O bizim neyimiz olur?

AKP kendi gölgesine, yani korktuğu her şeye hapsoldu. O kimesne de artık başlangıçtaki iddia ve vaadlerin değil, o ürkütücü gölgenin sesi ve sözü. Hasıl-ı kelam başaramadı.

Seneler önce, Nijerya’daki Pentecostal kiliselerin karizmatik liderleri hakkında bir sunuma gitmiştim. Sunum öncesinde gayet uluslar ve disiplinlerarası bir ekiple Lagos’ta bu kiliselerden birkaçını ziyaret etme şansı da bulmuştuk. Her gittiğimiz yerde bizi birileri karşılıyor, kiliseyi tanıtıyor, yaptıkları hayır işlerini sıralıyor, önde gelen din adamlarından biri de kendi kiliselerinin diğer kiliselerden farkını anlatıyordu. Etkileyici yerlerdi. Bir kere inanılmaz bir büyüklüğe sahiplerdi her biri. Ziyaret ettiğimiz kiliseler arasında en küçüğü aynı anda 500 bin kişiyi ağırlayabiliyordu. Kiliseler arasında 2 hatta 3 milyon kişiyi ağırlayabilenler de vardı. Cuma öğleden sonra başlayıp Pazar gece biten ilahili, danslı ayinler esnasında dünyanın en kalabalık ve altyapısı en kötü şehirlerinden biri olan Lagos neredeyse boşalıyordu. İnsanlar devasa arazilere kurulmuş bu kilise/kampuslerde hem ibadetlerini ediyor, hem şehirde erişimin hayli zor olduğu sağlık hizmetlerinden yararlanıyor, hem yaptıkları işler çerçevesinde ilişkiler kuruyor ve fakat en önemlisi şehrin kirli havasından, güvensiz atmosferinden, kalabalığından bir nebze uzaklaşıyorlardı.

Nijerya Afrika’nın zengin petrol ve su kaynaklarına ve zenginlerinin de aşırı zengin olmasına rağmen gelir dağılımının en kötü olduğu ülkelerden biri. Bunu milliyetçi ve dindar siyasetçilerinin yolsuzluklarına borçlu. Her yerde olduğu gibi orada da dini ve milli kibir, yolsuzluk-yoksulluk döngüsünü kabul edilebilir kılmanın en kestirme yolu. Yolsuz ve zengin siyasetçilerle, popüler ve kalabalık kiliseler, yani dini cemaatler arasında derin mi derin bağlar söz konusu. Kanalizasyon tertibatı bile olmayan Lagos’ta sokakları deyimin birinci anlamıyla b.k götürüyor. Nüfusun büyük bir bölümü o sokaklarda yaptığı işlerle geçinmek zorunda. Uluslararası şirketlerin distribütörlüğünü ya da temsilciliğini yapan yerli ve milli sömürgecilerse ya şehrin dışındaki sitelerde ya da merkezindeki lüks otellerde yaşıyorlar. O lüks otellerin ürettiği her nevi atık da, bu zengin taifenin hiç çıkmadığı sokağa öylece bırakılıyor. Her bir zengin en az bir kiliseyi destekliyor ve yoksulların aldığı sağlık hizmetlerini sürdürmek için düzenli bağışta bulunuyorlar. Hatta o devasa kilise arazilerinde kendileri için birer ev yaptırıyor, hem kilisenin kurucusu olan şahısla hem de cemaatle ilişkiyi de canlı tutuyorlar. Mesela kilise cemaatinden birinin işe mi ihtiyacı var? O zenginlere duyuruluyor, adam ya da kadın kuş kadar maaş ve sıfır sosyal güvenceyle girdiği iş için hem kilisenin hem o zenginin lutfuna mazhar olmanın onurunu yaşıyor.

