Kritik seçimlere doğru bâzı endişeler

Tüm kuvvetlerin tek bir odakta, Cumhurbaşkanı’nda toplandığı, yargının da medyanın da iktidar tarafından zapturapt altına alınmış olduğu bir “eşitsiz rekâbet” ortamında 14 Mayıs’ın 1950’ye değil 1946’ya daha çok benzeyebileceği endişesini büyütmektedir.

Cumhuriyet târihinin 1946’dan bu yana kesintilerle de olsa sürdürülebilmiş olan çok partili siyâsî hayâtında, kritik olmayan bir seçim dönemine denk gelmek pek mümkün değil. Her seçim döneminin kendine özgü sorunları ve o sorunlar bağlamında dile getirilen, “bu seçimler çok önemli” veyâ “seçimler çok kritik” gibi değerlendirmelerle anılan bağlamları var.

Bununla birlikte, 1946 sonrasındaki târihte öyle bâzı seçimler var ki, bunların kritik önemleri hayli farklı. Bunların başında da 14 Mayıs 1950 seçimleri geliyor. Bu seçimlerle 27 yıldır süren tek-parti otoriterliği sona eriyor ve iktidar, barışçı bir biçimde el değiştiriyordu. Hatırlatmak gerekir mi bilmem. Bir siyâsî rejim olarak demokrasinin üstünlüğünü iktidarın seçimle el değiştirmesine imkân tanımasında bulan, hayli minimalist bir yaklaşım vardır. Demokrasinin içerdiği özgürlük, eşitlik, katılım gibi ilkelerin ne ölçüde gerçekten sağlanıp sağlanmadığına pek dikkât etmeyen bu görüşe göre demokrasi, alternatiflerine göre en tercih edilesi rejimdir çünkü iktidar, sâdece bir demokraside barışçı bir yolla, yâni seçimle el değiştirebilir. İşte 14 Mayıs 1950, bu açıdan Türkiye’nin dünyâ siyâset târihine geçen büyük başarısı gibi görünmektedir.

14 MAYIS 2023 NEDEN KRİTİK ÖNEM TAŞIYOR?

Cumhurbaşkanı tarafından alınan “seçimlerin yenilenmesi” kararıyla belirlenen 14 Mayıs târihi, 73 yıl sonra Türkiye için yine bir târihî dönüm noktasını belirleme potansiyelini taşımaktadır. 1950’de 27 yıllık bir tek-parti rejimini yıkan Türkiye, iki haftadan kısa bir süre sonra, yirmi yılı aşkın bir süredir devam eden bir başka tek-parti iktidarını değiştirmenin eşiğine gelmiş bulunmaktadır. Eğer bu değişim gerçekleşebilirse, daha demokratik bir geleceğin inşâ edilmesinin de önü açılmış olacaktır.

Bu noktada bir parantez açmama izin veriniz. 1923-1950 arası ülkeyi yöneten tek-parti iktidarı, 1950 ve sonrasındakiler gibi serbest seçimlerle işbaşına gelmiş değildi. Cumhuriyet Halk Fırkası (daha sonra Partisi) , seçimle gelmedi ama seçimle gitti. 1950’de CHP’yi iktidardan indiren Demokrat Parti, 1954 ve 1957 seçimlerini de kazanarak iktidarını korudu ama oy oranlarındaki düşme dikkâte alındığında, 1961’de zamanında veyâ daha erken bir târihte yapılacak ilk seçimde iktidarı devretmek zorunda kalacağını öngörmek mümkündü. 27 Mayıs 1960 askerî darbesi, Türkiye’de iktidarın bir kez daha seçimle el değiştirmesine izin vermedi. Seçimle gelmeyip seçimle giden CHP’ye karşılık DP, seçimle geldi ama darbeyle gitti. Bu târihten sonra da Türkiye’de bir daha, 2002’ye kadar güçlü ve uzun süreli bir tek parti iktidarı olmadı.

