Levent Köker
“İnsan hakları”nı ciddîye almak
Hukuk felsefesinin önemli isimlerinden Ronald Dworkin’in 1977’de yayınladığı kitabı, “Hakları Ciddîye Almak”tı. Ondan esinlenerek attım bu başlığı. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin kabûl edildiği 10 Aralık 1948 gününden bu yana tam 75 yıl geride kaldı. Bu süre içinde, başka hukukî metinler de varlık kazandı. Bunlardan biz Türkiyelileri en yakından ilgilendiren Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi. O da BM bildirgesiyle akran sayılır, 1950 târihli. Bunlara, yine BM tarafından oluşturulan ve Türkiye’nin de taraf olduğu 1966 târihli “ikiz sözleşmeler” diye bilinen “Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar” ve “Medenî ve Siyâsî Haklar” uluslararası sözleşmelerini, 1979 târihli “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılmasına Dâir Sözleşme”yi ekleyebiliriz.
Liste, ulusal ve uluslararası düzeylerde, emekçi sınıfların haklarını güvence altına almaya yönelik hukukî gelişmeleri, kezâ azınlık haklarının korunmasından, İkinci Dünyâ Savaşı ertesinde sayıları hızla artacak olan eski sömürge, yeni bağımsız halkların “insan hakları” ile birlikte düşünülmesi gereken gelişimini de eklediğimizde, hayli yüklü bir mevzûat, teori ve pratik, yâni ulusal ve uluslararası yargı kararları külliyâtına sâhip olduğumuz bir gerçek. Savaş ve çatışma hukuku ile ilgili gelişmeleri henüz eklemedik bile!
Kâğıt üzerine yazılmış uluslararası sözleşme, bildirge metinleri, anayasalar, kanunlar, bunların gerisindeki felsefî düşünceler, teoriler, hepsinin etkileşimini bâzen iyi, bâzen de kötü, hattâ felâket derecesinde kötü biçimde yansıtan ulusal ve uluslararası içtihat birikimi bir yanda, bu birikimi elinin tersiyle iten, itmeye hazırlanan, karşısında da herhangi bir ciddî dirençle karşılaşmayan siz deyin otoriter veyâ otokratik, ben diyeyim düpedüz -hadi nüanslı olsun- neofaşist düzenler diğer yanda.
İNSAN HAKLARININ CİDDİYETİNİ ETKİLEYEN TEHLİKELER
İkinci taraf bugünlerde iyice gemi azıya almış durumda. Bilinen acı verici örnekleri tekrar etmeye, uygulanmayan ulusal veyâ uluslararası mahkeme kararlarını, halkların, kültürlerin yokedilmesine yöneldiği açık olan “tektipleştirme” girişimlerini yeniden hatırlatmaya gerek var mı? Filistin’de İsrâil’in uyguladığı soykırım en uç örnek, târihî faşist rejimlerin örneklediği “saf kötülük” olarak hergün karşımızda. Ancak, henüz “saf kötülük” düzeyine gelmemiş gibi görünen tonla hak ihlâli de yaşandı, yaşanıyor. Haklar ile ilgili ulusal ve uluslararası hukuk birikimine, teoriye ve pratiğe rağmen, artık işler o kadar çığırından çıkmış vaziyette ki, müeyyide uygulama mekanizmaları işlemiyor.
Bu etkisizliğin yanısıra, bir de “insan hakları” söyleminin, geçmişten günümüze, uluslararası ilişkilerde güçlü olan devletlerin kendi hâkimiyetlerini dayandırdıkları bir bahane veyâ üstünlüklerini perçinlemek için müracaat ettikleri bir zemin işlevi görmek gibi bir rol üstlendiği gözleniyor. Yazının başında sıraladığım uluslararası sözleşmelerin gereklerinin yerine getirilmesinin savsaklanması, zamana yayılarak etkisizleştirilmesi bilinen yakınmalar. Ulusal ve uluslararası mekanizmaların etkisizliğine ek olarak, üzerinde düşünülmesi gereken kavramsal bir sorun da var. Acaba, “insan hakları” kavramında ve bu kavramın dâhil olduğu teorik çerçevelerde de bir sorun olamaz mı? Sonuçta, “insan” dediğimiz varlık, somut târihî ve toplumsal varoluşu içinde, fizyolojik, cinsel, sınıfsal, etnik, dinsel vb. pek çok farklılıkları üzerinde taşıyor ve bu farklılıklar, “insan olarak” sâhip olunan hakların anlam ve değerini olumlu veyâ olumsuz etkiliyor.
