Yiğit Bener
Mutlu (mu) yıllar!
Yılbaşını hapiste geçirmek hoş olmasa gerek.
Geçirenler var.
Gardiyanlar "mutlu yıllar" diliyor mudur mahpuslara?
"Bir yıl daha geçti" duygusu nasıl yankı buluyordur demir parmaklıklar ardında? Ömürden mi gitmiş sayılıyordur o yıl, içeride kalmaya mahkûm olunan süreden mi?
Bu ülkeyi hapishane gerçeğini düşünmeden yaşamak olanaksızdır.
Ne de olsa toplumun belirleyici siyasi aktörleri hiçbir siyasi sorunu siyasi yöntemlerle ya da uzlaşmayla çözme yolunu seçmediler. Siyaset kurumu sıkıştıkça çareyi hep kaba kuvvette, polis zorunda, mahkeme kararında aradı. Sıklıkla darbelerden medet umdu.
Siyaset hep iktidarda kimin olacağı meselesine indirgendi. Öyle olunca, başta "şeffaf karakollar" ya da "ileri demokrasi" vaat etse dahi, işbaşına gelen her iktidar, daima muhaliflerini dışlamayı, aşağılamayı, suçlamayı, susturmayı, eninde sonunda da sürgüne yollamayı ya da hapse atmayı tercih etti. Bu uğurda özel yasalar çıkarmaktan ya da düpedüz mevcut yasaların kuytusundan göstermelik bahaneler türetmekten çekinmedi. Ve her dönemde bu baskıyı onaylayacak, alkışlayacak kitle desteğini buldu.
Ozanın dediği gibi: "Bu ülkenin sıradan ademi, sevmez ayrı yoldan gideni…"
Hatta tarih boyu iktidarlar öldürmekten de çekinmediler: Koşullar elverdiğinde darağacına, elvermediğinde yargısız infaza ya da çeşitli çetelere ihale edilen suikastlara, hatta toplu katliamlara başvurdular. Bu da apayrı bir konu.
Sonuçta, demokrasiye şeklen uyduğumuz zamanlarda bile "meclis" kavramını ortak yaşamı ilgilendiren konularda konuşma, tartışma, uzlaşma ve karar alma amaçlı bir buluşma alanı olarak düşünemedik hiç. Daima önce küfretmek, ardından yumruklaşmak ve sonunda daima muhalifleri hapse atmamızı sağlayacak yasaları çıkarmak için yaratılmış bir arena olarak algıladık.
Bizim devlet ve siyaset geleneğimizin genlerine işlemiş derin bir davranış kalıbı bu sanki: Ya devlet başa ya kuzgun leşe…
Aslında itiraf etmeliyiz ki muhalefetin de zihniyeti özünde çok farklı değil: İster yüzbinlerce üyesi olan bir siyasi parti ya da bir avuç militandan oluşan daracık bir grup olsun, isterse de sendika ya da STK, hatta tirajı sınırlı bir derginin yazı işleri, en "ilerici" ya da "devrimci", "demokrat" etiketli muhalif yapılanmalarda bile en ufak görüş ayrılığında daima sinirler gerilir, bağırış çağırışı hakaretler izler, slogan atarak ötekinin susturayım derken iş aleni kavgaya varır, taraflar birbirini ihanetle suçlar, kitleye "teşhir" eder, gücü elinde bulunduran diğerini önce tecrit sonra tasfiye eder, örgütler bölünür, hatta bazı kavgalar karakolda sonlanır, en uç vakalarda örgüt içi ya da örgütler arası infazlar dahi yaşanır.
Tarihimizin resmisi de budur, gayrı resmisi de.
"Hapse atma" yetkisi devletin tekelinde olmasaydı, muhalif örgütlerin içi çatışmalarında eminim bu yola da başvurulurdu. Nereden mi belli? Bazı örgüt içi kavgalarda taraflardan birinin ötekini hedef göstermesinden, hatta el altından devlete ihbar ederek içeri attırmasından!
Bu ülkenin hapishanelerinin adının müzelerinden bile daha ünlü olması, cezaevlerinde yaşananların bunca edebiyat eserine, film, dizi ya da şarkıya konu olması, içeriden yazılanlardan oluşan cilt cilt kitap üretilmiş olması elbette boşuna değil.
1925’te açılan ve 2006’da müzeye dönüştürülen Ulucanlar cezaevi ya da resmi adıyla Ankara Merkez Kapalı Ceza ve Tutukevi, ülkenin bu kıyıcı siyasi geleneğinin ünlü ve tarihi mekanlarından biridir.