Merhum Hocam Mümtaz Soysal, 1960 darbesi ile ilgili olarak o dönemde yazmış olduğu bir yazıda darbeyi “erken çalan zil” diye nitelemişti. Soysal’a göre, darbe olmayıp seçimlerin yapılmasına izin verilseydi, Türkiye toplumu ikinci defa seçimle iktidar değişikliği gerçekletirecek, böylece demokrasi dersini tamamlamış olacaktı. Darbe, demokrasi dersi devam ederken erken çalan bir zil gibiydi, toplum dersi öğrenemeden sınıftan çıkarılmıştı. 1950’den 73 sonra gelen 14 Mayıs 2023, bu yarım kalmış dersin tamamlanması bakımından önemli bir dönemeç. Kanımca önümüzdeki seçimlerin “kritik” olması bu bağlamda anlaşılmalı, iktidar değişikliği gerçekleşir ve 20 küsûr yıllık AKP iktidarının seçimle değişmesi gerçekleşirse bu, 1950’den sonraki ilk uzun tek parti iktidarını seçimle değiştirme başarısı olacak ve buradan Türkiye’nin çok partili siyâsî hayâtı daha da güçlenerek çıkacaktır. Tabiî, hiçbir zaman evrensel ölçülerde demokratik sıfatını tam olarak kazanmamış olan Türkiye’nin demokratik bir cumhuriyet inşâ etmesi için yürünecek uzun bir yol bizi bekliyor ama bu değişim o yolun da bir başlangıcı olacaktır.

ENDİŞELER

Böylesi kritik, demokratik gelecek açısından hayâtî önemdeki seçimler yaklaştıkça, çok sayıda şirketin gerçekleştirdiği ve birbirinden az veyâ çok farklı sonuçlara ulaşan kamuoyu yoklamalarında, Cumhurbaşkanı ve TBMM seçimleri açısından ortaya çıkan tablo, aşağı yukarı şöyle görünüyor: TBMM’de hiçbir ittifak ve parti Anayasa’yı değiştirmek için gereken asgarî sayıyı (360 milletvekili) elde edemediği gibi, TBMM’nin salt çoğunluğu olan 301 sandalyeyi de kazanamıyor. Cumhurbaşkanı seçiminde ise, seçimin ikinci tura kalma ihtimâli yok değil ve kimin önde olduğu da, ortalama olarak bu tür yoklamalarda açıklanan hata payı içinde açıklanıyor. Yâni, çoğu araştırmanın önde gösterdiği aday Kılıçdaroğlu, Erdoğan’la arasındaki fark, araştırmanın hata payı içinde kalıyor.

Bu tabloyu, iktidarın özellikle 2011 seçimlerinden bu yana ama özellikle de 2014’teki Cumhurbaşkanı seçiminden îtibâren izlediği otoriter çizgi ile birlikte düşündüğümüzde, 1950’dekine benzer bir zorlukla karşı karşıya gelinme ihtimâli çeşitli endişeler yaratıyor. Bunlar, bugün siyâset bilimcilerinin “rekâbetçi otoriter rejimler”de iktidarın seçimle el değiştirmesinin önündeki engeller olarak dile getirdikleri gözlemlerinden kaynaklanan endişeler. 1950’deki endişe, doğrudan otoriter bir tek parti iktidarının iktidarı devretmeye istekli olup olmayacağı ile ilgiliydi ve dört yıl önceki hileli 1946 seçimlerinin tecrübesi de bu endişeyi haklı kılıyordu. Olmadı, iktidar değişikliği gerçekleşti.

Bugünkü endişe ise, öncelikle iktidarın tüm seçim sürecini kendi kontrolüne almak için her türlü imkâna sâhip olmasından kaynaklanıyor. Bir kere, mevcut başkancı rejimde bakanların, özellikle de seçimlerin yönetim ve denetim süreçleri bakımından kritik önemdeki adâlet, içişleri ve ulaştırma bakanlarının istifâ ederek yerlerini partisiz isimlere bırakmaları gibi, Türkiye’nin yıllarca denemiş olduğu bir zorunluluk yok. Üstüne üstlük, ilk defa bu bakanlar aynı zamanda milletvekili adayı, yâni ellerindeki kamu gücünü kendilerinin seçimleri kazanmaları yönünde kullanma imkânlarına sâhipler. Bu, hiçbir hukuk devletinde izin verilemeyecek olan bir “çıkar çatışması” durumudur ve burada söz konusu olan kişilerden bağımsız olarak, devlet gücünün suistimal edilmesine açık çek verilmesi anlamını taşımaktadır. Aslında, tüm kamu görevlileri gibi bakanların da aday olmak için görevlerinden ayrılmaları gerekirdi, hem hukukî hem de ahlâkî bir vecîbe olarak.

