Ümit Kardaş
Hukuksuzluğun Kafkaesk kasveti
Franz Kafka’ya göre birey bir kafesin içine doğar ve kafesten kaçtığını sandığı her an bir başka kafes onu çevreler. 'Dava'nın kahramanı Josef K. tutuklandığını öğrenir. Ancak ne mahkemeye çıkarılır ne de savcılarla görüşebilir. Neyle suçlandığını bilmez.
Başlangıçta tutuklanma nedenini merak etse de bu saçmalığı merak etmeyi anlamsız bulur. Gerçekte, K.'nın tutuklandığını öğrenmesi, zaten toplum içinde tutuklu olmuş olmasının farkına varmasından başka bir şey de değildir.
Çalıştığı bankada, kaldığı pansiyonda, gittiği yerlerde herkes, anlaşılmaz bir biçimde davadan haberdardır. Kaderin bir tür oyunuyla sürüklenir durur, savunma gücü yoktur, bir hiçtir o.
Yavaş yavaş bir saplantı haline getirdiği davasıyla arasında hiçbir aracı bulunmadığını, kaçınılmaz bir biçimde bu davanın tam merkezinde kendisinin yer aldığını anladığında ise, cezasını beklemeye başlar. Aslında ortada gerçek bir dava da yoktur.
K. kendi varoluşunu kendisi belirlemek ister ve avukattan vekaletini alır, kendini savunma ihtiyacı duymaz. K. kararını vermiştir ve sonuçlarına da katlanacaktır. K.'nın sonu toplum kurbanı olmaktır.
O toplum ki kurumlarıyla, baskısıyla, bürokrasisiyle bireyi kafesin içine alır. Bireyden beklenen tek rol zayıflıktır. Ünlü Kafka çözümlemecisi Ernest Fischer, bürokrasi üzerine Kafka'dan şunları aktarır:
"Bürokrat için insanca ilişkiler değil, yalnızca nesne ilişkileri vardır. İnsan evraka dönüşür. Evraka verilen sayı ile belirgin kılınan, ölmüş bir varlık olarak evrakın akışına girer. Bu varlık şahsen çağrıldığı zaman bile bir kişi değil, yalnızca 'olay'dır. Resmi dairelerin koridorları aşağılanma kokar. …yasağın kapsamına soluk almak da girer. Buna karşılık yürek çarpıntısına izin vardır, dahası çarpıntı olması istenen bir şeydir. Her türlü ümit uçup gider. Kapıdan kapıya gönderilen kişiye suçluluk duygusu aşılanır."
Kafka, 20. yüzyılın başlarında kafesten kafese gönderilen insanı anlatırken, Türkiye toplumu 100 yıl sonra Kafkaesk bir ortamda çaresizliğe, umutsuzluğa ve hiçliğe mahkûm edilmiş durumda.
Türkiye’de 2018 yılı hak ve özgürlükler ve yargı uygulamaları açısından kasvetli ve karanlık bir yıl oldu. OHAL kaldırılmasına rağmen yapılan düzenlemelerle istisna hâli kalıcı hâle getirildi.
Türkiye artık AYM ve AİHM kararlarının bile uygulanmadığı hukuksuz ve hatta kanunsuz bir ülke durumunda.
Kürt sorununda çözümsüzlük ve gerilim politikasına dönülmekle birlikte HDP’nin eş başkanları, bazı milletvekilleri ve siyasetçileri tutuklandı. HDP’li belediyelere kayyım atandı.
Savaş dili çözümsüzlüğe ve kutuplaşmaya yol açarken siyaset alanı daraltıldı. Zaten zayıf olan "kamusal müzakere" ortamı ortadan kalktı. Böylece demokrasinin asgari koşulları yok edildi.
