Bilmez Hocadan Tarih Tersleri
Modernite ve demokrasi ilişkisi kaçınılmaz değildir
Demokrasi tartışmalarında karşımıza çıkan önemli bir sorun olarak modernite ve demokrasi ilişkisi, Osmanlı modernleşme sürecinin ve dolayısıyla demokrasi tarihin temel meselesi olarak daha başından ortaya çıkmış ve günümüze kadar sürmektedir.
Modernitenin olası versiyonlarından sadece biri olarak son birkaç yüzyıldan beri hakim olan ‘reel modernite’ ve onun ürünü olan kapitalist ulus devlet, aynı zamanda ‘eksik demokrasi’ anlamına gelmektedir.
Eksiklik, bir yandan demokrasinin ekonomi-dışı alanlarla sınırlı düşünülmesinden, diğer yandan bu alanlarla sınırlı olsa da demokratik mekanizmaların hangi oranda işle(til)diği sorunsalından kaynaklanmaktadır.
Bu mekanizmalar ve işleyişi konusunda son iki yüz yılda yazılanlar ve konuşulanlar uçsuz bucaksız bir birikim yaratmıştır. Ancak kısaca, modernite ile (modern) demokrasi arasındaki kaçınılmaz ilişkinin –özellikle Avrupa-dışı toplumlarda– adeta mekanik ve hatta otomatik, doğru orantılı bir ilişki olarak düşünüldüğü söylenebilir. Özellikle kapitalizm ile demokrasi ve daha özelde piyasa ile demokrasi arasındaki doğru orantılı ilişki anlayışı nedeniyle, aydınlanmacı liberal aydınlar tarafından kapitalizmin ve serbest piyasanın gelişmesi demokrasinin garantisi olarak görülmüştür.
Oysa modern anlamda (farklı versiyonları, oranları ve biçimleri ile) demokrasi için en geniş anlamıyla kapitalizm, yani reel modernite, gerekli koşul olabilir ama yeterli koşul olmadığını başlangıcından bugüne görmek mümkündür: Aydınlanmacı despotizmden Bismarckizme, Çarlık despotizminden Abdülhamid istibdadına, faşizmden Nazizme, korporatizmden Stalinizme ve günümüzde popülist sivil diktatörlüklerden İslamo-faşizme kadar kapitalizm içre gayri demokratik ve hatta antidemokratik rejim örneklerini saymak mümkündür.
Ancak reel modernitenin ve onun ürünü olan demokrasinin tek seçenek veya kaçınılmaz sonuç olmadığını daha işin başında tersinden söylemiş olanlar da hep var olmuştur. Pazar ekonomisinin hakimiyeti, sanayileşme, aydınlanma, bilimsel devrimler vb. gelişmeler sonucunda ortaya çıkmış modern paradigmanın sadece bir versiyonunu oluşturan kapitalizm ya da kapitalist modernite dışında veya ötesinde versiyonların mevcut/mümkün olduğunu savunan (Marksistler ve anarşistler başta olmak üzere) radikal demokrasi yanlısı geniş bir kesim, başından itibaren mevcuttur.
Ancak son üç yüz yılda hakim konumdaki kapitalist modernitenin parçası olarak tartışılması gereken (temsili) demokrasi fikri ve pratiği, kapitalizme has olması bağlamında (sol jargondaki pejoratif kullanımından bağımsız, kelimenin kendi anlamıyla) burjuva demokrasisi veya daha doğru bir söyleyişle reel demokrasi olarak adlandırılabilir.
Periferi Ülkelerde Modernleşme ve Demokratikleşme Arasındaki Karmaşık İlişki
Osmanlı gibi çevre ülkelerde aynı zamanda dünya kapitalist sistemine entegrasyon anlamına gelen modernleşme sürecinin sonucu olarak ortaya çıkan demokrasi fikri ve pratiğinin, bu çerçevede değerlendirilmesi gerekir.
