Levent Köker
Nüksetme mi, yoksa tedâvi edilemez bir illet mi?
Toplumsal ve siyâsî sorunları tartışırken zaman zaman, biyoloji veyâ tıp alanından ödünç alınan kavramlara, benzetmelere müracaat edildiği oluyor. Örneğin organizma kavramı. Sözlük tanımı. “canlı bir varlığı oluşturan organların bütünü” olarak tanımlanan bu terim, toplum için de uygulanmıştır. Buna göre toplum da, tıpkı bir hayvan veya bitki yâhût insan gibi, bir organlar bütünü olarak görülmekte ve her bir organın bir bütün olarak toplumun (yâni organizmanın) varlığını (hayatını) sürdürmesinde belirli fonksiyonlara sâhip olduğu düşünülmektedir.
Bu “biyolojik” teşbih, aslında bir başka kavramda da karşımıza çıkmaktadır, üstelik organizmadan çok daha sık kullandığımız ve buna bağlı olarak neredeyse anlamını yitirme noktasına gelmiş olan bir kavram bu. Kriz! Yâni, bir organizmanın hayatını sürdürebilip sürdüremeyeceğinin belirsiz hâle geldiği bir karar ânı, aynı kökten türeyen bir sıfatla söylersek, “kritik durum”. Kalp krizi, örneğin, kalbin çalışmaya devam edip etmeyeceğinin belirsizliğine önermesi ise, hasta bedenin (organizmanın) hayâtiyetini sürdürebilip sürdüremeyeceğinin henüz belli olmadığına ilişkin terimler.
IRKÇILIK: BEŞERİYETİN EN HABİS HASTALIĞI
Bu bağlamda akla gelen bir başka terim de “hastalık”. Organizma açısından “normal olmayan” bir durumu anlatıyor ama mutlaka bu durumun “kritik” olması gerekmiyor. Tedâvi edilmeyen hastalıklar, organizmanın krize girmesine ve hattâ hayâtının sona ermesine de sebeb olabilir. Toplum dediğimiz bütüne bu açıdan baktığımızda, bu bütünü meydana getiren ve ekonomi, kültür ve siyâset diye üçe -dileyen tabiî ki kendi teorik çerçevesine göre, daha da fazlasını yapabilir – ayrıştırabileceğimiz düzeylerde vâr olan kuralları ve kurumları, sağlıklı ve hastalıklı kılan durumları tesbit etmek, biyoloji veyâ tıp alanlarındaki kadar kolay değil. Toplumu oluşturan insanların tekil, bireysel özellikleri ile bireylerin sâhip oldukları bâzı özelliklere göre ayrıştırılmalarını ifâde eden grupların birbirleriyle olan ilişkilerindeki karmaşıklık bu zorluğun en önde gelen nedeni.
Yine de, toplumlar açısından bâzı özelliklerin varlığının hastalıklı bir duruma işâret ettiğini kuvvetli bir argüman olarak ileri sürebiliriz. Beşerî târihin başlangıcından bu yana toplumları belirleyen en önemli özelliğin farklılaşma ve eşitsizlik olduğunu biliyoruz. Cinsiyetlerarası farklılaşmanın, bunun ürettiği ataerkilliğin, köleliğin, serfliğin, emekçi olmanın, efendi, bey, senyör veyâ patron olarak konumlanmışlığın, kavimler, ırklar arası ayrımların vb. geçerli olduğu binlerce yılın ardından, bugün geldiğimiz noktada, hiçbir kayıt ve şarta bağlı olmaksızın, her türlü ayrımcılığın reddedilmesi gerektiğini kabûl etmemizi buyuran bir evrensellik anlayışı “sağlıklı”, bundan her sapma da “hastalıklı” olarak nitelenebilir.
Bu açıdan baktığımızda, “beşeriyetin marûz kaldığı en kötücül, en habis hastalık ırkçılıktır” dersek yanılmış olmayız sanırım. Biyolojik ve tıbbî teşbihlerimize devâm edersek, bir kanser türü gibi görünüyor “ırkçılık”. Zamanımızda, temel bilimler ve teknoloji ile birlikte tıp alanındaki gelişmeler, kanser tedâvisinde çok önemli ilerlemeler kaydetmiş durumda. Toplumların da, tek tek veyâ bir bütün hâlinde “beşeriyet” olarak, kendilerini tehdit eden bu “ırkçılık” hastalığı ile mücâdelesinde bir ilerleme sağlanabilmiş midir?
IRKÇILIKLA MÜCADELE
Teşbihe devam. Irkçılığın tedâvisi, her hastalık gibi, öncelikle teşhis edilmesini gerektirir. Tıpta nasıl bâzen teşhiste zorlanılıyor, hattâ “yanlış teşhis” ihtimâlinin yüksekliğine binâen hastalara çoğu kez birkaç doktorun görüşüne başvurmaları öneriliyorsa, “ırkçılık” konusunda da teşhis her zaman kolay olmuyor. Târihî olarak baktığımızda, örneğin, onsekizinci yüzyıl sonlarından başlayıp, iki dünyâ savaşı içinden geçtiğimiz zaman dilimine damgasını vuran “milliyetçilik” ile “ırkçılık” arasındaki bağ çok net olarak ortaya konabilmiş değildi. İnsanların “millet” adı verilen topluluklar hâlinde ayrışmaları ve her bir milletin kendi varlığını ve çıkarını gözetecek bir “siyâsî örgütlenme” yâni devlet sâhibi olması gerektiği düşüncesi, arkasındaki “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” sloganı ve “egemenlik milletindir” düsturu ile birleşerek, küresel düzenin bir “millî devletler arası ilişkiler” olarak örgütlenmesine de zemin oluşturmuştu.
