'İlhan İlhan dedim'

‘Kardeşim, orada, bir dizi üzerine çömelmiş, başı öne düşmüş, ağzı açık duruyordu. Ses vermeyince ‘İlhan İlhan’ dedim. Gitmişti kardeşim, oracıkta ölmüştü.’ (Muzaffer İlhan Erdost, 1980)

Tercüme dediğiniz nedir ki? Bir dilde kurulmuş bir cümleyi başka bir dilde aynı anlamı oluşturacak şekilde eşdeğer sözcüklerle yeniden kurmaktır… Bir yönüyle bu kadar basit bir işlemdir aslında.

Eğer bildik bir içerik, beylik kalıplarla sıradan bir üslupla ve sade sözcüklerle ifade edilmişse, yani yan anlamlar alt katmanlar imalar atıflar satır araları özel süslemeler ya da edebi oyunlar içermiyorsa, bu işlemi günümüzde artık yazılımlar bile yapabiliyorlar.

Ya duygular? Duygular tercüme edilebilir mi?

Öyle cümleler vardır ki, en yalın sözcüklerle kurulmuş olsalar dahi zihni delip geçerken yazanı ayrı, çevireni ayrı okuyanı ayrı yakar, bir daha hiç çıkmayacak izler bırakarak insanın yüreğini dağlar…

Muzaffer Erdost’un, kardeşi İlhan Erdost’un 7 Kasım 1980’de askerler tarafından gözünün önünde dövülerek öldürülüşünü anlatırken kurduğu cümleler tam da bu nitelikteydi:

"Kardeşim, orada, bir dizi üzerine çömelmiş, başı öne düşmüş, ağzı açık duruyordu. Ses vermeyince ‘İlhan İlhan’ dedim. Çocuklar ‘bir şeyi yok dediler’. Bayıldı her halde diye düşündüm. Kardeşimi hemen yanımdaki yatağa yatırdılar. Arada 40-50 santimlik bir boşluk vardı. Yatırırken biri, ‘ayakları tutmuyor’ dedi. ‘Eyvah dedim içimden, kardeşim felç oldu’. Ölüm hiç aklıma gelmiyordu. Tutuklular arasında ‘doktor’ dedikleri tıbbiyeli biri vardı. Baktım kardeşime suni teneffüs yaptırıyor. (…) Gitmişti kardeşim, oracıkta ölmüştü."

Doğan ağabeyin (Özgüden) bu haftaki Artı Gerçek yazısında anlattığı gibi, kırk yıl olmuş bu satırlar önüme geleli: İnci ablayla (Tuğsavul) birlikte kurdukları ve 46 yıldır hâlâ yaşattıkları İnfo-Türk’ün Brüksel’deki bürosunda, tuşlarına hırsla bastığım daktilonun başına çökmüş, bir yandan da gözlerimden sicim gibi yaşlar inerken çevirmiştim bu metni Fransızcaya.

Kırk yıl olmuş bile…

Bu tarz -yani duygulara da hitap eden- metinler, çevirmenin zihninde öteki dile dönüşürken aslında onu da belli ölçüde dönüştürürler: Böyle bir içeriğe sahip ve birinci tekil şahısta kurulmuş bir cümleyi yine birinci tekil şahısta başka bir dilde yeniden kurduğunuz an, "oracıkta ölen" kişi artık sadece çıkış dilindeki cümleyi yazan kişinin kardeşi olmaktan çıkıyor, artık varış dilindeki cümleyi kuran çevirmenin de kardeşi oluveriyor.

Öyle de oldu gerçekten.

Kırk yıl geçmiş aradan. Gelgelelim Muzaffer Erdost’un o metnini çevirirken içime dağlanan duygu beni hâlâ terk etmedi.

O yıllarda ve sonrasında buna benzer nice metin ya da konuşma çevirdim, hepsi benzer şekilde yer etti duygularımda. Daha önce hiç tanımadığım nice insana yaşatılanları en yakınlarıma yapılmış gibi hissettim her seferinde, her birinin -tüm o ötekilerin- acısı bu yolla benim de içime işledi, yüreğime çöktü, kaldı orada.

Bu topraklarda o gün yaşanmakta olan, o günden kırk yıl önce de defalarca yaşanmış olan ve kırk yıl sonra yaşanmaya devam ettiğini bildiğimiz "resmi" şiddete ve onun temelinde yatan yalın gerçeğe, yani devleti yönetenlerin kendi toplumlarına duydukları koyu nefrete tanıklık ediyordu tüm bu metinler: Devletin -özellikle de güvenlik ve adalet bürokrasisinin- kendi yurttaşlarına yönelik gaddarca düşmanlığını dile getiriyordu her biri.

Nâzım daha 1945’te saptamıştı bu acı gerçeği: "…Bursa'da havlucu recebe, / Karabük Fabrikası'nda tesfiyeci hasana düşman. / Fakir köylü hatçe kadına, ırgat süleymana düşman. / Sana düşman, bana düşman. / Düşünen insana düşman."