Toplum içindeki farklılıklar, daha doğrusu çok değişik kaynaklardan beslenen eşitsizlikler aynı zamanda güç ilişkilerinde de eşitsizlik olarak beliriyor. Kurulu düzen, hemen her yerde, özellikle de güçlü olanın lehine işlediği durumlarda, güçlünün hizmetinde bir düzen olduğunu gizlemek için bâzı örtülere başvuruyor. Bu örtülerin genel adı “ideoloji”, yâni mevcut bir iktidar düzeneğini evrenselleştiren, normal gösteren, haklılaştıran, Marx’ın tâbiriyle bir “yanlış bilinçlilik” türü. “İnsan hakları”, yabana atılması çok kolay olmayan bir eleştiriye göre, zaman içinde böyle bir ideoloji hâline gelmiş durumda. Uygulamadaki etkisizlik, kurumsal yetersizlikle birleştiği zaman, ortaya aslında bir siyâsî tercih olarak devletlerin kurumsallaştırdığı, “insan haklarının suiistimâli” durumu ortaya çıkıyor. Üstelik bu suiistimâl, yine devletlerce, normalleştirilebiliyor –“ideolojik aygıtlar” ne işe yarar değil mi?
“HAKLARA SAHİP OLMA HAKKI” OLARAK İNSAN HAKLARI
Bu durumda, insan hakları düşüncesinden, insan hakları ile ilgili hukuk, özellikle de yargı pratiklerinden “insan için iyi” bir sonuç alabilmek mümkün olmayacak sonucuna vardıysak veyâ varmak üzereysek, insan haklarının yerine başka bir kavram mı kullanmalıyız?
Hannah Arendt’in formülâsyonuyla ünlenen “haklara sâhip olma hakkı” bu açıdan bir çıkış imkânı olabilir mi? Arendt’in “Totaliterliğin Kökenleri” adlı ünlü eserinde formüle ettiği bu kavram, “insan hakları”nı düşünmek için çok önemli bir başlangıç noktası, kanımca. Bâzı yorumcular, “haklara sâhip olma hakkı” kavramını bugünün “insan hakları” kavramıyla özdeşleştirme eğilimindeyseler de, Arendt’in aslında burada mevcut insan hakları düşünce ve pratiğine yönelik eleştirel bir yaklaşımın temellerini attığını söylemek daha yerinde olacak.
“Haklara sâhip olma hakkı” kavramının Arendt’teki hareket noktası, Türkçe’de “vatansızlık” diye ifâde ettiğimiz “devletsizlik” durumu. Buna göre, herhangi bir devletin vatandaşı olmayan bir “insan”, aynı zamanda hiçbir hak ileri sürme imkânı olmayan, yâni “hak sâhibi olmayan” bir varlık durumunda. Buradan, vatansız olmayan, yâni bir devlete vatandaşlık bağıyla bağlı olan her insanın “haklara sâhip” olduğu sonucu çıkarılabilir. Oysa, bu da tam doğru değil. Çünkü, bütün değişimlere ve “insan hakları” alanındaki uluslararası gelişmelere ve bölgesel insan hakları hukuklarının oluşmasıyla karşımıza çıkan “ulusüstü mekanizmalar”a rağmen, günümüz devletleri “ulus-devlet” paradigması içinde bulunuyorlar.
Ulus-devletler, yapıları gereği, ulusal kimlik özelliklerinin dışına ittiği, bu anlamda “istisnâ” hâline getirdiği bireyler ve gruplar için bütün hakları tanımıyor. Bu durumda, bir devletin vatandaşı ile vatansız bir insan arasındaki fark, haklara sâhip olmak bakımından birincinin lehine gibi görünse de, bu lehte olma durumu ancak niceliksel. Yâni, vatandaş da eğer ulus-devletin istisnâ ettiği grupta yer alıyorsa, bâzı haklara tıpkı vatansız gibi sâhip olamıyor.
Bu nedenle, “haklara sâhip olma hakkı”nı “insan hakları”nı ciddîye almamızı sağlayacak bir hareket noktası olarak almak önem kazanıyor. Bu önemi, modern hukuk düşüncesinin bâzı özellikleri bağlamında şöyle açıklayabiliriz sanıyorum.