Bu yönüyle bakıldığında, milliyetçilik, yâni “milletlerin kendi kaderlerini tâyin hakkı” ilkesiyle de ortaya konduğu gibi, “her milletin bir devlete sâhip olması” hedefini içeren siyâsî ideoloji ile ırkçılık arasında bir ilişki görülemeyebilirdi. Oysa, bu anlamda milliyetçiliğin anti-kolonyalist hareketler olarak belirdiğinde, insanlığın bir yandan sömürgeci güçler tarafından “millet olma hakkına sâhip olanlar ve olmayanlar” diye ayrıştırıldığı, diğer yandan da bâzı milletlerin diğer bâzı insan topluluklarına göre üstün bir yaratılmış oldukları düşünüldü. Böylece, millet-devlet birliğini hedefleyen milliyetçilik akımlarının içinde güçlü bir “ırkçı” damar olduğunun da farkına varılmış oldu.
Oldu olmasına ama, bugün gözlemliyoruz ki, milliyetçilik-ırkçılık çizgisinde ortaya çıkan ve en uç noktası terim olarak “etnik temizlik-soykırım-Apartheid” üçlüsünde anlam kazanan habis hastalıkla mücâdele, uluslararası insan hakları hukukunun ve uluslararası insânî hukukun geçirdiği dönüşümler içinde belirli bir başarı kazanmış gibi görünmekteydi. Terim yerindeyse, nihâî başarıya az kaldığını umabileceğimiz bir tedâvi sürecinden söz edebilirdik. Fakat, hastalığın nüksettiğini gösteren öyle olaylar olmaya başladı ki, şu soruyu da artık gündeme taşımak zorunda kaldık: Acaba, kanserden bile kötü, tedâvisi imkânsız bir hastalıkla mı boğuşmaktayız? Belki de bu hastalıkla mücâdele için yeterince ilerleme sağlayamadık?
NÜKSEDEN IRKÇILIK VE YANSIMALARI
Cevap vermenin hiç kolay olmadığı bir soru bu. Belki bâzı örnekler üzerinden giderek, kendimize bir yol açabiliriz. Üç ayı aşkın bir süredir tam bir insânî felâketin yaşandığı Gazze’ye bakalım. Bütün dünyânın gözü önünde olup bitenler, İsrâil’in “Hamas terörüyle mücâdele” bahanesiyle, Gazze’yi, daha doğrusu bir bütün olarak Filistin’i yok etme plânının icrâsı mâhiyetinde. “Terörle mücâdele” söylemi, bu “soykırım”ı ve arkasındaki ırkçılığı görmeyi engelliyor. Oysa İsrâil, defalarca burada ve başka yerlerde de yazıldığı gibi, ırk temelli bir millî devlet olduğunu artık yasalaştırmış bir devlet. Bu durumda, genel olarak dünyâda, özel olarak Orta Doğu’da, daha da özel olarak Filistin’de bir ırk devletinin varlığına izin verilmesi, ırkçılıkla mücâdelenin geriletilmesi anlamına gelecektir. Oysa, İsrâil II. Dünyâ Savaşı sırasında Alman ırkçılığının Yahudilere uyguladığı “soykırımın mağduru” olma zırhına bürünerek, kendi ırkçı varlığına karşı mücâdeleyi, Yahudi soykırımcılığının yeni bir tezâhürü olarak sunmaya ve böylece kendi ırkçılığını perdelemeye çalışıyor.
Başarısız olduğu söylenemez. Batı dünyâsının önde gelen ülkelerinin, ABD gibi Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin veto hakkına sâhip dâimî üyesinin kayıtsız koşulsuz desteği bir yana, Almanya’nın en ön sırada yer almaya çalışması hayli ibret verici. ABD ve Almanya’da konuyla ilgili olarak yaşananlar, bu iki toplumun temsil edici oldukları Batı dünyâsının önde gelen değerleri olarak insan hakları ve özgürlükleri konusundaki evrensel eşitlik temeline oturan değerlerin nasıl çiğnendiğini ortaya koymakta. Buna ek olarak, ırkçılıkla mücâdele başta olmak üzere, beşeriyetin mâruz kaldığı çeşitli türev hastalıklar konusunda da mücadeleci bir duyarlılığı olan kesimlere, başta üniversitelere ve bilim çevrelerine yönelik baskı ve sindirme politikalarının faşizan yöntemlerle, iki dünyâ savaşı arasını anımsatırcasına devreye sokulması çarpıcıdır.
