Ayşe Çavdar
O biliyor kaybettiğini
Yaklaşmakta olan seçimin sonucunu biliyor. Çünkü bir önceki seçimi de kaybetti. Hani şu ona sahip olmayı arzu ettiği güçleri şimdilik bir süreliğine, sonra tamamen sağlayacağını düşündüğü seçim vardı ya? Bizi "evet" ve "hayır" kelimelerine hapsettiğini sandığı. İşte o seçimi kaybetti. Kimilerimiz biliyor bunu, bazılarımız sadece şüpheleniyor. Ama en iyi o biliyor, hem öyle az buz değil, çok büyük bir farkla kaybettiğini. O gün "düşman"ları için kurduğu tuzaklara bugün birer birer, olanca görkemiyle düşüyor. İtibardan tasarruf olmaz, buyurmuştu. Şimdi alabildiğine müsrif bir ihtişamla titriyor. Üstelik, bu sarsıntıdan bugün kurtulsa bile, yarın daha büyüğüyle yüzleşeceğini de biliyor. Günü kurtarmaya müteveccih çarelerin hiç biri artık işe yaramıyor.
Şimdi biraz şu anları gözlerimizde canlandırmaya, hangi kelimelerle nasıl ifade bulduklarını düşünmeye ve bir de hangi simaların o sahnelere yerleştiğini kestirmeye çalışalım.
Günler öncesinden gelen anketlerin gerçek sonuçlarıyla, yani belirsizlikle yüzleşmiş olmalı önce. Nicedir yapıp ettiklerinin ona güç kazandırmadığını, enerjisi bitik, düşmeye yazgılı bir hastaya adrenalin etkisi yapmaktan başka bir işe yaramadığını görmüş olmalı. Ama tabii kendinden bile gizlemiştir gördüğü bu şeyi. Allah bilir nasıl kızmış, köpürmüş, öz kifayetsizliğine duyduğu öfkenin hıncını kimlerden, nasıl çıkartmıştır?
Kimlere, hangi emirleri vermiştir acaba? Sandık başlarında kimlerin ne yapacağı, nasıl davranacağı konusundaki talimatları kim hazırlamıştır? O talimatları yerlerine kim ulaştırmış, uyulup uyulmadığını kontrol etme işini kimler, nasıl, hangi sözcüklerle üstlenmiştir? Nasıl haberleşmişlerdir aralarında, hangi yarım cümleler kurulmuş, "var ya bizim o iş" kodlu kaç mesaj gidip gelmiştir? Yani o kayboluştan farksız kaybediş kaç kişiye bulaşmıştır?
Sandık başlarını tutanların yapıp ettiklerinin yetmemesi durumunda ne yapılacağı konusunda kimler, nasıl çareler üretmişlerdir? O çareleri uygulayacak insanlar nasıl seçilmiştir? Nereden bilinmiştir o insanların o çareleri uygulamada taşeronluk yapacakları? Hangi kişilik özellikleri, hangi ahlaki zaafları, hangi suçları, hangi borçları hesaba katılmıştır işbirliği yapmamaları durumunda devreye sokulmak üzere? Hangi tehditler savrulmuş, kimler o tehditler daha savrulmadan korkup teslim olmuştur, kimler yoldan zaten gönüllü çıkmıştır?
Mühürsüz pusula çaresi hangi cin fikirlinin aklına gelmiştir ilk? Nasıl ödüllendirilmiştir Allah bilir? Nasıl da gurur duymuştur kendisiyle, değil mi? Sonra akşam gidip karısına, belki metresine sarılmıştır. Çocuğunun yüzünü okşamıştır. Kimseye de anlatamamıştır muhtemelen gurur duyduğu bu buluşu? Çünkü bu yalnız onun sırrı değildir ki? Konuşulanların o odadan çıkmaması konusunda herkes hemfikirdir. Herkes neyi nerede konuşmayacağını bilir? Cürümde ortaklık, ceremede ortaklık demektir.
Sonra bu çareyi devreye sokacak bürokratlar nasıl ayarlanmış, nasıl tavlanmıştır? Nelerle korkutulmuş, nelerle avutulmuşlardır? Allah bilir, bir de kendileri. Her biri hem kendilerini hem de benzerlerini iyi bilir? Tabii bir de o bilir hepsini birden. Allah kadar bilemez, ama ona inananlar ondan Allah’tan korkar gibi korkmayı çoktan öğrenmişlerdir.
Hangi saat aralığında, hangi çarenin nasıl devreye sokulacağı; nasıl, kaç kişi tarafından planlanmıştır? Sarayın hangi odasında yapılmıştır bu planlar?
Sonuçlar izlenirken ve hiç aklında olmadığı yerleri kaybettiğini anladığında elinin altındaki telefonla kimleri arayıp, hangi kelimelerle paylamıştır?
O esnada yanında olanlardan kimlerin, kimler azarlanırken yüreği yağ bağlamış, kimler paylanırken aynı yürek ağızlarına gelmiştir?
