Ragıp Zarakolu
Kim takar Birleşmiş Milletleri
IHD, Kürt ve Türk halkının birlikte barış ve eşitlik içinde yaşaması özlemini kendi bünyesi içinde en iyi temsil eden bir sivil toplum kuruluşudur. Bu bağlamda Diyarbakır Şube başkanı her zaman, iki genel başkan yardımcısından biri olmuştur.
Ragıp ZARAKOLU
1993 yılında başlatılan Kirli Savaş döneminde Diyarbakır bir korku kenti olmuştu. Yapılan sokak infazları ile. İnsanlar sokağa çıkamaz, birbirini ziyaret edemez hale gelmişti.
Akşam 5 olup mesai biter bitmez, alacakaranlık bastırmadan herkes arkasını kollayıp evine ulaşmaya çalışıyordu. Sur içinin dar sokaklarında yürümeyi sevdiğimi ilen arkadaşlar, "aman ha" diyordu. Yine de kendimi alamayıp dalıyordum Hançepek’in labirent yollarına. Şimdi ne Suriçi ne Hançepek kaldı. 1915’in yarım bıraktığını "Reis"in adamları tamamladı.
Bu durum 1995 yılı başlarında artık had safhaya çıkmıştı.
İnsan Hakları Derneği Diyarbakır Şubesi artık açılamaz hale gelmişti.
Sebep malum, en ağır koşullar altında bile insan hakları ihlallerini, insanlığa karşı işlenen suçları rapor etmesi…
Diyarbakır IHD Şube başkanı genç avukat Mahmut Şakar ile birlikte, Diyarbakır’daki bütün sivil toplum kuruluşlarının yöneticileri hakkında toplu bir tutuklama kararı çıkmıştı.
Başkan tutuklansın iyi de, bunun ardından kim IHD şubesini açsa tutuklamaya başladılar.
Devlet özellikle zorunlu göçü dayatan köy yakmalarının, yargısız infazların raporlaştırılmasını engellemek istiyordu.
Diyarbakır Şubesinin açık kalmasını sağlayabilmek için biz genel merkez yöneticileri görevi üstlenip, Derneği açık tutmaya başladık.
Arkasından nöbeti İstanbul, İzmir Şubesinden arkadaşlar aldı.
1995 Mart ayında Cenevre’de toplanan BM İnsan Hakları Komisyonunun yıllık toplantısına gözlemci olarak katılan FIDH (Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu) heyetinde biz de yer aldık ve FIDH adına Kürt bölgesindeki dehşet verici duruma ilişkin sunum yaptık. Bizim sunumumuza Türkiye Cumhuriyetinin BM nezdindeki büyükelçisi Gündüz Aktan yanıt vererek, iddialarımızın doğru olmadığını söyledi.
FDIH, her yıl Cenevre’de toplanan insan hakları komisyonu toplantılarında, dünya genelinde insan haklarının düzelmesine ilişkin olarak loby çalışması yürütüyordu. Bu bağlamda toplantılar sırasında çeşitli ülkelerin BM temsilcileri nezdinde görüşmeler yapıyorduk. Bu arada TC temsilcisi Büyükelçi Gündüz Aktan’dan da randevu olarak onunla da görüşerek,"loby" yaptık. İnsan hakları ihlallerinin uluslararası platformlarda ülkeyi nasıl zor duruma düşürdüğünü, bunun için hükümeti uyarması gerektiğini söyledik.
Sonuç olarak loby çalışması yürütürken, "ayrımcılık" yapmadan, resmi olarak TC temsilcisi ile de görüşmüş olduk.
Gündüz Aktan, "savaş durumu nedeniyle" insan haklarının askıya alındığını söyleyerek, bunu raporlaştırmanın anlamı olmadığını söyleyince; o zaman "savaş durumunda" geçerli olması gereken insani hukuku hatırlattık.
Türkiye ise, savaş halini, "terör" sorununa indirgeyerek, hem savaş durumu olduğunu resmen kabul etmiyor, insan haklarını askıya alıp vahim ihlallere girişiyor, hem de savaş durumunda uygulanması gereken Cenevre Konvansiyonu kurallarını da görmezden geliyordu.
Diyarbakır’dan ayağımızın tozu ile yeni gelmiştik, yine ayağının tozu ile Diyarbakır’dan gelen Amerikan Kongresinden siyahi bir senatör, bölgedeki duruma ilişkin gözlem raporunu paylaşan sınırlı katılımlı bir toplantısına katılınca, Dyarbakır’da IHD Şubesine yönelik ağır baskının, Şube başkanının tutuklanmasının, diğer NGO başkanlarının gözaltına alınmasının nedenini anladık.