Hatırlanacağı üzere, sekiz yıl önce Türkiye’nin uyguladığı askerî yöntemlerin hukuka aykırılığından hareketle bu uygulamalara karşı çıkan Barış İçin Akademisyenler’in bildirisine karşı, bir üniversite rektörü, “öğretim elemanlarımız üzerlerine vazife olmayan işlerle uğraşırlarsa biz onları koruyamayız” me’âlinde bir demeç vermişti. Kendisi de ünlü bir fizik profesörü olan bu rektör, aslında hayli eskide kaldığını sandığım ve “ham pozitivizm” diye niteleyeceğim bir bilim anlayışını seslendiriyordu. ”Bilimle uğraşanlar, kendi konularının çerçevelerini aşıp toplumsal ve siyâsî konulara girmemelidirler!” diye özetlenebilecek bu anlayışın, çağdaş bilimsel düşüncedeki gelişmeleri hayli geriden tâkip eden ülkemizde bile eskimiş olduğunu zannediyordum. Meğer yanılmışım ama, bu yanılgın Türkiye’nin de ötesinde, Batı’ya dâir de bir yanılgıymış.
Sosyal bilimle, toplum ve siyâset felsefesiyle uğraşan çevrelerde etkili çevreleri oluşturan dergilerden birine atanan yeni editör, “sosyolojinin demografisi bozuldu” diye buyurmuş. Dediği, kendi siyâsî ideolojileri gereğince, toplumsal cinsiyet, ırk eşitliği, sınıf mücâdelesi vb. konuları sosyolojinin içine katan kişiler ve gruplar, bilimin gerektirdiği “değer yargılarından bağımsız olma” özelliğini yok etmişlerdir. Bu zâta göre yeniden ve değer yargılarından arındırılmış bir “nesnel” bilim anlayışına dönmek gerekmektedir.
NÜSKEDEN HASTALIK VE TEDAVİSİ
Zaman geçip gidiyor. Kabaca 19. yüzyıl başlarından îtibâren etkili olan değer yargılarından arındırılmış bilimsellik anlayışı, bu anlayışa yöneltilen eleştiriler, anlayışın kendisini gözden geçirmesi, analitik ve eleştirel teorilerin, bunların çok farklı varyasyonlarının ortaya çıkması vs. Bütün bu gelişmeler olurken, değer yargılarından arındırılmış bilim anlayışı denilerek yüceltilen şeyin aslında kurulu toplumsal ve siyâsî düzeni meşrûlaştırıcı bir işlev gördüğü, kurulu düzenin ırkçı ve baskıcı niteliklerinin deşifre edilmesine engel olduğu da gösterilmişti. Şimdi, geride bıraktığımızı zannettiğimiz “ham pozitivizm” yeniden canlanırken, kendi siyâsî işleviyle birlikte arz-ı endâm etmekte.
Zamanın geçmesiyle, takvim yapraklarının birer birer düşmesi ve her düşüşte rakamların büyümesi, örneğin 2023’ün düşüp, yerini 2024’ün alması, bir bakıma “ilerleme” sayılabilir. Târihte asıl “ilerleme”, “ham pozitivist” anlayışa göre fen bilimlerinde ve buna bağlı olarak teknolojide sağlanan gelişmeler netîcesinde, insanın doğa üzerinde kurduğu hâkimiyetin gelişmesidir. Oysa, bunun böyle olmadığını biliyoruz. Doğa üzerindeki hâkimiyet, doğanın yok edilmesi noktasına kadar getiriyor insanoğlunu. Kezâ, aynı bilimselci anlayışın siyâsî yansıması da var ki, buna eşitlik ve özgürlük temelindeki bir örgütlenme tahayyülünün değersizleştirilmesi yatıyor.
Bir tedâvi sürecine girdiğini düşündüğümüz ırkçılığın, kendisine destek olacak mâhiyette ideolojilerle birlikte nüksetmesi de, ilerlemenin düz bir çizgi üzerinde gerçekleşen evrimci bir iyiye doğru gelişme anlamını taşımadığını bir kez daha kanıtlıyor. Irkçılığın kalıcı tedâvisi anlamında “gerçek ilerleme” ise, “özgürleşme” teriminde ifâdesini bulmaktadır. Bu terimin içeriğini bir başka yazıda tartışmak üzere …
* Volkan Çıdam’ın Adorno üzerinden gündeme getirdiği “relapse” yâni nüksetme kavramının bu yazıyı yazmamda etkili olduğunu belirtmeliyim. Hem bu nedenle ve hem de bu yazıdan bağımsız olarak Volkan Çıdam’ın şu iki yazısını da mutlaka okumanızı isterim.
https://birikimdergisi.com/guncel/11554/gecmisle-yuzlesememek-almanyada-ne-oluyor-i
https://birikimdergisi.com/guncel/11581/gecmisle-yuzlesememek-almanyada-ne-oluyor-ii
Levent Köker: Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara'da, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi'nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997'de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler'le birlikte "Bu Suça Ortak Olmayacağız" beyanında bulunduğu için, Yakın Doğu Üniversitesi'ndeki görevinden uzaklaştırıldı (2016). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İki Farklı Siyaset, Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye adlı kitapların yazarıdır.