Ahmet Tulgar & İshak Karakaş
'KHK’lerin sonuçlarıyla birlikte derhal iptal edilmesi gerekir'
Doç. Dr. Sevilay Çelenk görevinden ihraç edilen akademisyenlerin oluşturduğu Dayanışma Akademilerinde öğrencilerle bir araya gelerek dersler ve seminerler veriyor şimdi.
Sevilay Çelenk’le Ankara’da bir araya geldik, Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu durumu, görevlerine dönmek için 66 gündür açlık grevi yapan Akademisyen Nuriye Gülmen ve öğretmen Semih Özakça’nın eylemlerini, görevden atılmaları ve hukuk mücadelelerini konuştuk.
İshak Karakaş- Barış için Akademisyenler bildirisine imza attığınız için Ankara Üniversitesi’ndeki görevinizden KHK ile ihraç edildiniz? O günden bugüne hayatınızda ne gibi değişiklikler oldu? KHK ile ihraç edilen bir öğretim üyesi olarak OHAL’i nasıl yaşadınız?
Sevilay Çelenk- Uzun yıllardır, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde görev yapan bir akademisyenim. Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeki öğrenciliğimi de sayarsak aynı üniversitenin Cebeci kampüsünde otuz yıla yaklaşan bir zaman geçirmiş, sosyal çevresini ve asli ilişkilerini yıllardır tümüyle bu üniversite çevresinde kurmuş biriyim. İhraç edilen birçok arkadaşım da bu durumda. Sadece bu bile, yani hiç planlamadan, hiç hesapta yokken ait olduğun çevreden koparılmak bile oldukça sıkıntılı bir süreç. İhraç edildiğim dönem yarıyıl tatilinin başlamak üzere olduğu dönemdi. Tatili fırsat bilerek birkaç yılda bir yaptığım gibi odamda yıllar içinde birikmiş çok sayıda kitabı, ders notlarını, öğrenci ödevlerini ve tezleri elden geçirip düzenlemeyi düşünmüştüm bir gün önce. Ertesi gün ise kitaplarımı mümkün olduğunca hızlı bir biçimde kolilere doldurup oradan ayrılmam bekleniyordu. Bu taşınma işlerindeki hoyratlık, sonrasında ihraç edilenler olarak hayatımızı geçirdiğimiz kampüslere girmemizin engellenmesindeki adaletsizlik ve bu sürecin hukuksuzluğu benim için OHAL’in anlamıdır. OHAL benim ve çok kıymetli birçok arkadaşımın, meslektaşımın hayatına büyük bir hukuksuzluk, hoyratlık, haksızlık ve fırsatçılık olarak girdi. OHAL’in gerekçesini oluşturan korkunç darbe girişimi de tüm darbeler gibi Barış Akademisyenleri’nin kayıtsız, şartsız biçimde karşı oldukları bir anlayışın ürünüdür. Bizler darbelerin her zaman karşısında yer almış, bu konuda yazıp çizmiş, bu konuda oluşturulan demokratik anlayışa ve birikime katkıda bulunmuş insanlarız. Bundan da öte darbelerin en ağır biçimde mağdur etmiş olduğu hocalar kuşağının devamıyız. Bu anlamda darbelerin her zaman ilk hedef aldığı kesimi de oluşturuyoruz. Oysa bu girişimi fırsat bilerek adımızı KHK’lara ekleyen fırsatçıların hiçbir zaman darbeci anlayışla bir sıkıntıları olmamıştır.
Ahmet Tulgar- OHAL döneminden on binlerce insan görevinden ihraç edildi. Nasıl bir hukuki süreç yaşanıyor? Kendi deneyiminiz ışığında neler söylersiniz?