Amerikalı senatör bölgede süregiden vahşete tanıklık eden her kimle görüştüyse gözaltına alınmıştı.
Ertesi gün Konseydeki ABD büyükelçisini bularak, "bir daha lütfen insan hakları gözlemcisi yollamayın" dedik. Şaşırdı. Niye diye sordu.
"İnsan hakları savunucuları tutuklanıyor, gözlemcilerinizle görüştü diye. Ya gözlemci yollamayın, ya da gereğini yapın".
Bir süre sonra IHD Şube başkanımız serbest bırakıldı.
Birkaç yıl sonra da BM Genel Kurulundan Hükümetleri insan hakları savunucularına saygı göstermeye, bir çeşit dokunulmazlık sağlamaya çağıran bir karar çıktı.
IHD, Kürt ve Türk halkının birlikte barış ve eşitlik içinde yaşaması özlemini kendi bünyesi içinde en iyi temsil eden bir sivil toplum kuruluşudur.
Bu bağlamda Diyarbakır Şube başkanı her zaman, iki genel başkan yardımcısından biri olmuştur.
2009 yılında başlatılan KCK operasyonu başlığı altında yürütülen toplu tutuklamalar sırasında, IHD genel başkan yardımcısı ve Diyarbakır Şube başkanı Muharrem Erbey de, sivil siyasetçiler ve yerel yönetim başkanları ile birlikte gözaltına alındı.
2013 yılında FIDH 38. Genel Kurulu, Devlet Bakanı Beşir Atalay’ın da katılımı ile İstanbul’da yapıldı. Kendisine, Başbakar Erdoğan’a hitaben Muharrem Erbey’in serbest bırakılmasını talep eden bir mektup verildi. Nobel Barış Ödülü sahibi İranlı Şirin Abadi de harika bir konuşma yaptı. "Demokrasi sadece gidip sandığa oy vermekten ibaret değildir" diye oradaki devlet bakanına biraz ders vermiş de oldu. Sonra Erbey’in ailesi ile birlikte, uluslararası insan hakları savunucuları "Ebey’e özgürlük" yürüyüşü yaptık.
Daha sonra KCK tutuklamalarının, sivil siyasetçilerin elleri kelepçeli resimlenmesinin sorumluluğu da, Hrant Dink Cinayeti gibi Gülen Cemaatine yıkılmaya çalışıldı.
Şimdi Gülenciler zindanda olduğuna göre, yine bir IHD genel başkan yardımcısı ve Diyarbakır şube başkanı nasıl tutuklanabiliyor? Siyasi olarak kim sorumlu? Elbette daha öncekinde nasıl hükümet sorumlu ise, bugünkünden de hükümet sorumlu!
28 Şubat darbe günleri sırasında, Türk ordusu savaş esirlerinin gerillalar tarafından serbest bırakılması için arabuluculuk yapan IHD genel başkanı Akın Birdal’a teşekkür edileceğine, büyük medyanın saldırmasından sonra suikast düzenlenmişti.
Güdümlü medya bir süredir, ihlal raporları nedeniyle Raci Bilici’yi hedef aldı. Şimdi ise, 15 Mart’tan bu yana İHD Genel Başkan Yardımcısı ve Diyarbakır Şube Başkanı Raci Bilici, "Terör soruşturması kapsamında", Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’nde gözaltında tutuluyor. Avukatlarına herhangi bir bilgi verilmiyor.
Sebep ise, aynen 1995 yılıyla aynı. O dönem 3 buçuk milyon sivil yerinden yurdundan edildi. Kürt bölgesinde var olan köylerin yarısı yakılıp yıkıldı. 3 bin 4 bin arasında köy!
Nusaybin’e ilişkin son BM raporunda son bir yıl içindeki askeri operasyonlar sırasında 2 bin insanın öldüğü, 500 bin sivil yurttaşın yerinden yurdundan olduğu kayda geçiliyor.
Hangi ekibin hükümetlere "hizmet" ettiği biz insan hakları savunucuları açısından önemli değil. BM genel kurulu kararına göre, insan haklarının güvenliğinden devlet ve hükümetler sorumlu!
Bırakın güvenliği, adamlar, bir çeşit dokunulmazlığı olan insan hakları örgütleri yöneticilerini gözaltına alıp tutuklayabiliyor.
İşte, bağımsız ve onurlu bir yargı, uluslararası sözleşmeleri ulusal yasalar yanında hukuki olarak kabul eden mahkemeler bunun için gerekli.
Ve bu bağımsız mahkemelere hükümet ve devlet yöneticilerinin de ihtiyacı olacak. Geçmişteki siyasal davalarda nasıl olduysa…