Yolsuzluk, savurganlık ve verimliliği arttıracak tedbirlere başvurmama sonucu dışa bağımlı hale getirilen yanlış tarım ve hayvancılık politikaları ülkeyi ekonomik krize soktu. Hukuk güvenliği ve istikrarlı bir demokrasinin bulunmaması nedeniyle gerileyen yatırım ve üretim sonucu işsizlik ve yoksulluk arttı.
Freedom House’a göre; Türkiye artık "özgür olmayan ülkeler" kategorisinde. 140’ın üzerinde basın çalışanı 2019’a cezaevinde girdi. RSF basın özgürlüğü sıralamasında Türkiye, 180 ülke içinde 157. sırada.
Kapasitesi 211 bin olan Türkiye’de cezaevlerinde resmî rakamlara göre 260 binin üzerinde tutuklu ve hükümlü bulunuyor. Ülke yaratılan korku atmosferiyle açık bir cezaevine dönmüş durumda.
Gazeteciler haberleri, sosyal medya kullanıcıları paylaşımları, yazarlar kitapları, milletvekilleri açıklamaları, aydınlar, hak savunucuları, doktorlar ve akademisyenler yaptıkları demokrasi ve barış çağrıları nedeniyle sıklıkla "terörist", "darbeci", "ajan" olmakla suçlanıyor, gözaltına alınıyor, tutuklanıyor ve yargılanıyor.
Eleştiri hakkı kullanılamaz durumda, internet engelli, herkes "olağan şüpheli" haline gelmiş durumda.
Düşünce Suçu(!?)na Karşı Girişim, "Düşünceye Özgürlük" başlıklı 2018 raporunu açıkladı. Rapora göre; 154 yasada yüzlerce değişiklik yapıldı. Düzenlemelerin çoğunluğu OHAL dönemi ile de sınırlı değildi.
OHAL boyunca yeni kurum ihdas etmek, mevcut kurumları kaldırmak, ek madde koymak, mevcut maddelerde ekleme, çıkarma yapmak, yetki devri gibi yasal değişiklikler içeren 31 adet KHK yürürlüğe girdi.
Bu kararnamelerle; OHAL kapsamında karar alan ve işlem yapan görevlilere ve "terör eylemlerinin bastırılmasını sağlayan" sivillere hukuki, idari, mali ve cezai sorumsuzluk tanındı.
OHAL KHK’larına dayanarak yapılan işlemler açıkça hukuka aykırı olsa bile, idare mahkemelerinin yürütmeyi durdurma kararı verme yetkisi kaldırıldı. Savcı ve kolluğun yetkileri ciddi ölçüde genişletildi; soruşturma tedbirleri üzerindeki yargısal denetim zayıflatıldı ve işlevsiz kılındı.
Savunma hakkına kısıtlamalar getirildi. Anayasada yalnız hâkim kararıyla kısıtlanabilen haberleşme özgürlüğünün, BTK tarafından ve hâkim kararı olmaksızın kısıtlanabilmesi sağlandı.
İçişleri Bakanlığı’na, seçilmiş yerel yöneticileri görevden alarak yerlerine kayyım atama yetkisi verildi. Üniversitelerdeki rektör seçimleri kaldırıldı. Anayasa Mahkemesi’nin 2014 yılında iptal ettiği grev yasakları geri getirildi.
Bu dönemde yapılan işlemlere ait itirazları karara bağlamak için oluşturulan ve AİHM tarafından da "tüketilmesi gereken bir iç hukuk yolu" olarak kabul edilen OHAL İnceleme Komisyonu bugüne kadar 125 bin başvurudan sadece yüzde 33’ünü sonuçlandırdı ve değerlendirilen itirazların sadece yüzde 7’si kabul edildi.
OHAL sona ererken çıkarılan bir torba kanunla OHAL uygulamalarının en az 3 yıl süreyle daha fiili olarak uzatılması sağlandı.
Olağan koşullarda 24 saat olan gözaltı süresi 48 saate çıkarıldı. Zaten sokağa çıkma ve eylem yasağı koyma gibi yetkilere sahip valiler, artık kente giriş ve çıkışları yasaklama, kişiye özel sınırlama getirebilme, kişilerin kentte ne zaman, nerede ve nasıl dolaşacağına karar verme yetkisine de sahip oldu.