Nihayet her şey bittiğinde ve bizler olanca hayal kırıklığımızla evlerimizde otururken; nasıl bir kasvetli sevinç kaplamıştır içinde nefes alıp verdikleri odanın atmosferini? O odadan çıktığında, havayı kaplayan kasvetin bizatihi kendi mevcudiyeti olduğunun farkına varmış mıdır? Peki o çıkarken odada kalanlar ceketlerinin düğmelerini açıp rahatlamaya çalışırlarken birbirlerinin yüzlerine nasıl bakmışlardır? Utançla değildir herhalde, utanmaları olsa yüzleri yerden kalkmazdı… Sevinçle mi? Gururla mı? Hazla mı? Her ne ise o duygu havaya kösnül bir koku olarak sızmıştır. Sonraki zamanlarda kim, ne zaman o odaya girse, o kokuyu almaya başlamıştır herhalde. Öyle olsa gerektir…
Bu ayrıntıların hiçbirini bilmiyoruz. Pek kafa yorduğumuz da söylenemez. Çünkü derdimiz büyük, hayatlarımız kaydırıldı, kaydırılıyor… Her şeye yetişemiyoruz. Hele bütün bunları bize yapanın halet-i ruhiyesine kafa yoracak halimiz hiç kalmadı. Onu görmemeye, sesini duymamaya, gölge etmemesine razıyız. Yeter ki görelim gittiğini. Sonra, hani şu dünyada adalet diye bir şey sahiden varsa, hesap verdiğini de görürüz. Kim bilir belki o adalet denen şeyi var ederiz hep birlikte. Neden olmasın. Ama önce… Önce…
Sonra neler olduğunu biliyorsunuz. Yedeğine alarak hızla erittiği ortağı ona beklenmedik bir oyun kurdu. Hazırlıksızdı ve üstelik önceki yarışta açık ara yenildiğini gayet iyi biliyordu. Bildiği için ilk anda korkmuş olmalı. Kimdi hatırlamıyorum, hatırlasam da söylemem, küçük ortağının ona yaptığı tatsız sürprizi ilk duyduğunda nasıl üzüldüğünü ve öfkelendiğini anlatmış yakınlarındaki biri, tanıdığım başka birine. Hazırlıksızmış yani.
Sonra en son ortaya çıkan rakibini yarıştan diskalifiye edecek yöntemler geliştirmeye çalıştı. Hatırlayın, "YSK kararı Cumartesi verseydi belki o zaman bu 15’ler olayı olmayabilirdi" demişti CHP’li 15 milletvekilinin ve CHP’nin onun golünü ofsayta çıkartan hamleleri için.
Bir diğer rakibini nasıl da infaz etmek istediğini meydanlarda bağırdı.
Karşısında Kılıçdaroğlu’nu görmek istedi, İnce’yi değil. Bence asıl Abdullah Gül’ü görmek isterdi. Çok hazır lokma olurdu bu seçim o zaman. Allah yüzümüze baktı ve Meral Hanım diretti de olmadı, şükürler olsun. Bu defa muhalefeti kendi elleriyle tasarlayamadı. Gücü yetmedi. Çalışmadığı yerden geldi sorular. Öyle bir hal ki, bu defa çevresini kuşatan taife de yetmiyor onun güçsüzlüğünü saklamaya. Belli ki bütün enerjilerini bir önceki seçimi kazanmak, aslında kaybetmek, şimdi birer birer ve görklü bir gösterişle düştükleri tuzakları başkaları için tasarlamak için harcamışlardı.
Son bir kaç soru: Kaybettiğini bilmese rakiplerinden birini ayak oyunlarıyla yarış dışında bırakmaya çalışır mıydı hiç?
Henüz hakkında bir hüküm kurulmayan ve ona rakip olarak hiçbir yere gitmediğini, mücadele edeceğini, dolayısıyla kalacağını ve hesaplaşacağını bir kez daha gösteren bir diğer rakibini cezaevinde tutmayı tercih eder miydi?
Hülasa, o biliyor kaybettiğini… Yakında biz de öğreneceğiz.
İşin trajikomik bir başka yanı daha var. Muhalefet bu seçimi, ilan edildiği anda kazandı. Bu da yine onun ve cin fikirli taifesinin hazırladığı tuzağın bir parçası.
Olur da sandıktan o çıkarsa, bunun yapılan hilelerle mümkün olduğunu bileceğiz. Zaten muhalefet bütün gücüyle seçim güvenliği için çalışırken, ağzını açıp bir kez olsun, "hayır efendim, sandık benim namusumdur, kimse korkmasın hile falan olmayacak, yapanları bizzat ben cezalandıracağım" demedi. Sizce de acayip değil mi? Tabii ki değil…
Yok muhalefet kazanırsa, bütün o hileler ayan ve beyan olduğu için, iki kez kazanmış olacak. Çünkü muhalefet böylece hem seçimi kazanmış, hem hileleri alt etmiş olarak çıkacak bu yarıştan. Yani o kazanırsa tıpkı önceki kaybedişinde olduğu gibi kendisine bir büyük tuzak kurmuş olarak çıkacak o sandıktan. Çünkü artık meşru bir hükümdar olduğunu ispatlayabileceği tek bir araç bile kalmayacak elinde. Ama muhalefet kazanırsa, seçim sonucu iki kere meşrulaşacak ve o meşruiyeti tartışmaya en az hakkı olan da yine kendisi ve taifesi olacak.
Ne acayip değil mi?
Değil aslında.
Çünkü, gün olur ve devran döner…
Bu 16 yıllık kıssadan öğreneceğimiz pek çok hisse var ama aklımızda en çok şu kalacaktır: Cin fikirlilikle kısa vadeli kazançlar edinilebilir. Ama haklı ve meşru olmak için adil ve ahlaklı olmak da gerekir. Ha bir de şu var… Ne kadar yavuz olursa olsun, hırsız gene hırsızdır…