Sevilay Çelenk- Benim kendi deneyimim ışığında ve benimle birlikte Ankara Üniversitesi’nin farklı fakültelerinde görev yapmakta iken kamu görevinden çıkarılan bütün Barış Akademisyeni meslektaşımın başına gelenler ışığında baktığım zaman gördüğüm şey de büyük bir haksızlık, fırsatçılık ve hukuksuzluktur. Ankara Üniversitesi’nden sayısı 100’ü aşan Barış Akademisyeni ihraç edildi. Bu akademisyenlerin neredeyse tamamını tanıyorum. Onların yanında Anadolu Üniversitesi, Mersin Üniversitesi, Munzur Üniversitesi, İstanbul, İzmir ve Ankara’dan ve başka illerden diğer birçok üniversitede görev yapmakta iken OHAL sürecinde meslekten çıkarılan ya da özel üniversitelerde olup görevlerine son verilen birçok Barış Akademisyeni’ni de tanıyorum. Adanmış bir biçimde bilimle uğraşan, bu ülkenin eleştirel düşünce birikimine ve entelektüel kapasitesinin güçlendirilmesine katkı yapmak gibi bir dertleri olan, sosyal bilimlerin yerel ufkunu evrensel ufukla bütünleştirme çabasındaki çok çalışkan arkadaşlarımızdı birçoğu. Birçoğu hayatlarında bu anlamda hiçbir teşvik yokken kendi sınırlarını, kendilerine hayatın sunduğu imkânların sınırlarını zorlayarak akademik hayatta kalmak için inat etmiş isimlerdi. Bizim OHAL deneyimimiz bu insanların üniversiteden uzaklaştırılmasıdır. OHAL deneyimimiz üniversitenin çoraklaşmasıdır. OHAL deneyimimiz üniversitede hak ettikleri kadroların gaspıyla, jüri müdahaleleriyle, ardı ardınca açılan soruşturmalarla ve ‘tetikçi basın’ tarafından hedef gösterilmelerle son birkaç yıldır canlarından bezdirilen, haklar ve özgürlükler alanının savunucusu, demokrat ve muhalif akademisyenlerin bu kez de büyük bir fırsatçılıkla üniversitelerden tasfiyesidir. OHAL deneyimimiz tarih bilincinden yoksun, liyakat ve adalet nosyonundan yoksun, belirli konjonktürlerde üniversite yöneticisi olmanın tarihsel sorumluluğu üzerine en ufak bir düşünce kırıntısı geliştirememiş, kendisinin bir "emir kulu" olduğunu ifade etmekten hiç hicap duymayan yöneticilerin ve kadroların başta sosyal bilimler olmak üzere üniversiteleri akıl almaz bir itaatkârlık ve işbirliği ile yok edilmeye teslim etmeleri deneyimidir benim için. Bunların tamamını Barış Akademisyenleri’nin deneyiminden, okullarımızın ve öğrencilerimizin başına gelenlerden yola çıkarak söylüyorum. Ankara Üniversitesi’nde olan budur. Diğer üniversitelerden önce ve büyük bir cevvallikle ve sadece Barış Akademisyenleri’nin yakasına yapışılmış olması çok ama çok düşündürücüdür. Bu cevvallikle kapatılmak istenen ve gözlerden saklanmaya çalışılan şeyin ne olduğunu zamanın göstereceğine hiç kuşkum yok.
İshak Karakaş- 65 gündür açlık grevinde bulunan akademisyen Nuriye Gülmen ve öğretmen Semih Özakça işten ihraçlarını protesto ederek, yeniden görevlerine dönmek istiyorlar. Açlık grevi kritik günlere geldi. Siz bu eyleme nasıl bakıyorsunuz?
Sevilay Çelenk- Şu noktada yanıtlanması çok zor bir soru bu... Kendi adıma tamamıyla uzak olduğum bir direniş biçimi ve bir eylem. Bir yakınımın seçmesini hiçbir zaman istemeyeceğim ve vazgeçirmek için elimden gelen her şeyi yapacağım bir direniş biçimi ve bir eylem. Fakat bu benim kendi perspektifim ve vicdani yaklaşımım. Bir hak mücadelesini ve direnişi kendi bedeni aracılığıyla sürdürme noktasına gelmiş meslektaşlarımız, arkadaşlarımız söz konusuyken, "açlık grevi"üzerine, genel, ilkesel bir düzeyde, bir soyutlama düzeyinde konuşamayacağımı ve fikir beyan edemeyeceğimi düşünüyorum. Aslında şu sıralar sık sık dile getirildiği gibi bir başkasının açlık grevi eylemi üzerine konuşmak her zaman vicdan temelinde olduğu kadar etik ve politik temelde de çok sıkıntılı bir durum. Nuriye Gülmen ve Semih Özakça sizin de dediğiniz gibi kritik bir eşiğe geldiler. Çok çok üzüldüğüm, çaresiz hissettiğim ve açıkçası ne yapacağımı bilemediğim bir durum benim için... Ne yaptığını daha net biçimde bilen, onların bu eylemi sona erdirmelerini hiç yargılamaksızın, sadece ve sadece yanlarında olduğunu hissettirerek sağlamaya çalışan birçok kıymetli arkadaşımızın ve meslektaşımızın olduğunu biliyorum, görüyorum ve takip ediyorum. Umarım geri dönüşsüz bir noktaya gelmeden, en kısa sürede bir sonuç alacak bu çabalar.