OHAL döneminde kararnameyle yapılan ihraçlar konusundaki yetkiler artık doğrudan bakanlıklara ait oldu. Yargı mensupları Hâkim ve Savcılar Kurulu tarafından, akademisyenler YÖK tarafından, bir bakanlıkla ilişkili olmayan kurumlardaki personel yetkili amir tarafından ihraç edilebilecek.
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nda yapılan değişiklikle "genel asayişi bozmamak" kısıtlamasına ayrıca "günlük yaşamı aşırı ve katlanılamaz derecede zorlaştırmama" ibaresi eklendi. Kanunda bir tanım ya da açıklaması bulunmayan bu muğlak ifadelerle toplantı ve gösteri hakkının kullanımını engellemek kolaylaştı.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin (AİHM) 2018 yılına ilişkin istatistikleri 2019 yılı Ocak ayında AİHM Başkanı, İtalyan yargıç Guido Raimondi tarafından düzenlenen basın toplantısıyla açıklandı.
Verilere göre, Türkiye, 7 bin 100 dava başvurusuyla 2018’i AİHM önünde hakkında en fazla dava başvurusu olan dördüncü ülke olarak tamamladı. Türkiye hakkında geçen yıl sonuçlanan 146 davanın 140’ında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) en az bir maddesinin ihlal edildiğine hükmedildi.
2018 yılında verilen 77 ifade özgürlüğü ihlali kararının 40’ını Türkiye’den gelen davalar oluşturdu. Türkiye adil yargılanma hakkıyla ilgili ihlal kararlarında ise Rusya’nın (46 ihlal) ardından ikinci sırada (41 ihlal) yer aldı.
Türkiye, AİHM’nin ‘öncelikli dava’ politikasında da önemli bir yere sahip. En ağır ve acil insan hakkı ihlali iddialarıyla ilgili başvuruları kapsayan öncelikli dava kategorisinde 2018 sonunda 20 bin 613 dosyanın işlemde olduğu açıklandı.
Bu sayıda 2018 başına oranla yüzde 15 artış gözlemlendiği, bu artışın büyük ölçüde Rusya’dan gelen "tutukluluk koşulları" başvuruları ile Türkiye’den gelen "yasal olmayan tutukluluk sürelerine" ilişkin başvurulardan kaynaklandığı bildirildi.
Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği (MLSA) Haziran ayından bu yana 10 farklı ilde takip ettiği 71 davayla ilgili bulguları "Adalet Gözlem Raporu: Türkiye'de İfade Özgürlüğü Davaları" başlığıyla raporlaştırdı ve bu raporu 22 Ocak’ta basın toplantısıyla açıkladı.
Rapora göre; OHAL’in 18 Temmuz 2018’de kaldırılması da ifade özgürlüğü davalarında ve yargı bağımsızlığı konusunda bir değişikliğe yol açmadı. 15 Temmuz 2016’da gerçekleşen darbe girişimi öncesinde, Türkiye’de cezaevinde bulunan gazeteci sayısı 33 iken, darbe girişiminin ardından tutuklanan gazeteci sayısı -farklı aşamalarda tahliye edilenler de dahil olmak üzere- toplamda 327’yi buldu.
Bugün itibarıyla Türkiye’de en az 56’sı hükümlü olmakla beraber 148 gazeteci cezaevinde bulunuyor. Yüzlerce siyasetçi, 570’in üzerinde avukat ve 3000’in üzerinde hâkim ve savcı 15 Temmuz darbe girişiminin ardından tutuklandı.
Gözlemcilerin dava izleme formunda raporladığı üzere: Oturumların 70’inde gazeteciler, 5’inde akademisyenler, 10’unda avukatlar, 2’sinde öğrenciler, 2’sinde sanatçılar ve 1’inde insan hakları aktivistleri yargılanıyordu.