Bu düşmanlığın bazı "olağan" hedefleri -Ermeniler, Kürtler, Yahudiler ve Rumlar, Aleviler ve solcular bir de kadınlar- on yıllar boyu hiç değişmediyse de, aynı düşmanca davranış kimi dönemlerde sırayla Sünni dindarlara, milliyetçilere, Atatürkçülere, varsıllara ve nihayet devlet aygıtının kendisine bile yönelebildi.

Ola ki bu topraklarda yaşayan bizleri özünde kardeş kılan, hatta "yurttaş"lığımızın ortak temelini oluşturan budur: Dönemine göre ve çeşitli gerekçelerle her birimize şu ya da bu şekilde yönelmiş olan "resmi" nefretin ve şiddetin neden olduğu tüm acılar…

Bunun bilincine bir gün hepimiz aynı anda varabilirsek, belki o zaman bir daha asla bu acıların yaşanmaması için gerekli önlemleri hep birlikte almayı becerebiliriz.

Ham hayal midir bu? Ütopya mı? Olmayacak duaya âmin mi? Kim bilir…

Tercümana zeval olmaz ve her kesimden insanın kurmuş olduğu benzer içerikli cümleleri diğer dillere çevirmiş olan tercüman açısından fark etmez: Yıllar içinde çevirdiğim metinlerde rastladığım ya da ülkenin değişik köşelerinde sözlü olarak aktarılan hikâyelerini dinlediğim tüm İlhan’lar -siyasi olarak bana en uzak kutupta duranlar dahil- bir şekilde benim de kardeşim oldular. Onların acıları da işledi içime her çeviride.

Yine de… 1980 Aralık ayında Muzaffer İlhan Erdost’un metnini yayınladığımız Tek Cephe gazetesinin aynı sayısında, yaşı büyütüldükten sonra idam edilişini kaleme aldığım Erdal Eren’le birlikte, İlhan Erdost’un hazin öykülerini çevirdiğim onca acı arasında ayrı bir yeri olduğunu itiraf etmeliyim.

Nedeni basit aslında: O zamanlar daha yirmi iki yaşındaydım, on yıl süreceğini henüz bilmediğim sürgünün ilk aylarındaydım, sonradan meslek edineceğim çevirmenliğimin acemilik zamanlarıydı. "Başkasının" acısına tercüman olurken kendimi korumaya yönelik "filtreler" kullanmasını henüz bilmiyordum.

Gerçi, uzun vadede o filtrelerin hiçbir ciddi koruyuculuğu olmadığını sonradan fark ediyor insan, ama o başka mesele…

Muzaffer İlhan Erdost’la hiç tanışmadık. Gerçi onun kurduğu Sol Yayınlarından çıkmış birçok kitap vardı kütüphanemde, ama sürgün dönüşü hiçbirini yerinde bulamadım: Polis baskını endişesiyle babam yakmış onları. İyi etmiş sanırım, birkaç hafta sonra basmışlar da gerçekten…

Yazısını çevirdiğim günden belki yirmi beş ya da otuz yıl sonra tek bir sefer aynı ortamda bulunduk Muzaffer İlhan Erdost’la: Bir kitap fuarıydı yanılmıyorsam.

Uzaktan gördüm onu, fotoğraflarından tanıdım; birileriyle sohbet ediyordu. Yanına gidip tanışmak istedim… Gecikmiş bir şekilde de olsa baş sağlığı dilemek…

Ola ki kendimi tutamaz ve boynuna sarılıp "oracıkta ölen kardeşimiz" için ağlamaya başlarsam tuhaf kaçacağını düşündüm. Zaten böyle durumlarda çekingenimdir, münasebetsizlik yapmak istemedim. Sanki o metni çevirmekle marifet yapmışım da aferin bekliyormuşum gibi algılanabilir endişesine kapıldım. Her şey bir tarafa, onulmaz olduğunu bildiğim yarasını deşip yeniden kanatmaktan korktum.

Vazgeçtim, çakılı kaldım. Sohbeti bitince az sonra o da oradan uzaklaştı zaten.

Şimdi düşünüyorum da… Gereksiz yere yabanıllık yapmışım! Keşke gitseymişim yanına. Anlatsaymışım bu hazin çevirinin öyküsünü. Tuhaf kaçsa bile, keşke sarılıp boynuna ağlasaymışım.

Acılar paylaşılınca gerçekten hafifler mi bilmiyorum, ama kendine saklamanın insana pek faydası olmadığını biliyorum.

Nereden mi biliyorum?

Çünkü sonradan "paylaşsam daha iyi olurdu" deseniz bile, bazen iş işten geçebiliyor.

Geçen Salı Muzaffer Erdost da göçmüş bu dünyadan, adıyla soyadının arasına alıp kucakladığı kardeşi İlhan’ı da yanına alarak…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Yiğit Bener Arşivi