İnci Hekimoğlu
Hilafet ilanına gerek var mı ki?
Kuzguncuk’taki Surp Krikor Lusavoriç Ermeni Kilisesi’nin haçını söküp yere atan Mazlum Serin’in yargılandığı davada 1 yıl 4 ay hapis kararı çıktı. İyi, güzel.
Ancak, Anadolu 64. Asliye Ceza Mahkemesi kararını neye dayandırdı biliyor musunuz? Diyanet tefsirindeki "En’am Suresi 108. Ayet"e! Merak eden Diyanet sitesinden öğrenir. Laik bir ülkenin mahkemesi açıkça dini referansla karar veriyor. Bu ilk değil.
Anayasa Mahkemesi’nin müftülere dini nikah kıyma yetkisi verilmesine ilişkin CHP’nin itirazını reddettiği kararında da "Kural, İslam dinine mensup bireylerce din ve vicdan özgürlüğü kapsamında bir ihtiyaç olarak görülen dini törenin yapılmasını kolaylaştırmaya yönelik bir düzenleme niteliğindedir" diyerek, İslam inanışına göre yasa yapıldığını ilan etmişti.
Anayasa Mahkemesi anayasadaki laiklik ilkesini çiğneyerek, Serin davasında olduğu gibi ayetli-sureli mahkeme kararlarına yol açmış oldu.
Aslına bakarsanız, dinin yasalara ve mahkemelere sızdırılma girişimi epey eskiye gidiyor.
2008 yılında Danıştay’ın "zorunlu din dersi hukuka aykırıdır" kararına dönemin Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu "Bize niye sormadılar" deme cesaretini bulmuştu.
O dönem henüz böyle kararlar verebilen kurumlar, din ve inanç özgürlüğüne saygılı hakimler varmış. Adeta bir çağ önceymiş gibi değil mi?
Üstelik Bardakoğlu’nun sözleri yargı çevrelerinde büyük tepki çekmiş, Hürriyet bile henüz havuza atlamamış olduğundan büyük puntolarla haber yapmıştı.
"Şahsım"a özel sosyal medya oluşturulduğu bu günlerde, kendi arşivimizi de oluşturmayı önererek hatırlatayım. "Unutulma hakkı" sadece iktidar elitlerini kapsayacağından belki bir daha bu kararları bile göremeyiz.
Bu arada Bardakoğlu’nun bu çıkışına CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun "Diyanet İşleri Başkanı, aslında saygı duyduğumuz bilim insanıdır. Kamuoyuna bugüne kadar yansıyan görüşleriyle de oldukça tutarlı bir bürokratik kimlik sergiliyordu. Ama gazetelere yansıyan demeci bizi de şaşırttı. Herhalde Sayın Bardakoğlu, o sabah yatağından farklı bir şekilde kalkmış" sözleriyle gösterdiği tepkiyi de hatırlayalım.
Üzücü olan şu ki, CHP’nin şaşkınlığı yıllar sonra bile öylece duruyor. Kazandaki kurbağa misali.
O günden bugüne iktidar sahiplerinin kat ettiği mesafeye bakın. Yargı kararlarına ayetler giriyor, şeriat isteyen cemaatler eğitimi, sağlığı, emniyeti paylaşıyor. Bizzat kendisinin altına imza attığı uluslararası bir sözleşmeyi yine kendisine geri çektirmeye çalışıyor. Anlamışsınızdır; AKP ve İstanbul Sözleşmesi’nden bahsediyorum.
Anadolu 64. Asliye Ceza Mahkemesi’nin kararı alenen dinin hukuk alanına müdahalesiyken, dinin yasalara, yargıya adım adım temel referans olmaya başladığı açıkken, muhalefetin karşılığı olmayan "dini hassasiyetler" çekincesi nerede bitecek acaba?
Olup bitenlere bakınca "Hilafet ilan ettik" deseler ne olur demeseler ne olur.
Medya organlarının yüzde 95’ini elinde tutan, şimdi de sosyal medyayı tamamen kontrol altına alan yönetim için kalan tek adım, seçim sistemini değiştirmek. Muhtemelen sonbaharda Meclis açılır açılmaz ilk yapacakları şey de bu olur.
Barolar yasası dahil bütün hamlelerini baskıcı, zorba bir iktidarı tahkim etmek ve koltuktan inmemek üzere planlayan iktidar elitleri, bundan böyle tek bir muhalifin, tek bir biat etmeyenin bile sesini duyurmasına izin vermeyecek.
Bunun karşılığında yapılması gereken herhalde Meclis’ten, yasalardan, yargıdan ve anayasayı korumak üzere oluşturulmuş ama kendisi bizzat laikliği ihlal eden Anayasa Mahkemesi’nden medet ummak olamaz.
Sadece aydınlar, eğitimliler falan değil işçiler, emekçiler, köylüler, toplumun büyük kesimi her şeyin farkında. İhtiyaç duydukları; bilinçlendirilmek değil örgütlenmek.
Kaz Dağları’nda, Manisa’da köylülerin jandarma tarafından coplanışını, kadınların yerlerde sürüklenişini izledik. Adapazarı’ndaki fişek fabrikasında ölen yoksulların göz göre ölüme gönderilişini, acılı yakınları bir bir anlattı. Rize’de, Hopa’da HES’lere direnen köylülerin isyanı günler sürdü. İş artık, çalışma yasalarının tümünü çiğneyerek işçileri çalışma kampına hapsedip, koronayla birlikte çalıştırmaya kadar vardı. Dolayısıyla sistemin çürümüşlük boyutunu en iyi onlar biliyor.
Haberleşme ve ifade özgürlüğünün bu denli kısıtlandığı ülkede bundan böyle olacaklar da belli: Korku ve şiddeti yaygınlaştırarak, toplumu zapturapt altına almak.
Georgetown Üniversitesi’nde konferans veren Emine Erdoğan’a 2013 yılında "Diktatörlüğün Psikolojisi" adlı kitabını hediye eden İranlı Profesör Fathalı M. Moghaddam, İran’da dinci diktatörlüğe gidiş sürecindeki toplumsal iklimi şu sözlerle anlatmıştı:
"Diktatörlüklerde kol gezen korku, kimin ne zaman kurban olacağının belli olmamasıyla tırmandırılır. Biat etmeyenlerin başına gelecek korkunç intikamlar rejim tarafından körüklenen dedikodular, fısıltılarla yayılır."
Böylece toplum resmi-sivil güçlerin yarattığı korku iklimi içinde sesini çıkaramaz olur.
Tabii muhalefet hâlâ seçimden söz edebiliyor olabilir. Ama sandıklara girecek oydan seçim sonuçlarının denetimine, Yüksek Seçim Kurulu’ndan Sandık Kurullarına , sandık çevresinin güvenliğinden seçmen güvenliğine hepsini kontrol altına alabilecek bir örgütlenmesi olması gerekir. Tabii bir de yerel seçimlerde olduğu gibi gerçek sonuçları halklara duyurabilecek her türden medyaya.
Prof. Moghadam’ın İran’da seçimlerde sandık başlarını tutmuş kökten dincilere ilişkin tanıklığını aktarırken söyledikleri eminim size de çok tanıdık gelecektir:
"Liberallerle (rejim karşıtları) karşılaştırıldığında kökten dinciler amaçlarına ulaşmak için şiddetin her türlüsünü kullanmaya daha azimliydiler. –Kanlı mı olacak kansız mı olacak-, gerçek bu kadar çıplak ve basitti."
Doğrusu Erdoğan ve çevresinin kitabı dikkatle okudukları anlaşılıyor. Umarım muhalefette okur ve ders çıkarır.