Bu çerçeveyi kısaca şöyle özetlemek mümkün: Pratikte aynı zamanda ‘ulus devlet’ anlamına gelen modern devletin inşa sürecinde kaşımıza çıkan ‘devletin ve devlet-toplum-birey ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi’, yani reform veya ıslahat aynı anda iki anlama gelebilir:
1) Bir yandan, meşveret ilkesiyle çelişmeden merkeziyetçilik politikası aracılığıyla yetkinin/erkin sadece niceliksel (yatay) değil niteliksel (dikey) olarak da tamamen devletin eline geçmesi anlamına gelir.
2) Diğer yandan, yine modern devletin gereği olarak erkin/yetkinin piramidin tepesinden/tavandan/merkezden aşağıya/tabana/periferiye doğru yayıldığı bir süreç ve onun gereği olarak meşrutiyet, cumhuriyet, demokrasi öngörür.
Osmanlı örneğinde tavanı Sultan ve Saray oluştururken, modernleşme sürecinde buna zamanla (Bab-ı Âli merkezli) modern askeri ve sivil bürokrasi eklenecektir. Ancak aşamalı olarak tabana yayılma süreci, inişli çıkışlı ve karmaşık bir tablo çizer.
Coğrafi anlamda periferiyi ‘temsil’ eden ayanlarla erk paylaşımı (Sened-i İttifak, 1808) ile başlayan süreç, adem-i merkeziyet deyince ilk akla gelen yerelin geleneksel liderleri olan ayanların gücü ile modern dönem liderleri olarak kanaat önderi ‘ulusçu’ aktör konumundaki aydınlar ve onların ‘halkın temsilciliği’ iddiasından kaynaklanan gücünün sürekli törpülenmesi ile devam etmiştir. Başka bir deyişle bu süreç, merkezin daha genel bir düzlemde yukarıdan aşağıya inşa ettiği halka dayanma iddiasıyla eşzamanlı olarak yerel halkların ve temsilcilerinin soluk alamayacak kadar sıkı kontrolü ile sonuçlanmıştır.
Diğer yandan, yetkinin belli şartlara (yasalara ve onların anası olan anayasaya) bağlı olması (meşrutiyet), bu şartların belirlenmesinde yetkinin tedrici olarak aşağıya yayılması anlamına gelen, yasaların ve anayasanın halkın temsilcilerinden oluşan meclis(ler) tarafından yapılması ve (bağımsız yargı tarafından denetlenebilecek şekilde) pozitivist hükümet ve ona bağlı bürokrasi tarafından uygulanması –adeta coğrafya ve kan bağına dayalı yapılardan (yerelden) ve kolektif kimliklerinden (etno-dinsel topluluk ve kurumlardan) bağımsız bir şekilde– erkin halkla/toplumla paylaşılması ve hatta topluma devredilmesi (‘demokratikleşme’) anlamına gelecektir.
Osmanlı’da Hikâyenin Başlangıcındaki Çelişki
Osmanlı örneğinde III. Selim’in reform ‘programı’ ve kısmi uygulamaları ile başlatılabilecek olan modernleşme sürecinin ilk aşaması, kesintilerle Tanzimat (1839) ve Islahat (1856) Fermanlarına kadar uzatılabilir.
Ancak demokrasinin zemini ve hatta yaşam alanı olarak modern devlet ve modern toplumun (hukuk devleti, yurttaş, bürokrasi, vs.) demokrasinin zorunlu koşulu olsa da yeterli koşulu olmadığı, bu süreç boyunca ortaya çıkmıştır.
Nitekim Osmanlı’da modernleşme ve Fransız Devriminin yol açtığı halkın/cumhurun//demosun erk kaynağı olarak keşfi (cumhuriyetçilik ve demokrasi taraftarlığı) ve tebaanın yurttaşa dönüşmesi, devlet için farklı, sivil aydınlar için farklı anlama gelmiştir.
