Özgün Enver Bulut
Kürtçe ve Tahammül
"Artık tayinim çıkabilir mi Allah’ım. İnsanların Kürtçe konuşmasına tahammülüm kalmadı da." Nusaybin’de görev yapan genç bir öğretmenin sosyal medyadaki paylaşımıydı bu cümle. İşin hiçbir tarafında değilim. Kendince haklı nedenleri de vardır belki. Nusaybin ona küçük gelmiş, yaşam alanını daraltmış, sosyal ilişkilerini zayıflamış olabilir. Çok şeyler sıralanabilir gerekçe olarak. Ancak bunu dil üzerinden, kimlik üzerinden yapması çok fena. Bilmeden ya da bilerek kullanılan bu cümle aslında genel bir bakış açısının çok net bir tezahürü. Bir öğretmen düşüncelerini böyle yansıtabiliyorsa, ülkenin sokaklarındaki vatandaşların ne düşündüklerini bile hayal etmek istemiyorum. Gerçi görünen köy kılavuz istemez ya. Kürt aşağı, Kürt yukarı, benim Kürt kardeşlerim, kınamadın, kınadım sözlerinin her gün dolaşımda olduğu bir ortamda iyimser şeyler beklemek de ayrı bir safdillik.
Böyle durumlarda yetkili merciler açıklama yapar ve durumu düzeltirler. Burada da Nusaybin Kaymakamlığı açıklama yapmış. Paylaşımın öğretmenin ‘bilgisi dışında paylaşıldığı ve emniyetçe soruşturma açıldığı’ mealinden bir açıklamaydı sanırım. Açıklamalar da böyle olur zaten. İnandırıcılığını da geçiyorum. Öğretmenin bilgisi dışında olsa bile, paylaşıldığına göre, böyle düşünen vatandaş var demek ki.
Bu paylaşımı okuduğum zaman aklıma ilk anda Ferit Edgü’nün Hakkari’de Bir Mevsim romanı geldi. Hakkari’nin karlarla kaplı bir köyüne tayini çıkan öğretmenin, anlama, öğrenme çabaları ve ruh halini anımsadım. Çocuklara bir şeyler verebilmenin uğraşı, kendi iç hesaplaşmaları, halkla olan ilişkileri ve mektuplarla kurduğu başka bir dünya özlemi. Romanda da gitme ve hayallerine kavuşma isteği var. Ancak dilden söz ediyor, onları duymaya, anlamaya çalışıyor öğretmen.
Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler’de herkesin karşı tarafa anlamlar yüklediğinden söz eder. Bunu da kolayına kaçma olarak görür. Çünkü kimse karşı tarafı anlamaya çalışmaz, onların gözüyle bakmaz ve tersinden düşünmez. Kürtçe eğitim dili olsaydı bu genç öğretmenin düşünceleri farklı olacaktı ve paylaşımı da olmayacaktı belki. Yine Amin Maalouf’un anlattığı şekliyle söylersem, bazı sözlerin ayarı kaçtığı zaman, o sözlerin masumiyetinden söz edilemez. Bu gibi sözlerin de tarih boyunca üstü kapatılmayan önyargılar olarak devam edeceğini unutmamak gerek. Basit sözler, basit anlamlar gibi görünen önyargıların nefret diline dönüşmesi ve büyümesi, silinmeyen izlere neden olur, tekrarlanması halinde iyileştirmek bir yana, yaranın büyümesine yol açar.
Öğretmenin kullandığı dilin farklı bir aksiyonunu oyuncu Ersin Korkut’a yapılanlardan gördük. Diyarbakır’a Amed ve başkent dediği için yargınlasın hashtagı açıldı iki gün önce. Sonrasında da Yılmaz Erdoğan ile devam edildi sataşmalar. Normal zamanlarda şu cümleleri çok duyarız. "Diyarbakır Doğu’nun Paris’idir. Van Doğu’nun incisidir. Elazığ Doğu’nun başkentidir. Dersim büyülü bir coğrafyadır." Kimsenin sesi çıkmaz ve "öyle mi" der, "gidip görmek lazım’ diye de devam eder. Bir oyuncu Amed dediği için yargı göreve çağrılıyorsa demek ki normal zamanlarda değiliz. Demek ki seçenekli soruların tüm şıkları aynı yanıtı içermekte ve A, B, C, D, E şıkları ‘milliyetçilik’ olarak verilmiştir.
Daha da anlaşılır olabilmek için İki Dil Bir Bavul filminden de söz etmek isterim. Kürtçe bilmeyen bir öğretmen ve Türkçe konuşamayan öğrenciler arasındaki duygu yoldaşlığını, sabrı, sevgiyi, umut ve umutsuzluğu, candan olabilmenin sıcaklığını görüyoruz. Öğrencilerin Türkçe konuşamamalarıyla, köyün fiziki durumuyla ilgili sıkıntıları telefonda annesiyle paylaşan, annesiyle konuşan öğretmenin aktardıkları samimiyet doludur ve içtendir. 2007-2008 yılında çekilen bu film aslında tüm ülkede izlenmeliymiş diye düşünüyorum bugünden baktığımda. Tweet atan o genç öğretmen bu filmi izleseydi eminim ki o da farklı düşünecekti. Kültürel farklılıkların zenginlik olduğunu, birleştirici olduğunu ve gürül gürül akan bir ırmaktan yayılan ses olduğunu çok rahat anlayabilecekti. Yönetmenliğini Özgür Doğan ve Orhan Eskiköy’ün yaptığı filmde öğretmen olarak da Emre Aydın katkı sunuyor. Gerçekten de öğretmendir ve ilk atandığı köydür çekim yapılan yer. Şehirden gelen bir öğretmenin köye, köylüye, dile bakış açısını da görürüz. Ancak buradaki öğretmen içtendir ve önyargıları yoktur. Daha doğrusu kötülüğe bulaşmamıştır.
Sıdıka Avar gibi bir misyon ve görev de üstlenmemiştir. Türkçe öğretebilirse bir sonraki yıl diğer dersleri de verebilecektir. Okul tatil olduğunda, bavulunu arabaya koyup giderken, çocuklarla Türkçe vedalaşır. Sonrasında ise bahçede Kürtçe konuşarak ip atlayan kız çocuklar ve suya Kürtçe konuşarak atlayan erkek çocuklar görürüz. Ayrıntı burasıdır aslında. Nusaybin’deki öğretmene de yanıttır.
Temel bir sıkıntı var ülkede. Zamanla dilin içine zehirli sözler karışıyor ve dil büyük yaralar alıyor. Dil yara alınca da çok şey kayboluyor. Dilin temiz kalması ve inceliğini koruması önemli. İncelik kaybedildiği zaman onu geri getirmek için yaşamlar heba ediliyor ve ömürler bitiyor. Bir değil, birkaç kuşak savrulup gidiyor böylece. Ses var, ses büyük, o sesleri duymak, o seslere kulak kabartmak gerek sevginin diliyle. Sevginin dilini hiçbir zaman gömmemek gerek. Onu gömülen yerden çıkartıp yeşertmek çok zor.
Geldiğimiz yer iki renkten ibaret. Siyah ve beyazın olduğu bir yerde yaşıyoruz. Diğer renkler kaybolmuş ve iki rengin tahakkümü altındayız artık. Oysa diğer renklerin olduğunu unutmadan doğaya bakmalıyız. Doğadaki her renk insandaki coşkunluğa karşılık gelir. Coşkunluğu büyütmek için tabloları renklendirmekten başka çaremiz yok ne yazık ki.