Özgür Sevgi Göral
Kurdun dişlerini sökmek
Faşizm üzerine düşünen herkes, ısrarla, bu alanda düşünürken ve çalışırken olası iki zorluğun ve tehlikenin altını çizer. Bunlardan birincisi, faşizmi tamamen bitmiş, kapanmış ve tarihin tozlu sayfalarında yerini almış, geçmişe dair bir vaka olarak görmektir. İkincisi ise, her baskı ve zor rejimine, kolayca ve üzerine yeterince düşünmeden, terimin tarihsel ve politik özgüllüklerini görmeden “faşizm” adını vermektir.
Bu tarihçiler arasında Emilio Gentile, faşizm kavramının tarihsel özgüllüklerinin farkında olmak konusunda belki en ısrarcı olanlardandır. Ona göre, “faşizm” başka hiçbir terime benzemeyen bir tarzda, jenerik bir terim haline gelmiştir. Üstelik, özellikle de sol, sosyalist, komünist güçlerin enflasyonist kullanımı nedeniyle, artık pek bir şey açıklamayan, her tür baskıcı, şiddet kapasitesi geniş başkanlık rejimine işaret etmek için sağa sola fırlatılan bir terime dönüşmüştür.[1]
Çok önemli bir tehlikeye işaret etse de Gentile’nin yorumunun bu kısmına katılmıyorum. Sadece faşizm kavramı değil, modern kapitalizmin, burjuvazi tarafından sürekli iktisadi alandan yalıtık olduğu iddia edilerek fetişleştirilen politik sahasında dolanan tüm kavramlar, demokrasi, barış, devlet gibi, benzer biçimde sürekli olarak farklı şekillerde, farklı siyasi güçler tarafından ve farklı düzeylerde jenerikleştirilir, muğlaklaştırılır ve belirsizleştirilir.
Üstelik, çalışmasının içerdiği tüm nüanslara ve özellikle İtalyan faşizminin titiz bir tarihçisi olmasına rağmen Gentile’nin genel bir çerçeve olarak kullandığı “totalitarizm” paradigması, onu 1945 sonrasında faşizm parantezinin büyük ölçüde kapandığı tezine ikna ediyor. Soğuk Savaş ideolojik ikliminin bir sonucu olarak ortaya çıkmış totalitarizm paradigması başka pek çok konuda beni tatmin etmediği gibi, faşizmin büyük ölçüde 20. yüzyılın özgül tarihsel, politik momentinin sonucu olduğu argümanı da beni bütünüyle ikna etmiyor. Çünkü aklıma şu soru geliyor: Neden tarihin bu anında “faşizm tartışması” böyle bir çeşitlilikle ve hararetle başladı? Bunu mümkün kılan nesnel zemin ne idi?
İçinden geçtiğimiz dönem, dünya çapında ırkçı, aşırı sağcı ve beyaz üstünlükçü neofaşist hareketlerin yükselişi, iklim krizinin yarattığı aciliyet, kapitalist sömürünün farklı biçimlerde derinleşmesinin sonucu yaşanan güvencesizlik ve muazzam tahribat, yaşam alanlarının tamamıyla piyasaya terk edilmesi sonucu temel kaynaklara erişimden mahrum bırakılmış milyonlar, yerel veya bölgesel çatışmalar ve savaşlarla militarizmin gücünü sürekli yeniden tahkim etmesiyle karakterize oluyor. Üstelik, tüm bunlar olurken, liberal, demokratik konsensüs ve merkez, son derece aşınmış, inandırıcılığını kaybetmiş ve dolaşıma soktuğu mitlerle birlikte ikna ediciliği azalmış durumda. Böyle bir dönemde farklı faşizmleri, onların nasıl yeniden zuhur ettiklerini konuşmamak pek mümkün değil gibi.
