İkinci yüzyılda Post-Kemalist paradigma?

Bugün içinde bulunduğumuz özgür olmayan, demokrasiden ve hukuk devletinden iyice uzaklaşmış bir devlet olma durumu, Türkiye Cumhuriyeti’nin târihî olarak belirlenmiş mâhiyeti gereği böyle oluşmuşsa, burada bir sapma değil, bir devamlılık varsa.

Türkiye’de, 1945’ten bu yana cumhuriyetin “batılı” ve demokratik devlet olması gerektiği, resmî olarak benimsenmiş bir ideal olarak kabûl ediliyor. Birleşmiş Milletler ve Avrupa Konseyi gibi kurumlara üyelik de, NATO gibi ittifaklarda yere alırken yapılan -o zamanki terminoloji ile- “Hür Dünya”nın mensubu olma tercihi de, hep bunu ifâde ediyor. Buradan hareketle, sanki Cumhuriyet, işin başından îtibâren demokratikleşmek için kurulmuş da, hep 1945’i beklemiş gibi, yarı resmî, yarı akademik yorumlar da yapıldı, yapılıyor.

Çok partili siyâsî hayata geçiş üstüne geçiş, askerî darbe üstüne askerî darbe, anayasa üstüne anayasa, anayasa değişikliği üstüne anayasa değişikliği ve sonuçta bugünkü durumdayız: demokratik ve özgür olmayan, hukuk devleti standartlarına göre dünyanın en geri ülkelerinden biri. Üstüne üstlük “batılı ve demokratik” bir ülke olmamız gerektiği yönündeki “resmî tercih” de hâlâ geçerli mi, bilinmiyor; bu konuda ciddî soru işâretleri var. Gerçekten hazin bir durum ve tabiî böyle bir durumda kritik soru, Cumhuriyet’in ikinci yüzyılının nasıl şekilleneceği.

İkinci yüzyılın nasıl şekilleneceğini düşünürken karşımızda duran büyük soru şu: Bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu, yukarıdaki paragrafta özetlediğim durum, arızî bir olay sonunda ortaya çıkmış olan bir sapma mıdır? Biraz daha açık ifâde edeyim: Bugün gelinen nokta, siyâsî gücü bütünüyle kendi elinde toplamayı başarabilmiş bir kişinin, müttefikleriyle birlikte inşâ ettiği geçici bir siyâsî tablo mudur? Cevâbımız evet ise, o zaman bu kişinin seçimi kaybetmesi ve muhaliflerin kazanmasıyla, bu arızî durumun da ortadan kaldırılması ve cumhuriyetin birinci yüzyılının sonlarında içine düştüğü yanlıştan döndürülüp, kendi yoluna yeniden yerleştirilmesi yoluyla sorunun çözülmesi mümkün olabilecektir. Peki ama, cevap hayır olamaz mı? Yâni, bugün içinde bulunduğumuz özgür olmayan, demokrasiden ve hukuk devletinden iyice uzaklaşmış bir devlet olma durumu, Türkiye Cumhuriyeti’nin târihî olarak belirlenmiş mâhiyeti gereği böyle oluşmuşsa, burada bir sapma değil, bir devamlılık varsa.

Bu ikinci ihtimâl üzerinde düşünelim. Baştan, kuruluştan başlayalım. Türkiye Cumhuriyeti, herkesin tekrarladığı bir basit gözlemle, çöken bir imparatorluğun enkazı üzerinde kuruldu. İmparatorluk, çok etnik gruplu, çok dinli, çok mezhepli ya da birden fazla inanç grubunu bünyesinde barındıran bir yapıydı. Cumhuriyet, bu yapının içinden bir “millî” (ya da “ulusal”) devlet olarak tasavvur edilerek yoluna başladı. Dönemin, yâni Birinci Dünyâ Savaşı sonrasının ortamına uygun olarak, halkların veyâ milletlerin/ulusların kendi kaderlerini tâyin hakkı ilkesinde de ifâdesini bulan, “millî egemenlik” ilkesini benimseyerek. Devletin adını 1921 Anayasası, “Türkiye devleti” diye koymuştu, bugüne kadar hiç değişmedi. 1923’te hükûmet şeklinin cumhuriyet olduğu “açıkça” yazıldı.