Az sayıda cami de vardı Lagos’ta. Onlar da aşağı yukarı aynı prensiplerle çalışıyorlardı. Camilerden birinin bir uygulaması hem güldürmüş, hem düşündürmüş, hem de hayli sinirlendirmişti. Çünkü dindarlıklarından elde ettikleri faydayı çeşitlendirmek isteyen kimi insanlar hem Hristiyan hem Müslüman oluyorlardı. Çift dinlilik özellikle yoksullar arasında gayet yaygındı. Mesela Cuma günü sabahtan camiye gelip, orada dağıtılan hayır paketlerini alıp Cuma namazından sonra intisap ettikleri kiliseye gidiyor ve hafta sonunu orada geçiriyorlardı. Adını hatırlasam mutlaka söyleyeceğim bir mübarek cami bu durumdan rahatsız olmuştu, çünkü "samimi Müslüman olmayan" insanlara kaptırıyordu üç-beş kuru gıda torbasından mürekkep yardım paketlerini. Bu yüzden toplaşıp karar vermiş, Cuma namazlarını ve hayır dağıtımını Pazar gününe almışlardı. Pazar günü kiliseyi tercih edenler caminin hayrından yararlanamayacaklardı böylece.

İşte bütün bu gezi sonunda, Katolik olduğunu gururla söyleyen ve bu nedenle Protestanlığın bir biçimi olan Pentecostalları da hurafecilikle eleştiren akademisyen arkadaşımız bütün bu "düzen"in sacayaklarından biri olan kilise liderleriyle ilgili bir sunum yaptı. Aralarından biri hakkında vaka incelemesi yapıyordu ve hipotezini "karizma" kavramı üzerine kurmuştu. Zaten Pentecostal kiliselerden genellikle "karizmatik liderlik" kavramından hareketle bahsediyor çağdaş literatür. Bırakın din araştırmalarını, en ayağı yere basan disiplinler, mesela sosyoloji ve siyaset bilimi bile, siyasetin, siyasete şu ya da bu şekilde katılan aktörlerin rasyonel tercihleriyle şekillendiği yolundaki —kanaatimce hiç de rasyonel olmayan— genellemeye uymayan her durumu cümle içinde "karizma" sözcüğünün geçtiği bir yere bağlamaya mailler. Bunun, halkların aklını küçümsemek olduğunu düşünüyorum ama uzun hikâye boşverin.

Dediğim gibi inançlı Katolik arkadaşımız başladı vaka incelemesini anlatmaya. Her cümlesinde en az bir kez karizma geçiyordu ve bu kelimeyi her duyduğumda sanki biri cımbızla saçımdan bir tel koparıyordu. Canım yanıyordu ve sebebini de gayet iyi biliyordum. Türkiye’ye dair siyasi literatürde karizma kavramına ayrılan kallavi yere de gıcıktım oldum olası. Ama bir sebep daha vardı. Bu gezi ve atölye Başakşehir’de yaptığım alan çalışmasını sürdürürken minik bir "tatil" olmuştu benim için. Bilerek ve isteyerek Başakşehir’de ev tutmuş ve şehir merkezine de yalnızca haftada ya da iki haftada bir gitme kuralı koymuştum kendime. Çünkü orada yaşamanın, oraya kıstırılmış, şehirden o kadar dışlanmış olmanın, kıstırıldığım yer sözde bir dünya cenneti bile olsa, nasıl bir şey olduğunu da anlamam lazımdı. Başakşehir’den çıkıp Nijerya’ya gitmiş, Başakşehir’deyken görüp de "bize özgü" zannettiğim bir dolu çürüme örüntüsünü tıpkısının aynıyla Nijerya’da nihai sonuçlarına evrilmiş halleriyle görmüştüm. Bunların bir kısmını yukarıdaki paragrafta anlattım zaten ama en acıklısı sosyal güvence taleplerini hayır-hasenat etkinlikleriyle giderip, yoksulları zenginlerin kıçı kırık vicdanlarına mahkûm eden "dini" terbiye idi. Yerin dibine batsın!