Bilindiği gibi modern hukuk, hukuk düzenini insan irâdesinin koyduğu normlardan oluşan bir sistem olarak kavramaktadır. Bu açıdan modern hukuk, “pozitif hukuk”tur. Bu düşünceyi katı bir biçimde benimseyen bâzı düşünürler, hak kavramını -insan hakları da dâhil- ancak mevcut bir hukuk düzeninin kişiye tanıdığı yetki olarak anlamak eğilimindedirler. Yâni, bu yazının başında sözünü ettiğim “mevzûat” ve içtihat birikimi içinde yer almayan hiçbir şey, hak olarak anılamaz. Bu durumda, “insan hakları” da, ancak uluslararası sözleşmelerde, bu sözleşmelere taraf olmuş devletler için ve buna ek olarak anayasalarda ve kanunlarda tanınmış olan haklardır.
“Haklara sâhip olma hakkı”, insan haklarını ciddîye almanın hareket noktası olarak benimsendiği takdirde, bu dar pozitivist görüşü aşmak ve insan hakları ile ilgili dinamik bir kavrayışa erişebilmek mümkün olabilecektir. Esâsen insan ve hak kavramları arasındaki ilişkinin târihi gelişimi ve bu gelişimin modern çağda, özellikle de İkinci Dünyâ Savaşı ertesindeki evrimi, “haklara sâhip olma hakkı”nın, insan haklarının dinamizmine uygun bir genişletici yorum temeli olduğunu bize göstermektedir.
MODERNİTE VE İNSAN HAKLARININ DİNAMİZMİ
1789 Fransız Devrimi’yle dünyâya yayılan “insan ve yurttaş hakları” düşünce ve pratiğinin şi’ârı, “bütün insanlar hür ve eşit doğarlar” cümlesinde ifâdesini bulmuştur. Bu, insanların “Tanrı katında” eşit oldukları ama, dünyâ üzerinde kadın-erkek gibi cinsiyet eşitsizliklerinin yanında, toplumsal tabakalar arasındaki eşitsizliklerin de Tanrı irâdesinin ürünü olduğu düşüncesine dayanan “pre-modern” bütün telâkkileri inkâr eder ve modernitenin özünü meydana getirir. Böylece, insan olmakla birlikte “hak sahibi” olmayan “köle”, “serf”, “kadın”, “emekçi” gibi konumlarda bulunan “insanlar”, bu eşitsizliklerden kurtulma potansiyeline kavuşmuş olurlar.
Modernitenin bu potansiyeli, toplum içindeki eşitsiz, haklardan mahrum edilmiş konumdaki “insan”lar için, mevzûatı değiştirme ve kendi haklarını tanıtma mücâdelelerini ilerletme imkânıdır aynı zamanda. Gencebay arabeskinin bir dizesini burada kullanmaktan nasıl kaçınabiliriz: “Madem yaşamaya geldik bu dünyaya, benim de her şeyde bir hakkım vardır!” “Haklara sâhip olma hakkı”, yaşama hakkından başlayıp “her şeye” uzanan bir talep etme yetkileri toplamını ifâde eder ve bu “her şey”in içeriğinde hangi somut taleplerin yer aldığı ve alacağı, târihi ve toplumsal koşullarca, o koşullardaki iktidar ilişkilerinde mâdûnların talepleriyle belirlenir. Bunun sonucudur ki, örneğin Avrupa Konseyi bünyesinde yaşama hakkı mutlak hâle gelmiş, kadın hakları, emekçi hakları, siyâsî haklar, “sömürge haklarının kendi kaderlerini tâyin hakları” tanınmış, bunların etkili kılınması için mekanizmalar oluşturulmuştur.
Modernitenin öbür yüzü olan “totaliterizm”in, yâni insanları hak öznesi olarak görmeyen ırkçı-cinsiyetçi-emekçi düşmanı faşist siyâsetin bugün yeniden güç gösterisine yeltenmesi, modernitenin “haklara sâhip olma hakkı” temelli özgürleştirici dinamizmine karşı, târihî kapitalizmin bir direniş momentidir. Bu momenti özgürleşme yönünde aşmak için, insan haklarını, kurulu düzen içindeki zaaflarını ve suiistimâl biçimlerini deşifre ederek, “haklara sâhip olma hakkı” temelinde ciddîye almak gerekmektedir.
Levent Köker: Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara'da, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi'nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997'de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler'le birlikte "Bu Suça Ortak Olmayacağız" beyanında bulunduğu için, Yakın Doğu Üniversitesi'ndeki görevinden uzaklaştırıldı (2016). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İki Farklı Siyaset, Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye adlı kitapların yazarıdır.