Merhum Bülent Tanör, Cumhuriyet’in îlânı diye bildiğimiz bu değişikliği yapan kânunda, “tavzihan tâdil” teriminin kullanılmış olmasını, haklı olarak, kendisi geniş anlamda bir cumhuriyet niteliğinde olan 1921 Anayasası’na açıklık getiren bir değişiklik olduğunu vurgular. Buna göre, Tanör’le birlikte ileri sürebiliriz ki Türkiye Cumhuriyeti, aslında, 20 Ocak 1921’de kabûl edilen anayasa ile zâten kurulmuştu, 29 Ekim 1923’te yapılan, hükûmet şeklinin değiştirilmesiydi: Meclis hükûmeti sisteminden Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu’nun oluşturduğu yürütme organına sâhip, parlâmenter sisteme geçiş. Buna karşılık, 1924 Anayasası ve sonrasında Cumhuriyet, sâdece hükûmet şekli değil de, devletin kendisi hâline geliyor. Tüm anayasaların değişmez, değiştirilemez ilk maddesi, “Türkiye Devleti bir cumhuriyettir.”

1924 Anayasası’ndaki bu değişiklikle birlikte, devletle eşitlenen cumhuriyet, bir “millî devlet” olarak tanımlanmıştır. 1921’deki “halk egemenliği” fikri yerine, halk ile milletin (ulusun) aynı anlama gelecek biçimde kullanılmasına da bağlı olarak, millî (ulusal) egemenlik fikri geçirilirken, sistem de “temsilî” sistem yönünde evrilmiştir. Burada kilit soru, temsil edilen milletin kimliği sorusudur. Bu sorunun cevabı, Lozan Barış Antlaşması’nda (LBA) verilmiş, sonra da 1924 Anayasası’na girmiştir. Buna göre millet, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarıdır. Ancak, bu vatandaşlar arasında Lozan’da ayrıca zikredilen “gayrimüslimler”, “hukuken vatandaş”tır, gayrimüslim olmayanlar ise, terim yerindeyse “öz” veyâ “hakikî” vatandaşlardır. 1924 Anayasası’nda vatandaşa, bu ayrımlar gözetilmeksizin “Türk ıtlak olunur” terimi vardır, gayrimüslimlerin sâdece hukuken Türk olduklarını anlatmak üzere tercih edilmiş olan bir ifâde.

Resmî târih anlatılarında, LBA’nda azınlıkların sâdece gayrimüslimlerle sınırlı tutulması, oradaki müzakere heyetinin bir başarısı olarak sunulmaktadır. Zîra, dinî azınlıkların yanında dil azınlıklarının da kabûl edilmesi gündemdeydi ama TBMM heyeti, dil azınlıklarının kabûl edilemeyeceğini bildirmiş ve bunu îtirazını geçerli kılmayı başarmıştır.

Buna göre, Türkiye’de Müslüman olup da azınlıktan olmak mümkün değildir ve gayrimüslim olmayanlar da Müslüman olduklarına göre, azınlık mes’elesi halledilmiştir. Sonraki gelişmeler, dinî azınlıktan olmayan herkesin “Türk” olmasını gerektirmiştir. Özetle, yoluna halk egemenliğine dayalı bir devlet olarak başlayan Türkiye Cumhuriyeti, gayrimüslim olmayan tüm vatandaşlarını Türkleştirmeyi amaçlayan politikalarla yüklü bir gelişme seyri izlemiştir. Bu gelişme seyri, Türkiye’nin “millî/ulusal devlet olma” yönündeki paradigmasıdır.

Paradigma kavramını siyâset teorisinin odağına yerleştiren İtalyan düşünür Giorgio Agamben, “istisnâ hâli”nin bugün modern hükûmet etme tarzını belirleyen paradigma olduğunu gösteriyor. “İstisnâ hâli,” tanımı gereği, devletin normal hukuk kurallarının uygulanmasıyla işleyen yönetim pratiğinin, “âcil”, yâni devletin varlığı açısından hayat-memat meselesi olan bir durumda, hukuk kurallarının dışında, onlara aykırı, daha doğrusu hukuk yokmuş gibi davranabilmesini ifâde ediyor.

Agamben, Yunanca örnek, numune veyâ model anlamına gelen paradigma kavramı aracılığıyla bu durumun istisnâ olmaktan çıkıp kurallaştığını anlatmayı amaçlıyor. Bunun için de bâzı örnekler veriyor. Bir örnek, Nazi döneminin “toplama kamp”ı ise, diğeri 11 Eylül sonrası bildiğimiz “terörle mücâdele” bağlamı içinde ortaya çıkan “Guantanamo”dur. Bu örnekler, insanların hak sâhibi varlıklar olarak görülmediği durumlarını işâret ediyor. Kampt’ta ve Guantanamo’da insanlara uygulanan bir hukuk olmadığı gibi, bu insanlara bir hukuk uygulanması gerektiği yönünde verilen bir “değer” de mevcut değildir. Acaba, paradigma kavramını, Türkiye’nin “millî/ulusal devlet” olarak târih sahnesine çıkışından bugüne geçen yüzyıllık süreye uygulayabilir miyiz?