Ancak, Yüksek Seçim Kurulu (YSK), bakanların aday olmak için istifâ etmelerine gerek olmadığına karar vermiştir. Bu, YSK’nun son derece tartışmalı kararlarından biridir ve YSK, maalesef, 1946’daki hileli seçimlerden sonra, bir daha böyle seçimler olmasın diye kurulduğu 1950’den bu yana, sanırım hukuk devleti ilke ve normlarına bağlılık konusunda en kötü sınavlarından birini vermektedir. Sâdece bakanların istifâ mecbûriyetinin olmadığına karar vermiş olması değil buradaki konu. Erdoğan’ın üçüncü kez adaylığını onaylaması, onaylarken açıkladığı gerekçedeki hukukî zâfiyet de buna eklenmeli. Ayrıca, hem Cumhurbaşkanı’nın hem de bakanların seçim çalışmaları sırasında devlet olanaklarını kendi seçim propagandalarında kullanmalarına ilişkin yasaklara tâbi olmalarını sağlamak üzere hiçbir şey yapmaması da bunlara eklenmeli. Seçimlerin yönetim ve denetimi ile ilgili en üst ve kesin hüküm niteliğindeki kararları verecek olan YSK’nun bu durumu da, bir diğer endişe kaynağı olmaktadır.

DOST-DÜŞMAN SÖYLEMİ

Bir diğer endişe kaynağı ise, iktidar mensuplarından, özellikle de bakan düzeyindeki kişilerin ortaya koydukları bâzı söylemlerdir. Örneğin, seçim sürecinin en etkili bakanlıklarından birinin başında bulunan ve parlâmenter sistem olsaydı istifâ etmesi mutlak bir gereklilik olan İçişleri Bakanı, 14 Mayıs seçimlerini bir “darbe girişimi” diye nitelendirebilmiştir. Türkiye’de demokratik seçim imkânı tam anlamıyla hiç olmadı ama 1983’teki vetolu olanı saymayalım ama 1987’den bu yana kesintisiz olarak seçimle hükûmetlerin belirlendiği bir ülkeden söz ediyoruz. 14 Mayıs gibi, iktidarın en güçlü ve yetkili ismi olan Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı tarafından belirlenmiş olan bir târihin nasıl bir darbe girişimi olabileceğini, ortalama zekâya sâhip bir vatandaş olarak anlamamız mümkün değil.

Sayın Bakan’ın bu sözünden kısa bir süre sonra, Adana’da seçmenlere hitâp eden bir diğer parti yetkilisi, herhâlde muhalif ittifakları kastederek, bu ittifakların amacının “Recep Tayyip Erdoğan'ı, AKP'yi ve Cumhur İttifakını göndermek” olduğunu belirttikten sonra, "Bir oy, cumhurbaşkanımızın karşısında Türkiye'yi tehdit edenlere en güçlü cevabı verir” diye de eklemiş.

Bu iki söylem öbeği bize, bu rejimin sâdece otoriter değil aynı zamanda bugünkü moda tâbirle popülist, bence “post-faşist” bir karakter taşıdığını da göstermektedir. Bir diğer deyişle, tüm kuvvetlerin tek bir odakta, Cumhurbaşkanı’nda toplandığı, yargının da medyanın da iktidar tarafından zapturapt altına alınmış olduğu bir “eşitsiz rekâbet” ortamında, bir de “dost-düşman” veyâ “gerçek millet-millet düşmanları” ayrımını çağrıştıracak söylemlerle siyâsî süreci çarpıtmaya çalışmak; bunlar önümüzdeki 14 Mayıs’ın 1950’ye değil 1946’ya daha çok benzeyebileceği endişesini büyütmektedir.

Bu endişelerin giderilmesi için, özellikle muhalif siyâsî parti ve seçmen örgütlerinin oy verme günü ve oy verme işlemi bittikten sonraki süreçte, sandıklara sâhip çıkmaları mutlak şarttır. Türkiye, ancak böylesi bir bilinçli yurttaşlık çabasıyla 14 Mayıs 2023’te bir iktidar değişikliğini gerçekleştirebilir, demokratik bir gelecek inşâ etmek için gereken önemli bir adımı da atmış olur.


Levent Köker: Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara'da, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi'nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997'de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler'le birlikte "Bu Suça Ortak Olmayacağız" beyanında bulunduğu için, Yakın Doğu Üniversitesi'ndeki görevinden uzaklaştırıldı (2016). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İki Farklı Siyaset, Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye adlı kitapların yazarıdır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Levent Köker Arşivi