Öte yandan, klasik faşizmin doğduğu tarihsel andan, pek çok açıdan farklı bir şimdi’nin içindeyiz. Faşizm, bir dünya savaşı sonrasının ve gelmekte olan yeni bir dünya savaşının yarattığı devasa militarizasyon dalgası içinde, 1930'ların çok güçlü işçi sınıfı dünyası, örgütleri ve politik hareketliliğinin ortasında, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği gibi korku, rekabet ve nefret uyandıran bir 'reel sosyalist' odak mevcutken ve 1929 buhranı çapında bir krizin varlığında ortaya çıktı. Bu nedenle, faşizm üzerine çalışanlar, onun antikomünist, spesifik olarak da anti Bolşevik karakterinin altını çizerler örneğin. Bugün, 1930’ların dünyasından çok başka bir dünyada yaşıyoruz.
Yine de, Geoff Eley’nin vurguladığı gibi, ekonomik kriz, sınıfsal ilişkiler ve sermaye birikimi rejimi, politik hareketlerin ve siyasi partilerin durumu gibi kriterleri dikkate alarak,[2] faşizmin bugünle ilişkisi hakkında ciddiyetle düşünmek zorundayız. Zira, faşizmin kapitalizme içkin olduğunu söylemek sorunu çözmüyor. Marksist gelenekten gelen pek çok yorum burada zaten anlaşıyor fakat meselenin özü, neden bazı momentlerde faşizm gibi bir rejime ihtiyaç duyulduğu, başka bazı momentlerde ise buna ihtiyaç duyulmadığında ya da bunun yapılamadığında yatıyor.
Tanıl Bora, Gentile’nin “Faşist Kimdir?” kitabına yazdığı, "Türkiye'de Faşist Sıfatının Serencamı" başlıklı ve son derece etraflı önsözde, Türkiye sosyalist solunun farklı faşizm analizlerini ayrıntılı biçimde değerlendiriyor. Ayrıca, faşizm tartışmasının geniş yer tuttuğu üç dönem olduğunu belirtiyor: İkinci Dünya Savaşı yılları, 1970'ler ve 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrası.[3] Bu dönemlere 2015 sonrasını da ekleyebilir miyiz? Kısmen evet.
Öte yandan, Milliyetçi Hareket Partisi gibi soy faşist bir siyasi hareketin iktidar ortağı olduğu, Kürt meselesi ekseninde devam eden çatışmanın giderek tırmandığı, göçmenlere yönelik pogromlardan örneğin mevsimlik işçi olarak çalışan Kürt emekçilere yönelik linçlere[4] sert bir şiddet dalgasının yükseldiği, geniş emekçi kesimlerin kemer sıkma politikaları, örgütsüzlük ve güvencesizlik sarmalına mahkum edildiği bir dönemde, faşizm tartışmasının, genel olarak “Saray faşizmi/tek adam faşizmi” düzeyinde kalması üzücüdür.
Bora aynı önsözde, Behice Boran’ın faşizme giden yolu nasıl gördüğüne dair şu alıntıyı yapar: “İşçi sınıfının mücadelesinin gelişmesinden ve politik bilinç kazanmasından duyulan derin ürküntü; işçi sınıfı dışındaki sınıf ve tabakalara da yönelen baskı ve şiddet; Kürt halkına karşı ırkçı ve şoven bir milliyetçilik anlayışıyla baskı yapılması”.[5] Boran’dan 50, Kürt meselesinde yaşanan savaşın Türkiye’nin tüm politik peyzajını değiştirmesinden 40 yıl sonra yazılan faşizm analizlerinin kimilerinde, Kürdistan’ın, yaşanan çatışmanın, Kürt halkına karşı uygulanan ırkçı ve şoven politikaların, Türkiye’de faşizm ve sömürgecilik ilişkisinin adının bile geçmemesini yadırgıyorum. Dünyada devam eden faşizm tartışmasında, sömürgecilik ve faşizm ilişkisi, siyah radikal düşüncenin ya da sömürgecilik karşıtı hareketlerin faşizm analizleri, Aimé Césaire’in kavramlarıyla söylersek Nazizm ve sömürgecilik ikilisinden çıkan sömürgeci bumerang kavramı böyle merkezi bir yer tutuyorken üstelik.