Her neyse nihayet sunum bitti. Tartışma anlattığı kiliseyle ilgili detaylara o kadar kaydı ki, mevzuyu karizma kavramından ne kastettiği sorusuyla bölme cesareti bulamadım. Ertesi sabah kahvaltıda gittim oturdum yanına. Dedim, hemşire, ne kastediyorsun karizma diyerekten, hele bir de? Kız bir dolu bir şey söyledi ama sonunda "kaynağı belirsiz güçtür karizma" dedi. Gayet eksik olan bu tanım da ona çok karizmatik gelmiş olmalı. Oturuyoruz karşılıklı, kızarmış muz ve yanında kahve değil de kahve çöpü karıştırılmış bir tuhaf içecekle kahvaltı ediyoruz. Biraz oynadım tabağımdaki muzla ve kahveye pis pis baktım. Sonra dedim ki, "Ama bacım, senin anlattığın bu karizmatik adamın gücünün kaynağı çok belli." Adam genetik profesörü, orduda en tepeye kadar yükselmiş bir doktor/general, karısı Lagos’un eski emniyet müdürünün kızı, ülkenin petrol ve silah tüccarlarıyla sıkı ilişkileri var ve tabii ki etrafında bir dolu politikacı dolaşıyor. Broşürlerinden örnekler göstermişti, okumuştum biraz. Dili bizim şu fetihçi dilin aynısı. Minareler süngümüz olacak demiyor da, kilise çanlarından düşmanları çatlatan bir çeşit silah diye bahsediyor mesela. Genetik profesörü ya, yaratılış teolojisiyle gen bilgisini de halkın anlayabileceği demeyelim de yiyebileceği şekilde meczederek servis ediyor. Para gani. Hastaneler kurmuş, oralarda insanları ameliyat ettiriyor vs. Sigaraya ve alkole karşı amansız bir savaş başlatmış, evlere o kanaldan giriyor. Diğer cemaatler arasında da bir nevi huysuz çocuk gibi, kimseyi beğenmiyor. Ama diğerleri bu adam ve kilisesi hakkında pek konuşmuyorlar. Belli ki korkuyorlar. Neyse bunları hatırlatıp, "bak ama gücünün kaynağı çok açık, hem öyle Tanrı falan da değil, silah, para, sağlık sektörü" deyiverdim. Kız yüzüme bana acıdığını hissettiren bir ifadeyle baktı. Ne kadar da inançsızdım ben öyle, karizma gibi bir kavramı fani dünya işlerine tahvil edip çıkmıştım işin içinden. Sanırım ben de ona acıdım, ama farklı sebeplerden.

Karizma belki de ne?

İnançsızlık başa bela… Karşısına çıkan ve baş edemediği durumları açıklamama ve öylece kabullenme kolaylığından mahrum olunca insan, bir dolu soruyla ve o soruların muhtemel cevaplarıyla uğraşmak zorunda kalıyor. Bu zorunlu hissedişte eskiden beri, yakın çevremce karizmatik bulunan insanların söylediklerine kıkırdayıp azarlanmanın acısı da var. Sırasıyla Alparslan Türkeş’i, Necmettin Erbakan’ı ve nihayet burada "o kimesne" diye anacağım zat-ı muhteremi komik bulup kıkırdadığım için aile büyüklerim ve arkadaşlarım tarafından hayli azarlanmışlığım vardır. Allah onlardan razı olsun. Azarlamasalar ben bu adamların nesini komik buluyorum diye kafa yormazdım. Mesleğim sayesinde her üçünü fiziksel olarak görme ve etraflarındaki insanlarla birlikte verdikleri pozları gözlemleme şansım oldu. Bu sayede içgüdüsel de olsa karizmanın o insanlarla değil, onları çevreleyen insanlarla ilgili olduğu kanaatine vardım. Bir başka deyişle onları karizmatik kılan şey etraflarındaki insanların onlara bakışları ve onlardan beklentileriydi. Ama galiba baktıkları yerde gördükleri şeyin baktıkları insanla pek alakası yoktu. Bu buluş beni iki temel soruya kilitledi zamanla: "Biz niye böyleyiz?" ve "O bizim neyimiz oluyor?" İlk sorunun cevabı, ikincisinde gizli.