Her tür siyasi görüşten kimler yatmamış ki burada? Necip Fazıl Kısakürek, Fakir Baykurt, Kemal Tahir, Nâzım Hikmet, Cüneyt Arcayürek, Metin Toker, Oral Çalışlar, İpek Çalışlar, Beyhan Cenkçi, Bülent Ecevit, Yılmaz Güney, Yaşar Kemal, Yavuz Öbekci, Muhsin Yazıcıoğlu, Mahmut Alınak, Hatip Dicle, Orhan Doğan, Selim Sadak, Sırrı Sakık…
Dahası, yine çok değişik ve çoğu kez taban tabana zıt siyasi görüşten birçok tanıdık isim bu cezaevinde idam edilmiştir: İskilipli Mehmed Âtıf Hoca, Babaeski müftüsü Ali Rıza Hoca, maliye nazırı Cavid Bey, maarif nazırı Doktor Nâzım Bey, Ankara valisi Abdülkadir Bey, albay Talat Aydemir, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan, 12 Eylül’ün hemen ertesinde aynı gün infaz edilen devrimci Necdet Adalı ile ülkücü Mustafa Pehlivanoğlu, yaşı büyültülerek infaz edilen on yedi yaşındaki çocuk Erdal Eren…
On yıl önce yapılan "hayata dönüş" operasyonları sırasında bu cezaevinde de on mahpus katledildi.
Siyasi geleneğimizin bu kıyıcılığının, ayrıca tutuklu ve hükümlülere reva görülen eziyetin binlerce farklı örneğini anımsamak olası elbette.
Benim gözümde siyasi gaddarlığımızın simgesel olarak en çarpıcı örneklerden biri, televizyonda canlı yayından seyrettiğim ve paradoksal olarak görünürde çok masum bir sahnedir: O korkunç Ulucanlar cezaevinde on yıl hapis yattıktan sonra Haziran 2004’te tahliye edildiği sırada işlemlerin tamamlanmasını bekleyen Leyla Zana, bir anda ayakkabılarını çıkarmış ve avluda çimlere çıplak ayakla basarak bir süre yürümüştü. O sırada yüzünde tarifi olanaksız bir mutluluk ifadesi vardı.
O an içimin cız ettiğini hatırlıyorum. Nasıl bir zihniyetti bu, milletvekili seçilmiş gencecik bir kadını on yıl boyunca çıplak ayakla çimlere basmaktan menetmek?
Ve ne için? Sırf meclis yemin töreni sırasında barışa çağrı yapan bir cümleyi kendi ana dili Kürtçede söylediği ve boynuna "sakıncalı" renklerden oluşan bir fular taktığı için… Ve nasıl? Dokunulmazlığı kaldırılır kaldırılmaz öfkeyle yaka paça tutuklayarak… Ne geçmişti peki bunu yapanların, bu yapılana onay ve destek verenlerin eline? Neyi çözmüştü bu?
Bu ülkenin tarihi hapse atılan siyasilerin, aydınların, toplum temsilcilerinin tarihidir; hapishane günlüklerinin tarihidir, bir hapishane tarihidir.
Bugün de aynı tarihin devamı olarak Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ, kentlerinde ezici oylarla seçilmiş onca belediye başkanı ve eş başkanı, Osman Kavala, Ahmet Altan ve daha niceleri sırf siyasi görüşleri devleti yönetenlerin hoşuna gitmediği için hapisteler.
Bugün onlar, dün ya da yarın başkaları…
Siyaset kurumunun hapse attığı insanları severiz ya da sevmeyiz. Görüşlerine katılırız ya da katılmayız. Ancak gerçek şu ki, onların içeride olması herkese yönelik bir gözdağıdır, dışarıdakilerin tepesinde Demokles’in kılıcının salladığının yani her an herkesin kendini içeride bulabileceğinin ifadesidir.
Onların hapiste olması aynı zamanda iktidar açısından bir aczin itirafıdır: Sorunlarla baş etmek için başka çare bulamadığının ve bu yöntemlere sıkı sıkıya sarılmaya mahkûm olduğunun dışavurumudur.
Muhalefet açısındansa, o insanları oradan çıkartacak toplumsal iklimi yaratmayı beceremediğinin, buna gücünün yetmediğinin, mızmızca şikâyet etmekten başka elinden bir şey gelmediği acı gerçeğinin tescilidir.
Başka bir deyişle koca bir toplum, çıkışı olmayan bir labirentte kanatları koparılmış bir sinek gibi vızırdanıp sağa sola yalpalanarak, kendi etrafımıza ördüğümüz o duvarlara çarpa çarpa debeleniyoruz.
Hepimiz aslında aynı hapishanede olduğumuzu bile idrak edemeden acınası bir şekilde yaşayıp gidiyoruz.
Ve her yılbaşında birbirimize mutlu yıllar dilemeye devam ediyoruz…
O mutluluğun bir gün geleceğine dair hiçbir alamet görmesek dahi bekliyoruz hâlâ: Godot’yu bekler gibi ya da Noel Baba’yı, Mehdi’yi, devrimi, eli maşalı bir kurtarıcıyı… Olmadı Hızır’ın yetişmesini bekler gibi.
Biz beklerken o insanlar hâlâ hapiste. Bir yılbaşını daha yaşamları ellerinden alınmış, sevdiklerinden uzak, çimlere çıplak ayakla basamadan dört duvar arasında geçirdiler.
Yapayalnızlar diyeceğim ama değiller, yanlarında aynı durumda olan ve adlarını dahi öğrenemediğimiz yüzlerce insan var.
Bir de bizler varız aslında.
Hiç olmazsa dayanışma duygularımızı onlara yeterine hissettirebiliyor muyuz, bunu gerçekten hissedebiliyorlar mı?
Bilmiyorum.
Bilmiyorum, gerçekten mutlu mu gelecek yıllar?