Levent Köker
Neden ilk turda bitmeli?
Ekrem İmamoğlu’nun Erzurum mitinginde marûz kaldığı saldırı asla önemsiz bir arızî olay değil. Kendiliğinden gelişmiş bir tepki hiç değil. Günü, saati, yeri belli bir miting söz konusu ve polisin üzerine düşen görevi yaparak, mitingin başından sonuna kadar güvenlik içinde tamamlanmasını sağlaması gerekiyorken bunu yapamadığını görmüş bulunuyoruz. Uzak veyâ yakın, târihimizde sık sık rastladığımız üzere kolluk kuvvetleri, muhalif toplumsal örgütlerin ifâde ve örgütlenme özgürlüklerini kullanmanın en doğal ve etkili biçimlerinden biri olan toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkının engellenmesi için ellerinden geleni her zaman yaptılar ve yapmaktadırlar.
Anayasal bir temel insan hakkının engellenmesi için, mahkeme kararlarıyla da sâbit olduğu üzere, hukukun dışına çıkmayı âdet hâline getirmiş olan emniyet güçleri, Erzurum’daki saldırıda görevini yerine getiremedi. Oysa, yasalarla tanımlanmış açık ve net görevleri vardı ve bunların bilinmiyor olması düşünülemezdi.
TOPLANTI HAKKI VE KOLLUĞUN GÖREVİ
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nun 3. Maddesine göre “Herkes, önceden izin almaksızın, bu Kanun hükümlerine göre silahsız ve saldırısız olarak kanunların suç saymadığı belirli amaçlarla toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.” Bu hak, Anayasa’nın 34. maddesinde şöyle ifâde edilmiştir: “Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.” Kanunda eklenmiş “bu Kanuna göre” ve “kanunların suç saymadığı belirli amaçlarla” ifâdelerinin araya sıkıştırılmış olması hayli tuhaftır.
Anayasa’nın 34. Maddesininin ikinci fıkrası, toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının hangi sebeblerle ve nasıl sınırlandırılacağını hükme bağlamaktadır ve orada, bu ifâdeleri, özellikle de “kanunların suç saymadığı belirli amaçlar” ifâdesine zemin oluşturabilecek bir normatif temel kanımca yoktur. Ne demektir, “kanunların suç saymadığı belirli amaçlar”? Anayasa, toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının, kanunla ve “suç işlenmesinin önlenmesi” amacıyla sınırlandırılabileceğini belirtmektedir. “Suç işlenmesinin önlenmesi” başka bir şey, “kanunların suç saymadığı belirli amaçlar” başka bir şeydir.
Bu nokta üzerinde, iki nedenle duruyorum. Birincisi, İmamoğlu’nun Erzurum mitingine yönelik saldırıyla ilgili bâzı açıklamalarda, öncelikle de miting meydanına belediye otobüslerini park ettirmek sûretiyle toplantıyı engellemeye çalışıp sonra meydanı boşaltmak zorunda kaldığı anlaşılan Belediye Başkanı, yaptığı açıklamada mitingin izinsiz ve miting yapılmaya izin verilmeyen bir yerde yapıldığını belirtti.
Bu, toplantı ve gösteri yürüyüşleri söz konusu olduğunda, hükûket yetkililerinin sık sık müracaat ettikleri bir söylem ve maalesef tümüyle yanlış ve hukuk dışı bir söylem. Anayasa ve ilgili kanun, toplantı ve gösteri düzenleme hakkının “önceden izin almaksızın” kullanılacağını açıkça belirtiyor. İzin şartı yok! Buna karşılık kanun “bildirim” şartı getiriyor ama bu da her zaman gerekli ve mutlak bir şart değil. Kaldı ki, İmamoğlu’nun mitingi ile ilgili olarak gerekli bildirimlerin de yapılmış olduğu anlaşılıyor.
Peki kolluğun görevi ne?
Kesin olarak söyleyebileceğimiz ilk husus, kolluğun “silahsız ve saldırısız” toplantı ve gösteri yürüyüşünü düzenleyenlerin güvenlik içinde bu haklarını kullanmalarını sağlamak. Toplantının veyâ gösteri yürüyüşünün “izinli” olması diye bir keyfiyet olamayacağı için, sık sık duyduğumuz “izinsiz gösteriye polis müdahale etti” cümlesi açık hukuk dışılığı normalleştiren bir ucûbe ifâdedir. Bu tür hukuk dışı müdahalelere her hafta düzenli olarak Galatasaray Meydanı’nda gözaltına alınma işlemine maruûz kalan “Cumartesi anneleri” örnektir.
Kolluk, böyle bir müdahalede bulunamaz, görevi o insanların haklarını korumak ve toplantının güvenlik içinde gerçekleşmesini sağlamaktır. Konuyla ilgili AİHM kararları, bunun da ötesinde, toplantı veyâ gösteri nedeniyle gündelik hayatın akışında meydana gelebilecek aksamaların da tolere edilmesi gerektiğini vurgulamaktadırlar. Bu nedenle, ilgili Kanun’da belirtilen yasaklı yerler ve yasaklamalar ile ilgili hükümlerin de son derece dar yorumlanarak uygulanması gerekmektedir.