Bir yandan, devlet için, yurttaşlık sorumluluğu ve bilinci sayesinde daha efektif vergi toplanması ve gönüllülerden oluşan ordu kurulması için yeni bir araçtı: Yurttaşlık borcu olarak gönüllü vergi ödenmesi ve vatan için canını vermeye hazır yurttaşlardan oluşan ordunun inşası başta olmak üzere, daha güçlü ve efektif bir devlet için halkın (eskiden beri talep edilen veya üretilen) ‘itaat’ ile yetinmeyerek, candan sahiplenmesi ve bunun için daha aktif katılım göstermesi demektir. (Genelde Balkanlar’da gayrimüslimler arasındaki etnosantrik veya ulusçu ayrılıkçı akımlara tepki olarak ele alınan Osmanlıcılık politikası aynı zamanda ve aslen bu boyutuyla da ele alınmalıdır.) Burada önemli olan şudur: Hem tavanın tümden tasfiyesi (cumhuriyetçilik) şart değildir, hem de tavandan tabana doğru erk paylaşımı temkinli ve tedrici bir aşamalar anlayışına bağlıdır.
Öte yandan muhalif sivil aydınlar için Fransız Devrimi, meseleyi en tabandan, halkın/demosun yetkiyi ele alması fırsatı/tahayyülü ortaya çıkarmıştır. Bu bazen ulus-devlet, bazen cumhuriyet bazen de demokrasi (hatta daha sonra sosyalizm) biçiminde ortaya çıksa da sonuçta ‘halk egemenliği’, ‘kendi kaderini tayin hakkı’ veya ‘halkın karar süreçlerine katılımı’ vb. kavramsallaştırmalarla karşımıza çıkan aynı olgunun farklı yüzlerinden ibarettir.
Merkezde Osmanlıcılık, meşveret, kanunlaştırmalar ve anayasa (meşrutiyet) ilkeleriyle gündeme gelen bu olgu, coğrafi periferide etnosantrik eğilimler ve ulusçuluk olarak belirir. Birincide Fransız Devriminin daha çok eşitlik ilkesi öne çıkarken, ikincide buna kardeşlik de eşlik eder.
Osmanlı’da özgürlük ilkesinin savunusu için, tabandan (köktenci veya devrimci) sivil muhalefet olarak cumhuriyet, demokrasi ve sosyalizm mücadelelerini beklemek gerekecektir.
Ancak her zaman olduğu gibi bir erken örnek olarak karşımıza çıkabilen aktörlerden Velestinli Rigas’ın eşitlik ve kardeşlik kadar özgürlük ilkesine de dayanan cumhuriyet/demokrasi mücadelesini gelecek yazıda ele almak istiyorum.
Devlet odaklı modernleşme süreciyle eşzamanlı ortaya çıkan ve antidemokratik modern Avrupa devletleriyle işbirliği içinde kısa süre içinde ortadan kaldırılan, ancak daha sonra ulusçu tarihyazımı tarafından çarpıtılarak Helen/Yunan ulusçuluğunun öncüsü olarak sunulacak olan Rigas’ın mücadelesi, bu karmaşık süreçte merkezi konumda olan farklı Osmanlıcılık anlayışlarını görmemizi de sağlayacaktır.
Bülent Bilmez: Lisans eğitimini ODTÜ Ekonomi bölümünde, doktorasını Berlin Humboldt Üniversitesi’nde tamamlayan Prof. Dr. Bülent Bilmez, 2005 yılından beri İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. 30 yıla yakın hocalık sürecinde, daha önce Almanya’da (Berlin Freie Universitaet), Arnavutluk’ta (Elbasan Alexander Xhuvani Üniversitesi), Kosova’da (Prishtina Üniversitesi Yaz Okulları) ve Türkiye’de değişik üniversitelerde dersler verdi. Bir dönem Tarih Vakfı Başkanı olarak görev yapan Bilmez’in araştırma ve ders konuları şunlar: Modernleşme/(az)gelişme, emperyalizm ve küreselleşme teorileri; son dönem Osmanlı modernleşme süreci ve bu bağlamda modern kolektif kimlik inşa süreçleri ve modern Balkan (özellikle Arnavut/luk) tarihi ile Türkiye Cumhuriyeti tarihi; Türkiye’de azınlıklar ve bu bağlamda sözlü tarih, kolektif bellek ve geçmişle yüzleşme. (İletişim için: [email protected])