Ümit Kardaş
Kutsal zorba devlet: Devleti yeniden tanımlamak
Toplum, çeşitli nedenlerle ve şekillerde ortaya çıkan toplumsal çatışma alanlarındaki sorunları, uzlaşma kültürü ile siyasi yöntemleri kullanarak çözmede başarı ve beceri gösterdiği durumlarda merkez-çevre ilişkisi demokratik bir çerçeveye oturabilir.
Bu durumda ortaya "daha az devlet daha çok birey-toplum" çıkarken, devlet demokratik ve hukukun üstünlüğüne dayalı olma niteliğini kazanır. Sorunların toplum tarafından çözülemediği ve uzlaşmaya varılamadığı durumlarda ise toplumun karşısında egemen, baskıcı, topluma ve siyasi kurumlara karşı özerk bir devlet var demektir.
Devlet düşüncesi, tekraren ürettiği ideolojik kalıbı hizmetine alırken temsil ilişkisine dayanır. Hiyerarşiye dayalı bu ilişkiden devletin ideolojisiyle özdeşleşmiş "makbul yurttaş", "normal birey" ortaya çıkar. Makbul yurttaşlar düşünceleri kodlanmış olarak "tabi grup" oluştururlar.
Tabi grup, devlet iktidarının baskı aygıtını oluştururken grubun amacı da kutsallaştırılır. Böylece itaat edenler, iktidar ilişkisine bedenleri üzerindeki tasarruflarından da vazgeçerek taraf olmuş olurlar.
Devletin şiddet tekeli ancak meşru hukuka uygun kullanıldığı takdirde kabul edilebilir. Devlet şiddetinin meşruiyeti hukukla bağlı olmasından doğar. Meşru hukuka dayanmayan devlet organizasyonu çeteleşir ,mafyalaşır ve toplumda hukuk güvenliği yok olur. Soyut bir kavram olan devletin yeniden tanımlanması bunun için önemli.
Demokratik olmayan ve hukukla bağı olmayan bir rejimde devlet kutsal, dokunulmaz, hatta kendi halkına karşı korunması gereken bir "leviathan"dır. ( Hobbes) Soyut devlet tek kişide ya da oligarşik bir yapıda tecessüm eder; ordu, polis, istihbarat gibi güvenlik kurumları da bu örgütlenmede kapalı ve denetlenemez kurumlar olarak yer alırlar.
Askeri bürokrasi bu yapıda her zaman en önemli güçtür; bu güç kimi zaman sahnede kimi zaman perde gerisinde etkili olur. Parlamento, hükümet ve yargı göstermelik kurumlardır.
Böyle bir rejimde devlet hukuka değil, her türlü yolsuzluk ve ayrımcılığa açık bir güce ve şiddete dayanır. Hak ve özgürlük talepleri isyan kabul edilerek şiddet ve bastırmayla yok edilmeye çalışılır. Artık burada ne bir toplumsal uzlaşma ne de toplumsal barış umudu vardır.
Mafya yöntemleri ve örgütlenmeleri siyasi operasyonlarda kullanılır hale gelir. Yolsuzluk ve çökerek gasp etme eylemleri yaygınlaşır, mülkiyet hakkı anlamını kaybeder.
Sedat Peker, bir süredir devletin hukuk dışına çıkışının kendisinin de iştirak ettiği örneklerini iddialar şeklinde açıklamaya devam ediyor. Peker, 2015 yılında, binlerce kişinin toplandığı miting meydanında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ı destekleme gerekçesini şöyle anlatıyordu ."Recep Tayyip Erdoğan’a diz çöktürürlerse bu devlete de diz çöktürecekler. "Yani devlet "Erdoğan" dır ve onu korumak "devleti ve vatanı korumaktır"
PKK aleyhinde atılan sloganlar üzerine şiddetin dilini zirveye taşıyordu. "vatandaşın kendini savunma hakkı doğarsa, meşru müdafaa hakkı doğduğu zaman; adeta dünyanın şah damarları kesilmişçesine oluk oluk hepsinin kanlarını akıtacağız"
Türkiye’de mafyanın tarihsel olarak İtalya’da olduğu gibi siyasal sisteme alternatif oluşturacak şekilde sosyal, siyasal ve ekonomik kurumlar üzerinde etkili olmadığı aksine bu örgütlenmelerin devleti temsil eden siyaset ve bürokrasinin himayesinde ve gözetiminde var olduğu açık.
Devlet geleneksel olarak kriminal araçlar kullanarak hukuk dışına çıkmakta beis görmediğinden mafya örgütlenmeleriyle aynı karede görülebilmekte. Devletin kirli ilişkilerini ortaya döken Peker vakıası bunun vahim bir örneği.