Davalarda isnat edilen suçlara yönelik deliller söz, yazı, sosyal medya paylaşımları ve diğer ifadelerden oluşmaktaydı. Bu durum AİHS’in 5. maddesi ve Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (CMK) 100. maddesinin ihlal edildiğini göstermekteydi.
Raporda, sanıkların tutuklu yargılandığı oturumların %40’ında (44 oturumun 18’inde), davaların görüldüğü şehirlerden farklı şehirlerdeki cezaevlerinde tutuklu bulunmaları gerekçesiyle sanıkların %34’ünün duruşmalara getirilmemesi tespiti yer almakta.
Sanıkların ifadelerinin SEGBİS yoluyla alınmasının sık kullanılıyor olması, sanıkların AİHS’in 6. maddesi ile güvence altına alınan adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini göstermekte.
Sanıkların tutuklu yargılandığı oturumların %36’sında (44 oturumun 16’sında), sanıkların duruşma salonuna kelepçe ile getirilmesi ve kelepçelerin heyet önünde çıkarılmış olması masumiyet karinesinin ihlal edildiğini ortaya koymakta.
Oturumların %41’inde (90 oturumun 37’sinde) kovuşturmanın başlangıcından itibaren mahkeme heyetinin en az bir kere değişmesi tabiî hakim ilkesinin ihlal edildiğini göstermekte. Bu durum yargılamaların tarafsızlığı ve bağımsızlığı konusunda şüpheler yaratmakta ve yargılamaların sürüncemede kalmasına neden olmakta.
Rapora göre; tutuklu yargılanan sanıkların tutukluluk süresi 2 ay ile 3.5 yıl arasında değişmekte. Tutukluluk sürelerinin uzunluğu, AİHS’in 5. maddesinin ve Anayasa’nın 19. maddesinin ihlal edildiğine işaret etmekte.
İzlenen davalarda sanıklara karşı sunulan ana delilleri mesleki faaliyetler oluşturmakta. Davaların %77’sinde (71 davanın 55’inde) sanıkların yazdıkları haberler, söyledikleri sözler, köşe yazıları, yaptıkları röportajlar, çektikleri fotoğraflar ile haber kaynaklarıyla yaptıkları görüşmeler delil olarak sunulurken, %24’ünde (71 davanın 17’sinde) sosyal medya paylaşımları delil olarak gösterilmiş durumda.
Dört davada sanıkların Barış İçin Akademisyenler İnisiyatifi’nin yayınladığı "Bu Suça Ortak Olmayacağız" başlıklı bildiri metnine imza atmaları suç delili olarak gösterilmekte.
Avukatların yargılandığı davada, müdafi oldukları dosyalar ve açık/gizli tanık ifadeleri, sanıkların basın açıklamalarına ve/veya protesto yürüyüşlerine katıldıklarını belgeleyen kamera kayıtları delil olarak gösterilmiş durumda.
Oturumların %20’sinde (86 oturumun 17’sinde) heyetin sanık avukatlarına karşı ve oturumların %27’sinde (86 oturumun 24’ünde) heyetin sanıklara karşı aşağılayıcı, küçümseyici, suçlayıcı veya nezaketsiz tavırları sergilediği anlaşılmakta.
Bazı duruşmalarda avukatlara söz hakkı verilmemesi, avukatların hâkimlerce duruşma salonunun dışına çıkarılması, hatta tutuklanması gibi olaylarla karşılaşıldı.
Gazeteci Ahmet Altan, Mehmet Altan ile Nazlı Ilıcak'ın da aralarında bulunduğu sanıkların anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs suçlaması ile yargılandıkları davanın 13 Kasım 2017'de görülen duruşmasında Altan kardeşlerin avukatları, savcı mütalaasından önce kovuşturmaya ilişkin talepte bulunmak için söz istemeleri üzerine mahkeme başkanı tarafından salondan tek tek dışarıya çıkartıldı.
