı da katılımcı demokrasi olarak tanımlanmaktadır.

Bakın 2017 Türkiye’sinin Cumhurbaşkanı ve  AKP Genel Başkanı, "sivil toplum" temsilcilerine iftarda şöyle sesleniyor.

 " Biz birileri gibi sivil toplumu tehdit olarak değil, milli birlik ve beraberliğimizin kilit taşı olarak görüyoruz. Sizler ülkemizde katılımcı demokrasinin aracı sosyal barışımızın âdeta sigortası olan kuruluşlarımızsınız. Burada şu gerçeğin altını bir kez daha çizmek istiyorum. Sivil toplum devletin karşıtı değil bilakis tamamlayıcısıdır. Bir devlet ne kadar güçlü olursa olsun sivil toplumun desteği, yardımı olmadan hedeflerini gerçekleştiremez" diyor.

Bu metni kim yazdı veya kulağa fısıldadıysa, demokrasiyi böyle anlamışsa, böyle sanıyorsa çekeceğimiz daha çok çile var demektir.

Demokrasiyi kazanmak ve korumak öyle pek kolay bir iş gibi görünmüyor.

Devleti güçlendirmek için "sivil toplum" un devletle kenetlenmesine de  "katılımcı demokrasi"  dediler ya…

İster inanın ister inanmayın.  

İyi bayramlar, iyi tatiller diliyorum

 

 

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Hüseyin Çakır Arşivi