Oysa gerçek bir demokratik rejimde devlet sadece halka hizmet etmekle görevli bir örgütlenmedir. Toplum içindeki topluluklar farklılıklarını koruyarak, barış ve özgürlük içinde ve hukuk güvenliği altında yaşamayı güvence altına alan asgari bir uzlaşma temelinde devlet aygıtını oluştururlar. Bu nedenle devlet kutsal olmayıp, toplumun bu ihtiyaçlarını karşılayacak olan bir hizmet aygıtıdır.
Halkın seçtiği parlamento, hükümet ve bağımsız ve tarafsız yargı devleti somutlar. Hükümetin emrinde ancak parlamento ve sivil toplumun denetiminde olan açık, şeffaf ve denetlenebilir asker-sivil güvenlik bürokrasisi temsili kurumların altında yer alır.
Devlet, yüklendiği işlevler nedeniyle varlığını sürdürse de, toplumun tahakkümcü hiyerarşik yapılardan kurtarılması ve devletçi önlem ve kanunların elden geçirilmesi gerekmekte.. Özgürlükçü bir yaklaşımla şeffaf yönetimler ve kurumlar oluşturulması, birey-yurttaşın devletin müdahalesine karşı hukuki güvenceye kavuşturulması gerekir.
Devleti arındırmanın başka bir boyutu da belli inanç, düşünce ve ideolojileri yerleştirme yönündeki zihinsel yönlendiriciliğinden, baskısından ve toplum mühendisliğinden vazgeçirilmesidir.
Devletin işlevlerinin yeniden tartışılarak, "devlet hukuk dışı şiddetten ne ölçüde arındırılabilir ?" sorusuna cevap ararken, devletçi anlayışa dayalı tahakküm yapılarının yıkılmasını öngören bir özgürlükçü talep gerekir. Bunun için de her alanı devletleştirmeye çalışan merkeziyetçi yaklaşımlara karşı çıkmak zorunluluğu bulunmakta.
Merkezileştirme eğilimleri egemenliğin otoriter-devlet elinde toplanmasına neden olmakta, toplumlar militaristleştirilir ve silahlandırılırken otoriter yapıların güçlendirilmesine yönelik teknolojiler geliştirilmekte.
Milliyetçi duygular kışkırtılarak aslında yabancılaştırıcı bir etki yaratan merkeziyetçilik korunmakta, bölgesel kültür farklılıklarının üstü örtülerek etnik ve dini azınlıklar üzerinde baskı yaratılmakta.
Bu nedenlerle gerek özyönetim ve gerekse toplumun kendi kendini belirleme olanaklarının genişletilmesi yoluyla merkeziyetçi yapıların geriletilmesi zorunlu. Türkiye açısından ise gelinen nokta yaşamsal önemde.
Devlet ve toplum-birey ilişkilerinde gelinecek nokta halkın egemenliği olmayıp, bireyin kendi kendini belirlemesi ve toplumsal işbirliğine dayalı kendi kendini yönetmesi olacak, böylece demokrasi özgürleştirici bir içerik kazanacaktır.
Muhafazakar dindar kesimin "devlet dışı düşünce" geliştiremeyeceği ve merkezde otoriter devletçi yapılara teslim olduğu anlaşıldı. Solun ise devletin ideolojik aygıtı olarak geliştiği ve atalet halinde olduğu görülmekte.
Radikal bir devlet eleştirisinin yokluğu, adem-i merkeziyetçi bir özyönetim anlayışının olmayışı, uzlaşmaya açık bir merkeze ve kendi kendini örgütleyip düzenleme temeli üzerinde kurulu, işbirliğine yer veren bir topluma ilişkin tasavvurun bulunmayışı ve devlet eleştirisinin yanı sıra ekonomik ve sosyal alanı da kapsayan tahakküm sorunlarını eleştiren bir yaklaşımın düşünülmemesi eksiklik olarak ortaya çıkmakta.
Kendini sol olarak tanımlamasına rağmen, statükoyu muhafaza etme misyonu üstlenmiş olan ve laik bürokratik kesimi otoriter, merkeziyetçi ve devletçi bir gelenek olarak temsil eden CHP’nin demokrasinin ve değişimin önünü açma ihtimali belirsizliğini korumakta.
Bu nedenle solun otorite ve şiddet karşıtı, özyönetimci, özgürlüklerden yana, daha az devlet-daha çok toplum ve bireyi gerçekleştirme konusundaki toplumsal tasavvuru projelendiren ve her alandaki tahakkümcü yapıları geriletecek öneriler getiren bir temelde yeniden yapılanması zorunlu hale gelmiş durumda.
Entelektüeller de "devlet-dışı düşünce " zaviyesinden bakarak bu konularda yeni bir dille farklı kavramlar üretmesi, öneriler getirmesi önemli. Entelektüelleri özgürce fikir üretemeyen toplumların gelişme imkanları da bulunmamakta.
Kutsal zorba devletten demokratik, gücü hukukla sınırlanmış, teknik devlete nasıl geçilecektir? Mesele devletin yeniden tanımlanmasıdır.