İstanbul 28. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen Grup Yorum üyelerinin yargılandığı davada sanık avukatlarından biri olan Ömer Kavili duruşma hâkiminin şikâyeti üzerine mahkeme heyeti ile tartıştığı gerekçesiyle 5 Ekim 2018'de gözaltına alınıp tutuklandı. Kavili kamuoyundan yükselen tepki sonrasında tahliye edildi.
10-14 Eylül 2018 tarihinde görülen Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) üyesi 17'si tutuklu 20 avukatın terör örgütü üyeliği ve terör örgütü propagandası yapmak suçlamalarıyla yargılandığı davada duruşma salonunda bulunan jandarma erleri tutuklu avukatları darp etti. Aynı davanın 3 Aralık 2018’de görülen duruşmasında ise bir üsteğmen salonda bulunan İzmir Baro Başkanı Özkan Yücel’i yumrukladı.
Gizlilik kararlarıyla savunmanın ve müdahilliğin yapılması engellendi. Bu uygulamanın adil yargılanma hakkını ihlal ettiği ve silahların eşitliği ilkesine aykırı olduğu görülmekte.
Sivil toplum faaliyetleri içinde yer alan iş insanı Osman Kavala, 18 Ekim 2017’de gözaltına alındıktan sonra 1 Kasım’da tutuklandı. Kavala’nın dosyasına gözaltına alındığı günün hemen ertesinde getirilen gizlilik kararı, savunma avukatlarının ve sanığın dosyaya erişimini engelledi. Tutuklanmasının üzerinden 15 ay geçmiş olmasına rağmen hakkında halen iddianame hazırlanmış değil.
Raporda, izlenen duruşmalarda sanıkların tutuklama şartlarının, makul şüphenin ve diğer tutuklama sebeplerinin değerlendirilmediği, tutuklama kararlarında makul şüphe oluşturacak delillerden ziyade kişilerin yazılarının, sözlerinin ve mesleki faaliyetlerinin delil olarak kullanıldığının gözlemlendiği belirtilmekte.
Mesleki faaliyetleri sebebiyle tutuklanan kişilerin uğradıkları hak ihlalleri hem Anayasa Mahkemesi hem de AİHM kararlarıyla tespit edilmiş durumda. Bu kararlarda gazetecilik faaliyetleri sebebiyle uygulanan tutuklama tedbirinin birçok kez amacını aştığı ve demokratik bir toplumda ölçüsüz olduğu; meşru amaç taşımadığı; haber, söz, yazı dışında herhangi bir somut olgu ortaya konulmadan veya gerekçe belirtilmeden tutuklama olmasının ifade ve basın özgürlüklerine yönelik caydırıcı bir etki doğurabileceği tespiti bulunmakta.
AİHS’in 5. ve 6. maddesi ile Anayasa’nın 19. ve 36. maddesi kişinin makul sürede yargılanma hakkını güvence altına almakta. AİHM, Selahattin Demirtaş kararında; ceza yargılamasında tutukluluk süresinin uzunluğunun kişinin özgürlük ve güvenlik hakkını ve adil yargılanma hakkını ihlal ettiği ve ifade özgürlüğü gibi birçok hakkın kullanılması bakımından da caydırıcı bir etki yarattığını belirtmekte.
Daha binlerce hak ve hukuk ihlalinden söz edilebilir. Durumun vahameti ortada. Türkiye’nin eksik de olsa var olan hukuk birikimi yok edilmiş durumda. Tahribat yıkıcı. Neşeden daha bulaşıcı olan kasvet duygusu ortamı zehirlemekte.
Hukuk güvenliğinin olmadığı, adil yargılanma hakkının sağlanmadığı, hak ve özgürlüklerin teminat altına alınmadığı bir yerde ekonomik ve siyasi istikrar olmaz, toplumsal uzlaşma ve barış sağlanamaz.