1923’ten bugüne, Türkiye’deki “normal” ve “istisnâî” hâlleri düşünelim. Benim aklıma gelen ilk istisnâlar 1925 Takrir-i Sükûn Kânunu, aynı dönemin İstiklâl Mahkemeleri, 12 Mart sıkıyönetimi ve kurumlaştırılan DGM’ler, 1980 darbesinin işkencehâneleri, 1984-2002 arasında uygulanan OHAL Bölge Valiliği, 2016’dan bugüne bitmeyen OHAL. Bu dönemlerin ağırlıklı olarak hangi grupları hedeflediğine baktığımızda, modern hükmetme tarzının paradigması olarak “istisnâ hâli”nin Türkiye’deki somutlaşmış ifâdesinin “Kürt sorunu” olduğunu (1) söyleyebiliriz. Daha somut bir örnek HDP’dir. HDP’nin güncel “istisnâ” olduğunu da söyleyebiliriz. Henüz kapatma süreci nasıl sonuçlanacak bilmiyoruz ama, mensuplarının ve tüzel kişilik olarak partinin hukuk düzeni karşısındaki diğer partilerle olan mukayeseli durumu, HDP’nin bir istisnâ oluşturduğunu gösteriyor. Târih, bunlarla geçmişteki OHAL Bölge Valiliği’nin ve daha öncesindeki Şark Islahat Plânı ve “Umumî Müfettişlik” arasında bir koşutluk olduğunu gözümüze sokmuyor mu?

Baştaki soruma dönecek olursak benim yanıtım, Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu durum, bir arızî hâl, bir sapma değil, yüz yıllık bir siyâsî değişimin “millî/ulusal devlet” inşâ etme paradigmasıyla belirlenmiş yeni bir uğrağı olduğudur. İkinci yüzyılda gerçekten bir değişim isteniyorsa, bu paradigmanın ötesine geçilmesi gerekmektedir. Bu paradigma geride bırakılamadığı için, Türkiye’de, merhum Süleyman Demirel’e atfen bildiğimiz, “devlet arada bir rutin dışına çıkar” deyişindeki “hukuk dışılığın istisnâî” olduğu îmâsının bugün artık hukuk devletini tahrip eden bir genel durum hâline geldiğini gözlemleyebiliyoruz. “Yeni uğrak” derken kastettiğim bu: “rutin dışılığın rutinleşmesi!” İsterseniz, “hukuk dışılığın istisnâ değil, kural, yâni düzen hâline gelmesi” diye de açabiliriz. Ben, bu paradigmaya “Kemalizm” adını veriyorum. Biliyorum, Kemalizmin farklı yorumları var ve bu yorumlar Türkiye’nin zaman içindeki toplumsal değişimine koşut olarak da farklı siyâsî konumlanışlara bağlanabiliyorlar. Bununla birlikte, Kemalizm’in veyâ aynı anlama gelmek üzere Atatürkçülüğün, “millî/ulusal devlet paradigması”nın ötesine geçen, yeni bir paradigma niteliği kazandığını söyleyemeyiz. Aksine, tüm farklı yorumlar, aynı paradigmatik sınırlar içinde dönüp durmaktadırlar. Dolayısıyla, AKP ve Erdoğan yönetiminde geçen son 20 yıl boyunca, bu paradigmanın ötesine geçilemediği sonucuna varıyorum. Bu nedenle de, AKP ve Erdoğan ile tüm farklı yorumlarıyla Kemalizm’i birbirinin karşısına yerleştiren yorumları da hayli yüzeysel ve kolaycı yorumlar olarak değerlendiriyorum.

Bu tarz “karşıtlaştırmalar”ın, yüzeysel ve kolaycı olmanın ötesinde, ikinci yüzyıldaki gerçek demokratik değişimin, ancak adıyla sanıyla “post-Kemalist paradigma” içinde gerçekleşebileceğini görmeye engel olduğunu, bunun da ötesinde mevcut paradigmanın devâmı yönünde “ideolojik” bir işlev gördüğünü düşünüyorum.


[1] Selahattin Demirtaş’ın “Yeni Başlayanlar İçin Kürt Sorunu Nedir?” yazısını herkes okumalı:

Önceki ve Sonraki Yazılar
Levent Köker Arşivi