Son yıllarda yazılmış iki yazıyı, tüketici olmak iddiam olmaksızın, dikkatinize sunmak istiyorum. Birincisi, aslında birbirini takip eden iki yazı olarak yazılmış, “faşizmle mücadele: hiç kimseyi korkutmalarına izin yok!” başlıklı Ayşe Düzkan yazıları.[6] Düzkan bu iki yazıda, faşizm teriminin enflasyonist ve keyfi kullanımından sermaye birikimi rejimi temelli bir perspektifin önemine, kapitalizm ve ırkçılık, cinsiyetçilik, sömürgeci şiddet ilişkisinden anti-faşist bir politikanın çok boyutlu başlıklarına, pek çok önemli meseleyi tartışıyor. İkinci örnek ise, Mehmet Güneş’in Sivas katliamının yıldönümünde yazdığı “Sivas Katliamı’nda Kontrgerillanın Ayak İzleri” başlıklı yazısı.[7] Güneş’in yazısı, hem somut bir katliamda faşist yapılanmaların rolünün somut analizini içerdiği hem de Kürt savaşı ile Türkiye’nin faşistleşme süreçlerini birlikte düşündüğü için çok önemli.
Faşizm tartışması, “Türkiye’nin rejimine faşist diyor musun demiyor musun?” sorusundan daha fazla şey içeriyor, şüphesiz bu sorunun yanıtı politik olarak çok önemli olsa da. Zira bu soruya olumlu ve olumsuz yanıt verenlerin tamamı, aynı zamanda verdikleri yanıta göre bir politik yön, örgütlenme modeli ve politik retorik da önermekle mükellef.
Üstelik, bugün içinde yaşadığımız şimdi’de, adına ne dersek diyelim neo/postfaşist ya da aşırı sağ ya da faşizan hareketlerin yükselişi dahil, faşistleşme süreçleri[8] dediğimiz çok boyutlu süreçlerin, Türkiye’de ve dünyanın pek çok yerinde iş gördüğü bir gerçek bana kalırsa. Dolayısıyla, devrimci bir küresel merkezin olmadığı zamanlarda karşı devrimcilik, yaşayan bir komünizmin olmadığı zamanlarda anti komünizm ve mevcut faşistleşme süreçlerinin Türkiye özgülünde nasıl tezahür ettiği üzerine ciddiyetle düşünmek bana biraz görevimizmiş gibi geliyor.
Ciddiyet kavramını çok tekrar ettim. Bugün pek sevilmeyen bu kavramı üstlenmek gerektiğini, çünkü ciddiyetin sözümüzün politik sonuçlarını taşımak konusunda bize çok şey kattığını düşünüyorum. Farklı politik örgütlerde birlikte politika yapma fırsatı bulduğum 70’ler devrimcileri için, bir kişiye ya da örgüte “gayriciddi” ya da “ciddiyetsiz” demek epey ağır bir hakaret anlamına geliyordu.
Faşizme karşı silahlı direnişin Paris’te bir parçası olmuş göçmen, komünist Dora Schaul o dönemi güzel bir zaman olarak hatırladığını söyler: “Her şeye rağmen yine de güzel bir zamandı, çünkü çok gençtik, Paris’i keşfediyorduk. Paris’i seyrediyorduk, ona inançla bakıyorduk.”[9] Faşizmin ölüm övgüsüne dayanan, sloganlarından biri bile “Viva la muerte/Yaşasın Ölüm” olan iç karartan kahverengisine karşı yaşamın, umudun ve mücadelenin yeşili, dirayeti, inancı. Schaul bunu söyledikten hemen sonra ekler; antifaşist mücadeleyi çok ciddiye alıyorduk.