Buna ek olarak, Erzurum mitingiyle doğrudan ilgili bir diğer noktaya da dikkat çekmek isterim. Kolluk yetkililerinin, geçenlerde bir gösteri yürüyüşü sırasında vatandaşa hitâben “Sen, 2911 sayılı Kanunu biliyor musun!” çıkışmasında da gördüğümüz üzere, sık sık Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Kanunu’ndan hukukî yardım almak istediklerini biliyoruz. Bu Kanun’un 29. maddesi, “Toplantı veyâ yürüyüş yapılmasına engel olan veyâ devâmına imkân vermeyecek tertipler ile toplantı veyâ yürüyüşü ihlâl eden kimse”nin “dokuz aydan bir yıl altı aya kadar hapis cezâsı ile cezâlandırılacağını” hükme bağlamaktadır. Yâni, anayasal bir hakkı kullananları engellemek suçtur ve kolluğun başta gelen görevi de, anayasal haklarını kullanmakta olan vatandaşların güvenliğini sağlamaya ek olarak, suç işlenmesini engellemektir. Erzurum mitingine, taşlı saldırı ile engel olanlar başarılı olmuşlar, yâni suç işlemişlerdir ve kolluk bu suç faillerine engel olamamıştır.
TEPKİLERİN GÖSTERDİĞİ
Sonuç olarak, oy verme gününe çok kısa bir zaman kala gerçekleştirilmek istenen bir miting, bir saldırı sonucunda tamamlanamamış, vatandaşlar en temel ve seçim süreci içinde en kritik önemde olan toplantı yapma haklarını kullanamamışlardır. Burada sonuç kadar, yetkililerden ve iktidar çevrelerinden gelen tepkiler de önemlidir. Yetkililer ve sürece doğrudan müdâhil olan kişiler, yukarıda değindiğim gibi, İmamoğlu’nun kendisine “izin verilen” koşullarda bir miting yapmadığı, izinli miting alanının dışına çıktığı ve toplumu tahrik ettiği gibi söylemlerde bulunmuşlardır. Bu söylemlerden “izin” ile ilgili olanların hukukî bir değeri, kanımca yoktur. Bu hakkın kullanılmasında izin söz konusu değildir. Öyle bile olsa, aslolan toplantının güvenliğini sağlamaktır. Burada dikkat çekici bulduğum bir diğer husus, mitingi imkânsızlaştıran taş atma hâdisesinin mitingin düzenleyicileri tarafından yapılmış bir provokasyon olduğu suçlamasıdır.
Bu suçlama bize, sâdece Türkiye’nin değil, dünyâ siyâsî târihinin pek çok trajik örnekle kanıtlanmış olduğu bir hususu bir kez daha açığa vurmaktadır. Bu husus, baskı rejiminin meşrûlaştırılması için güvenlik endişesinin toplum çoğunluğu nezdinde ilk sırada konumlanmasını sağlamaktır. Böylece, ekonomik sorunlar, kimlik, sosyal sınıf, toplumsal cinsiyet vb. temelli eşitsizlikler geri plâna atılarak rejimin devâmının sağlanabileceği düşünülmektedir. Güvenlik endişesini birinci sıraya çıkarmanın en etkili yolu da, bu tip, hattâ insan yaşamı bakımından daha ağır sonuçlar doğuran katliam türü eylemlerin çoğaltılmasıdır. Buna bir de fâillerin belirsizleştirilmesi ve fâil toplumun nefret objesi hâline getirilmiş kesimlerin işâretlenmesi eklenince, baskı rejiminin, daha doğru adıyla faşizmin yerleşmesi için uygun zemin de yaratılmış olmaktadır. İmamoğlu mitingine yönelik saldırıya verilen bâzı tepkilerde, “terörle mücâdele” motifinin de ve akıl almaz provokasyon suçlaması ile birlikte kullanılması bu açıdan çok tipiktir.
Bu tepkiler bize, toplumca kritik bir değişimin eşiğine geldiğimiz bu günlerde, “güvenlik endişesi”ni değil, seçimlerin doğru dürüst yapılması için üzerimize düşeni kararlılıkla yerine getirmeyi ilk sıraya koymak gerektiğini göstermektedir. Erzurum mitingine yapılan saldırı ve engellemenin kısmen başarılı olması, 14 Mayıs sonrası demokratik yönde bir değişime kapı aralamayı arzu eden toplum kesimlerini asıl endişelendirmesi gereken konunun, Cumhurbaşkanı seçiminin ilk turda sonuçlanmaması olduğunu gösteriyor.
Özetle, Cumhurbaşkanı seçiminin ilk turda sonuçlanmaması hâlinde, ikinci tura kadar geçecek olan sürede baskının yoğunlaştırılarak yeniden üretilmesi için her yol denenebilecektir. Asıl endişe kaynağı bu olmalı ve TBMM’nde bir milletvekiline bile sâhip olamayacak adaylara Cumhurbaşkanlığı için teveccüh gösterilmesinden vaz geçilmelidir. Daha net olarak, Erzurum hâdisesi ve buna verilen tepkiler sonrasında, Türkiye’yi içine düştüğü hukuktan ve özgürlüklerden yoksun bu durumdan çıkma şansına kavuşturacak bir değişim için Kılıçdaroğlu’nun ilk turda seçilmesinin sağlanması gerektiği iyice açığa çıkmış bulunmaktadır.
Önümüzdeki hafta, değişimin imkânlarını ve muhtemel yönlerini tartışmaya başlayabileceğimiz yazılarda buluşmak umuduyla …
Levent Köker: Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara'da, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi'nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997'de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler'le birlikte "Bu Suça Ortak Olmayacağız" beyanında bulunduğu için, Yakın Doğu Üniversitesi'ndeki görevinden uzaklaştırıldı (2016). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İki Farklı Siyaset, Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye adlı kitapların yazarıdır.