İnci Hekimoğlu
Kavala’nın tutuklanması Sabancı’nın vurulması
Sivil toplum aktivisti, insan hakları savunucusu ve iş adamı Osmanlı Kavala’nın tutuklanması, birden fazla hedefi vuran bir eylemdir.
Evet, ‘eylem’dir. Olan hem bir suikast, hem de gasptır.
Osman Kavala itibar suikastına uğramış, yıllardır sürdürdüğü demokratik çalışmalar birden kriminalize edilerek, hak ve özgürlüğü gasp edilmiştir.
Kavala, meşru, demokratik, sivil muhalefetin önemli simge isimlerindendir. O’nun nezdinde demokratik kamuoyuna, insan hakları savunucularına, sivil toplum kuruluşlarına ‘Ona dokunulduğuna göre size de dokunulur’ mesajı verilmiştir.
Ama Kavala sayılan kimliklerinin yanı sıra, kendisini ait hissettiği sınıftan bağımsız olarak, sermaye sınıfına ait köklü bir ailedendir aynı zamanda.
Yani mesaj gönderilen diğer hedef, TÜSİAD’ın temsil ettiği sermaye sınıfıdır.
Tam burada dikkat çekmek istediğim bir nokta var. 18 ekimde Osman Kavala’nın gözaltına alınmasından 4-5 gün önce TÜSİAD Başkanı Erol Bilecik Cumhuriyet Gazetesi’nden Şehriban Kıraç’a röportaj veriyor.
Yayınlanma tarihi her ne kadar, Kavala’nın gözaltına alınmasından sonraya denk gelse de Bilecik o röportajda, dikkatli bir üslupla ama cesur sayılabilecek laflar ediyor.
"OHAL kalkmalı" diyen, laikliğe vurgu yapan Bilecik sorulara şu yanıtları veriyor:
"Hiçbir ekonomik kazanımın demokraside ilerleme sağlamadan kalıcı ve sürdürülebilir olamayacağını biliyoruz. Hukuk, demokrasi ve özgürlükler toplumu olmadan; katma değer ve istihdam yaratmaktan, nitelikli yatırım çekmekten veya etkin girişimlerin yeşerdiği ülke olmaktan bahsetmemiz mümkün değil. Normalleşmeye dönük hızla adımlar atmalıyız."
"Arka arkaya yağmur gibi kötü haberlerle uyanmayalım."
"Bunca yıllık demokrasi deneyimimizin ardından maalesef hâlâ ifade ve basın özgürlüğünü belli bir güvenceye kavuşturabilmiş değiliz. Tüm yargılamalarda üç temel anlayış çok değerlidir: Masumiyet karinesi esastır. Tutukluluk istisnadır. Kanunlar özgürlük lehine yorumlanmalıdır."
"Burada her zaman söylediğimiz gibi silahsız çözüm. Silahların geride kaldığı diyaloğun ön planda olduğu reformlarla çözülmesi gerekiyor."
Kuşkusuz Bilecik’in eleştirileri, temsil ettiği üyelerin görüşünü yansıtmanın yanı sıra iktidarın da ilk kez Cumhuriyet’ten okuduğu görüşler değildi.
TÜSİAD ile iktidar arasındaki gerilim zaman zaman kamuoyuna yansımış, özellikle Ümit Boyner döneminde Erdoğan’ın başbakanlığında hayata geçirilen 4x4x4 eğitim modeli nedeniyle tansiyon epey yükselmişti.
Nitekim Boyner TÜSİAD başkanlığını Muharrem Yılmaz’a devretmiş, Yılmaz da uzun süre sürdüremeyerek TÜSİAD tarihine istifa eden ilk başkan olarak geçmişti.
İktidarlar ile sermaye arasındaki çatışmalar genellikle kısa süreli ve uzlaşmayla sona erse de, tarihin bazı dönemlerinde ülkenin lehinde ya da aleyhinde olarak bu çatışmaların uzlaşmayla sonuçlanmadığı örnekler de var kuşkusuz.