Ahmet Tulgar- Açlık grevleri hukuksuz işten atılmaları kamuoyunun gündemine taşıdı. Ama açlık grevi olması sebebiyle de vicdanları bir hayli zorlayan bir eylem biçimi. Bundan sonra ne yapılabilir bu eylemi sonlandırmak için?
Sevilay Çelenk- Bu sorgusuz ve savunmasız ihraçların ve işten uzaklaştırmaların ne kadar haksız ve hukuksuz biçimde gerçekleştirildiğini kendi üniversitemden ve birinci elden deneyimlediğim için "işini isteme ve göreve iade edilme" taleplerinin haklılığı da benim için çok net oluyor. İşlerini istiyorlar. İşlerini ve haklarını geri istiyorlar. Bu iki eğitimciyi, iki meslektaşımı birçok başka arkadaşım gibi ben de bu eylem sırasında tanıdım. Ama aynı sorunla yüzleştik. Aynı biçimlerde haklarımız elimizden alındı. Aylar geçti, aslında birçoğumuza ne somut bir suçlama yöneltildi ne de bir savunma imkânı tanındı. Bizler onların yaşadıklarını, itirazlarını ve taleplerini en iyi anlayacak durumda olan kişileriz. Çünkü aynı hukuksuzluğu yaşadık. Onlar da haklarını istiyorlar, hukuk istiyorlar. Henüz hiçbirimiz için işleyen bir hukuk yok, bir hukukun işletilmesi sonucunda işlerimiz elimizden alınmadı. Önce işlerimiz ve dolayısıyla hayatlarımız çalındı ve şimdi de adeta"kaderinize razı olun, bekleyin bunun hukukunu oluşturacağız" deniyor. Ben ancak bunu görüyorum ve böyle değerlendiriyorum. Bundan sonra yapılması gereken düşünce özgürlüğü ve ifade özgürlüğünü kullanmaktan başka, insan olma sorumluluğunu yerine getirerek toplumsal meseleler karşısında düşünce ve kanaat belirtmekten, tavır almaktan ya da protesto hakkını ve bir araya gelerek itirazlarını dile getirme hakkını kullanmaktan başka bir şey yapmamış, hiçbir şiddet eylemi, terör vs. yapılanmasıyla ilişkisi olmayan herkesin derhal görevlerine iade edilmesidir. Eğitim Sen’li öğretmenler, başka birçok meslek grubundan demokrat, muhalif yurttaşlar ve Barış Akademisyenleri bakımından adil yargılanma ve hukuk çerçevesinde gerçekleşmemiştir bu ihraçlar. Bu yüzden de öncelikle iadelerin yapılması, KHK’ların bu çerçevedeki sonuçlarıyla birlikte derhal iptal edilmesi gerekir. Nuriye Gülmen ve Semih Özakça için de yapılması gereken budur ve şu kritik noktada en öncelikli olarak onlar için yapılmalıdır bu.
İshak Karakaş- Siz aynı zamanda İletişim fakültesi doçentisiniz. Medya uzmanlık alanınız. OHAL’de medyacılığı ve medya pratiklerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sevilay Çelenk- Bu oldukça uzun başka bir değerlendirmeyi hak eden bir konu. Bu röportaj içinde layıkıyla değerlendirebileceğimi düşünmüyorum. Ancak üniversiteye, sivil toplum alanına, demokratik haklar ve özgürlük alanlarına yönelen saldırılar öncelikle medya alanında ağır bir baskı ve denetim olmaksızın bu çapta yapılamazdı. Bütün bu yaşananlar; medya alanındaki ciddi tasfiyeler, gerek tek tek gazeteciler gerekse basın yayın organları üzerindeki ağır baskı, dergi ve kitap yayıncılığı, sinemada ve televizyonda içerik denetimi, sansür ve manipülasyon, internetin sunduğu imkanlar üzerinde yine ağır bir sansür ve denetime işlerlik kazandırmadan, yeni bir medya yapılanması gerçekleştirmeden mümkün olamazdı. Öncelikle bunların yapıldığını da hep birlikte gördük.