Mehmet Güneş ise, yukarıda andığım yazısını, bence çok önemli bir soruyla bitiriyor: “Kurdun dişlerini kim sökecek?” Esas kurdun yanına bir sürü mini mini kurtların, kurt özentilerinin eklendiği bir Türkiye’de bu soru temel bence. Faşizm tartışmasını belki böyle bir ciddiyet çağrısı olarak da düşünebiliriz, sözünün yükünü taşıyan, öte yandan kendi sözüyle büyülenmeyen ve başka sözlere de açılan bir tartışmayı yapma çağrısı olarak. Umuyorum geçen ay babamın hikayesiyle başladığım bu seride, bunu kıyısından köşesinden de olsa yapabiliriz. Cümleten tekrar merhaba.
Özgür Sevgil Göral kimdir?
Göral, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olduktan sonra Boğaziçi Üniversitesi'nde erken cumhuriyet döneminde çocuk sorunu ve çocuk suçluluğu üzerine yüksek lisansını tamamladı. 2017 yılında, Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales'de (EHESS) Kürt Çatışması Bağlamında Zorla Kaybetme ve Zorunlu Göç: Kayıp, Yas ve Sınırda Siyaset başlıklı teziyle doktora derecesini aldı. Aynı zamanda Türkiye'nin farklı üniversitelerinde çeşitli dersler verdi. Hakikat Adalet Hafıza Merkezi'nin (Hafıza Merkezi) kurucuları arasında yer aldı ve 2018'e kadar burada çalışmalar yürüttü. 2018’den sonra Paris 8 Üniversitesi'nde doktora sonrası araştırmacı olarak çalıştı ve doktora sonrası araştırmasını Türkiye ve Fransa'nın kolonyal hafıza rejimleri üzerine yaptı. Sciences PO Paris ve INALCO'da öğretim görevlisi olarak çalıştıktan sonra, 2022-2023 yıllarında Cambridge Üniversitesi'nde misafir araştırmacı olarak bulundu. Kasım 2023'ten itibaren, Türkiye’deki politik ve toplumsal hareketler hakkındaki araştırma projesini EHESS’te yürütmektedir. Zorla kaybetmeler, devlet şiddeti, hafıza çalışmalar, toplumsal cinsiyet çalışmaları ve hukuk antropolojisi üzerine çeşitli kitap ve makaleleri yayınladı. Yaramız Derindir: Hafıza Sahası ve Sömürgeci Afazi kitabının yazarıdır.
KAYNAKÇA
[1] Emilio Gentile, Faşist Kimdir?, İletişim, 2021, s. 76.
[2] Geoff Eley, "What is Fascism and Where does it Come From?", History Workshop Journal, no. 91, 2021, 1 – 28.
[3] Tanıl Bora, Türkiye'de Faşist Sıfatının Serencamı, Faşist Kimdir? içinde, s. 11.
[4] Türkiye’de linç meselesi üzerine, dava dosyalarından yola çıkan bir inceleme için bkz. Diler Bulut, Linç, Toplum ve Devlet, İletişim, 2024.
[5] Tanıl Bora, age., s. 14.
[6] Ayşe Düzkan, “faşizmle mücadele: hiç kimseyi korkutmalarına izin yok! 1 ve 2”, Sendika.org, 18 Kasım 2022 ve 22 Kasım2022. https://sendika.org/2022/11/fasizmle-mucadele-hic-kimseyi-korkutmalarina-izin-yok-1-671240 ve https://sendika.org/2022/11/fasizmle-mucadele-kimseyi-korkutmalarina-izin-yok-2-671623
[7] Mehmet Güneş, “Sivas Katliamı’nda Kontrgerillanın Ayak İzleri”, Komün Dergi, 2 Temmuz 2024. https://komundergi12.com/sivas-katliaminda-kontrgerillanin-ayak-izleri-mehmet-gunes/
[8] Ugo Palheta, La Nouvelle lnternationale Fasciste, Textuel, 2022, s. 41.
[9] Dora Schaul France Culture’ün hazırladığı M.O.I, la main-d'œuvre immigrée en lutte podcast serisinin “Fuir les répressions et la récession” başlıklı ilk bölümünde anlatıyor: https://www.radiofrance.fr/franceculture/podcasts/lsd-la-serie-documentaire/fuir-les-repressions-et-la-recession-6043108