Herkesin bildiği gibi 1979’da Başbakan Bülent Ecevit’e savaş açan TÜSİAD, sayfalar boyu ilanlar vererek müthiş bir yıpratma kampanyası yapmış ve Ecevit hükümetini devirmeyi başarmıştı.
İktidar ya da egemen güçlerle sermayenin arasındaki mesafenin açıldığı bir başka dönem ise; bugün ki OHAL dönemiyle benzerliği ile sık anılan ‘90’lı yıllar’dır.
Kürt meselesinde, tıpkı bugün koalisyon ortağı Devlet Bahçeli’nin önerdiği gibi "taş üstünde taş, gövde üstünde baş kalmamalı" politikası sürdürülmekte, faili meçhuller, yargısız infazlar, aydınların ve gazetecilerin yayın yolu ve düzmece itiraflarla hedef haline getirilmesi, hapse atılması ya da suikasta uğraması (Andıç skandalı- Akın Birdal suikastı- Cengiz Çandar ve Mehmet Ali Birand’ın PKK’li ilan edilmesi) rutin hale gelmişti.
Savaş politikaları doğal olarak ekonomiyi de etkilemekte, TÜSİAD tedirginliğini çeşitli biçimlerde ifade etmekteydi.
Sakıp Sabancı, Kasım 1995’te TÜSİAD adına açıkladığı Kürt sorunu konulu raporla, tıpkı bugünkü gibi ‘normalleşme’ çağrısı yapıyor ve Kürt sorunun "terör ve karşı şiddetle değil, daha fazla demokrasiyle çözülebileceğini" vurguluyordu.
Tabii kıyamet koptu.
Güç odakları o kadar rahatsız olmuştu ki, alışıldığı üzere ‘görev’ yine MHP’ye düşmüş, Başbuğ Türkeş, Sabancı’yı adeta tehdit ederek "Çizmeyi aştın Sakıp Ağa!" demişti. Sabancı’nın yanıtını da hatırlatmak gerekir ki; TÜSİAD’ın bugünkü başkanlarıyla ya da o dönemin siyasi iklimiyle bugün arasında bir kıyaslama yapılabilisin.
Sakıp Sabancı, "Ben hiç çizme giymedim. Hep ayakkabı giyerim" yanıtıyla aslında yalnız Türkeş’e değil, başka odaklara da mesaj veriyordu.
Ancak bu meydan okuma pahalıya mal oldu.
1995 yılında, Ekim ayının 10’undaki bu restleşmeden üç ay sonra, 9 Ocak 1996’da Sabancı’nın kalesine ve tam kalbine yapılan saldırıda, Sabancı Holding’in ‘beyni’ olarak anılan Özdemir Sabancı ve holdingin en büyük kuruluşlarından Toyota-Sa Genel Müdürü Haluk Görgün ile Sakıp Sabancı'nın Sekreteri Nilgün Hasefe hayatını kaybetti.
Şimdi bu suikastın Osman Kavala’nın tutuklanmasıyla ne ilgisi olduğunu soranlar olabilir.
Konunun uzaması pahasına yer verdiğim 90'lı yıllara damgasını vuran örnek, Kavala olayıyla çok benzerdir.
MİT’çi Mahir Kaynak, Sabancı cinayetini irdelerken Özdemir Sabancı üzerinden TÜSİAD’a mesaj verildiğini söylemiş, gerekçesinin Kürt Raporu olmasının kuvvetli ihtimal olduğunu da eklemişti.
Ölümü görünce sıtmaya razı olduğumuzdan, çok şükür ki Osman Kavala sadece hapse atıldı, diyoruz.
Ama sonuçları itibarıyla çok benzerdir.
Osman Kavala nezdinde de TÜSİAD’a servetlerini, hürriyetlerini, itibarlarını kaybedecekleri mesajı çok anlaşılır biçimde verilmiş oldu.
TÜSİAD’ın suskunluğundan da mesajı almış oldukları anlaşılıyor.
Kuşkusuz bu mesajdan nasıl bir sonuç çıkaracakları; cesaretten çok, servetlerini borçlu oldukları sistemin çöküşünü engelleyecek bir mücadelenin, kendi geleceklerini de korumanın tek yolu olduğunu ne kadar idrak ettiklerine bağlı.