Işığı gören filmler gibi solar bezerler arasındaki aşk
Evine gönderilen faturalara, makbuzlara bakarken kasılan kalbini, birilerinden borç para bulabilmek için telefon defterini heyecanlı bir kaygıyla karıştırmanı düşünüyorum.
Biliyorum, sana da yasak etmişlerdi evinize gelen o çok garip, o çok uzak, o çok yakın insanları. Sen ısrarla sordukça: ‘’Onu unut, bir daha gelmeyecek, öyle biri yok artık, ‘’ demişlerdi sana. Benim gibi kimselere benzemeyen çocuklara bağlanmıştın sen de. İçindeki bir yeri sızlatan, uçarı ve aslında çok da iyi fark ettikleri bir uçurumun kenarında yaşamayı seçen…
İkimiz de her defasında şaşırmıştık, neden hayat böyle, neden hızla bizden saklanıyor, neden çok konuştukça kendimizden giderek uzaklaşıyoruz ve neden bizi başkaları, başka insanlar hep aşağı çekiyor, tüketiyor, diye… Önce bize görünürdü, aramızda herkesten önce ölecek insanın gözlerinin önünden geçen bulut…
Bilirdik ki, ikimizin de içinde insan ortasına çıkmamış, ama her şeyin farkında, her şeyi gören ve sesini içimizdeki endişelerin kıstığı bir keşiş vardı. Vardı ama, dünya birçok savaştan sonra bizi birer pazarlamacı yapmayı başarmıştı işte. Ama biz bu yanımızı unutmuş gibi yapar, kaçış ve özgürlük hikayeleri anlatarak birbirlerini avutan mahkumlar gibi, bu durumdan bir gün kurtulacağımıza kendimizi inandırmak istercesine birbirimize keşiş yanlarımızı pazarlardık: ’’Evimize gelen ve sonra kaybolan o garip adamları, bizde çocukluğumuzu anlatma arzusu uyandıran içimizdeki bir yeri sızlatan, uçurumun kenarına terk ettiğimiz aşklarımızı; başkalarının bizi aşağı çektiğini ve aramızda herkesten önce ölecek insanların gözlerinin önünden geçen bulutlardaki sırrı’’…
İş ararken, güç bela bulduğun bir işe alınman için ölçülü, cana yakın, kibar gözükmeye çabalarken, nasıl da duygularını, biriktirdiğin anıları yüzüstü bıraktığını; evine dönünce, yalnız kaldığında bütün bu yaptıklarının acısını kendinden nasıl da çıkarttığını hissediyorum şimdi de buradan. Sinemacı, oyuncu, olmadı dansçı olmayı arzuluyordun; oysa şimdi bir iş bulup evinin kirasını ödeyebilmek için mahcup oyunlar, kaçamak danslar yapıyorsun. Evine gönderilen faturalara, makbuzlara bakarken kasılan kalbini, birilerinden borç para bulabilmek için telefon defterini heyecanlı bir kaygıyla karıştırmanı düşünüyorum.
Sonra vücuduna bakıyorsun: Bilinmedik bir uzaklıkta seni çok düşündükten sonra sana küsmüş, belki de kaybolmuş birine bakar gibi oluyorsun. Daha da uzaklaşıyor vücudun senden. Saçlarından, göğsünden, gözlerinden, bacaklarından biraz daha zaman istiyorsun. Zamanlar istiyorsun onlardan, esirgeyen, uzlaşmacı, kendini anlatan zamanlarından biraz daha. Tıpkı benim gibi…
‘’ Ölmeyi bekliyorum bir an önce, bitip geçsin her şey, ölüm gelsin, ‘’ diyorsun. ‘’ Bu benim yaşamım olamaz, ben hep sürgündeyim, Ya fazlayım, ya eksiğim. Ve bir hata, bir suç, hep bir yanılgı gibi yaşıyorum. Bu dünyaya göre oluşmamışım da sanki farklı bir maddeden yapılmış gibiyim,’’ diyorsun; ama bir taraftan da dişini takıp, sevmediğin bir işte çalışıp, biraz olsun para kazanıp, bu paralarla kendine zamanlar satın almayı düşündüğünü söylüyorsun bana. Ulaşılması geciktikçe büyüyen hayallerini hep esirgeyecek, yol gösterecek, onlara ne denli geç olsa da hep bir fırsat tanıyacak zamanları. Gerekirse duygularını daha uzun süre yüzüstü bırakabilir, kendinden vazgeçebilir, ayaklanıp seni engellemesinler diye onları çiğneyebilirdin. Biliyordum, bütün bunları beni kendin uzaklaştırmak için anlatıyordun biraz da. Çünkü ben senin benzerindim ve insan aşık olmak için benzerini arardı yıllar boyunca. Ama ikimizde derinden derine anlamıştık ki, ne denli yoğun duygularla ve uzun yıllardır saklanmış olursa olsun benzerler arasındaki aşk, bu çirkin, bu acımasız dünyayla karşılaştığında ışığı gören filmler gibi solar, kaybolur, anlamsızlaşır, kurtuluşumuz olacağını sanıp onu yaşamaya kalktığımızda belki de bu yüzden her defasında insafsızca öç alırdı bizden…
Bir türlü benimseyemediğimiz, ama yine de bizi aşağı çeken, tüketen, içimizi acıtan başkalarından kaçıp kaçıp sığındığımız evlerimizde; bizi kuşatan ve her yakınlığımıza her hayalimize, her hasretimize sızan parayla ve parasızlık duygularımızla; kendimizi bir sürgün, bir yara, bir hata gibi hissettiğimiz bu dünyada ölümü beklerken bile kendimizi yine de koruma kaygısıyla ve artık gerçekten de ne olabileceğini bile düşünmediğimiz gözleri oyulmuş beklentilerle yaşayıp gidecek miydik böyle?..
Hatırlar mısın, seninle soğuk bir kış sabahı, geceyi sadece çırılçıplak vücudunu örttüğü delik deşik olmuş bir battaniyeyle geçirmiş olan bir kadın görmüştük. Her zorluğa alıştırdığı vücuduyla ve kişiliğiyle nasıl da gururlu, nasıl da tavizsizdi. Kimse ona bir şey yapamıyordu. Gelenekler, yasalar, kurallar onu hiç ilgilendirmiyor; o değil, polisler ondan çekiniyor; gece adamları, gaspçılar, zorbalar ona asla dokunmuyorlardı. Sonra da, işte dedin, ‘’ Onca savaştan sonra aşkın son kalesi belki de bu kadın, bu kadının yaşadığı bu hayat’’..
Beni de inandırmıştın buna. Belki de ancak böyle yaşadığımızda çocukluğumuzda görüşmemiz engellenen o garip, o çok yakın insanlarla yeniden karşılaşacak; sokaklarımız bize geri dönecek; başkaları bizi aşağı çekecek gücü bulamayacak; aramızda herkesten önce ölecek insanların gözlerindeki bulutun sırlarını öğretecektir…
Belki de ancak böyle yaşamadığımızda kalmadığımız yerden çocukluğumuzu birbirimize anlatmaya başlayacak, birbirimizin içinde uyandığımız sızıyı şımartacak, uçurumun kenarına terk ettiğimiz aşklarımıza sahip çıkacaktık…
Çünkü ancak böyle yaşamadığımızda oluşan ve her geçen gün içimizdeki keşişi biraz daha derinlere gömmeye çalışan pazarlamacı kişiliğimizden kurtulabilecektik.