Ahmet Tulgar- OHAL’le birlikte gazeteciler üzerinde büyük bir baskı söz konusu... Gündem gazetesi nöbetçi yayın yönetmenliği davaları, Cumhuriyet davası, Ahmet Şık’ın tutuklanması ulusal olduğu kadar uluslararası platformlarda da çok gündeme geldi. Cemaate yakınlığıyla bilinen pek çok yayın organı yazarı bugün cezaevinde. Bu tutuklamaların siyasi tutuklamalar olduğu pekâlâ biliniyor. Peki, iletişim fakültelerinde okuyan öğrencileri nasıl etkiliyor bu? Kaygılılar mı?
Sevilay Çelenk-Bianet’in medya gözlem raporları gazeteciliğin içinde bulunduğu durumu her zaman en net biçimde izlemeye izin veren raporlar. Ocak – Mart 2017 tarihleri arasındaki üç aylık dönemi etraflıca değerlendiren son Bianet raporunu dün incelemiştim. Saydığınız farklı nedenler ve davalar çerçevesinde bugün118 gazeteci cezaevinde. Şimdi öğrenciler bakımından yine de kaygı verici olan şey sadece cezaevinde olan gazetecilerin sayısı değil. Medya alanının içine sürüklendiği durum. Medya alanındaki yeniden yapılanma sonucunda, havuza devretmiş ve partizanlaşmış bir gazetecilik ortamı ve anlayışı sonucunda oluşan atmosfer kaygı verici. Gazetecilik alanındaki en temel meslek ilkelerine, kodlarına, editöryal süreçlere ilişkin teamüllere ve yine kurallara hiçbir biçimde itibar etmeyen saldırgan ve aşırı derecede kutuplaşmış bir medya atmosferi bu. Kaldı ki biz iletişim alanına eleştirel bir perspektiften bakan akademisyenler, gazeteciliğin mesleki kodları ve ilkelerini de ortaya çıktıkları bağlamları sorunsallaştırarak değerlendirir ve zaaflarını tartışmak ve tartıştırmaktan hiçbir zaman vazgeçmezdik. Ama şimdi o liberal basın ideolojisi içinden gelişen kodları ve ilkeleri sorguladığımız zaman aklımızdan dahi geçirmediğimiz şeyler oluyor. Kendine gazeteci diyen kişiler, gazete olma iddiasındaki basın organları açık bir tetikçiliğin, ihbarcılığın ve karalamanın öncü güçleri oluyor. Bu iklimin yarattığı kaygı gerçekten çok yüksek. Öğrencileri de elbette gelecek adına çok endişelendiren, belirsizlikle baş başa bırakan bir medya ortamı bu. İşaret ettiği şey ise daha genel bir toplumsal sorun. Toplumun nereye gittiği ve geleceği sorunu.
İshak Karakaş- Barışı savunduğu için görevinden ihraç edilen bir akademisyen olarak barış meselesine nasıl bakıyorsunuz? Türkiye’de barış için bir ışık görüyor musunuz?
Sevilay Çelenk- Barış için elbette her zaman ışık görüyorum. Çünkü umudu dışarıda aramıyorum ben. İçimizden gelen ve kendi pratiklerimize dayanan bir şey bu. İçinde barışa dönük bir ışık, umut taşıyan çok yurttaş var. Bu öyle pasif bir hissiyat değil, barış için uğraşmakla ilişkili bir hissiyat. Umut ancak böyle bir aktiflik içinden gelişiyorsa gerçekten "umut" adını hak eder. Sadece barış akademisyenlerine baktığımızda bile umutsuz olmak için bir nedenimiz yok. Yanlış anlaşılmasın, ben bu umutla akademi dünyası aracılığıyla ilişki kuran bir insanım. Bu nedenle buradan örnek veriyorum. İnsanlar her şeylerinin ellerinden alınması tehdidine karşı barışı savundular. Her şey alındığında da geri çekilen hemen hiç olmadı. Barış istemeye devam ettiler. İhraçların ertesi gününden başlayarak inatla akademideki dünyayı ve sosyal bilimci ahlakının gerektirdiği toplumsal sorumluluğu dışarıya taşıdılar. En iyi tanıdıkları mekânı ve en iyi bildikleri işi, gençlikle ve ufuk açıklığıyla buluşmanın mekânı olan derslikleri ve derslerini sokaklara, parklara, kafelere taşıdılar. Tabii ki umutluyum. Tabii ki barış dışında bir şans yok...