Haziran 2015’teki seçimlerden önce Kasımpaşa’da dolaşıyordum. Kasımpaşa’yı severim, çok verimli bir arazidir, memleket hakkında çok şey öğretir. Esnaftan biriyle birbirimize sesimizi yükseltmemeye çalışarak siyaset konuşuyoruz. Bir dolu muhabbetten sonra sordum: Ya hu bu adam sizin için neyi temsil ediyor? Şöyle derin bir nefes aldı ve gözlerimin ta içine bakarak olanca samimiyetiyle dedi ki: "Hiçbir şey temsil etmiyor, o benim." Sonra Kasımpaşa ile Beyoğlu arasındaki sınıfsal ve kültürel çekişmeden bahsetti. Ama bu kısmı biraz duyulmuş ve öğrenilmiş gibiydi, kafa yorarak bulduğu değil de mahalledeki parti temsilciliğinde kulağına çalınan şeylerdi aktardıkları. O kısacık ilk cümleye iliştirdiği duygu yoktu tiradının geriye kalanında. "Beyoğlu artık cicili-bicili, şapkalı, tayyörlü kadınların değil, bizim başörtülü bacılarımızın semti" dedi mesela. Bir kere bu izahatın zamanı yanlıştı. Beyoğlu çok uzun zamandır cicili-bicili, şapkalı, tayyörlü kadınların semti değildi ki… Onlar çekileli çok olmuştu zaten. Öte yandan başörtülü bacılarımızın semti olduğu da doğru değildi. Herkes ne kadar oradaysa, başörtülü bacılar da o kadar oradaydı. Beyoğlu, tabii ki kastettiği İstiklal Caddesi ve civarıydı, yerleşiği olunan değil, transit geçilen bir yok-yerdi ne zamandır. Yalnız iktidar ve belediyesi değil, Beyoğlu’nu alışveriş-eğlence merkezinden ibaret bir alan olarak damgalayan esnaf-müşteri işbirliğinin de sonucuydu bu. Kimseye ait olmayan bir piyasaya dönüşmüştü son birkaç yılda. Gezi Direnişi’nden sonra iktidar iyice asılmıştı İstiklal’i yok etme fikrine. Direnişin neye karşı yapıldığını, yani kendi suçunu, gizlemenin en iyi yolu İstiklal’i cezalandırmaktı. Bu da ayrı mesele… Ama konumuzla ilgisiz değil.

Bu adamla konuştuğum günden beri "hiçbir şeyi temsil etmiyor, o benim" cümlesi dönüyor kafamın içinde. Kimdi ki malum kimesnenin kendisi olduğunu söyleyen bu adam?… Orta yaşa yaklaşmakta olan bir esnaf. Kredi borçlarından yakınmıştı, halen kirada yaşıyor, bir türlü abad olamıyordu. Peki haline şükrediyor muydu? Hayır, kendi haline şükretmiyor, ama memleketin geleceği konusunda umutlu olmak istiyordu. Umutlu değildi, umutlu olmak istiyordu. O kimesne, onun bu isteğini dile getirmekteydi. Bence o kimesne de hiçbir zaman umutlu olmadı. Umutlu olsa, kendini şu gördüğümüz hallere, hem de bu hızla, düşürür müydü hiç?

Sorumu tekrarlayayım, "o bizim neyimiz oluyor?" Kasımpaşa’da esnaflık yaparak kuşaklar boyu taşınıp nihayet kendine miras kalmış talihi kırmaya çalışan bir adamın onda kendini görmesine sebep olan şey ne? O adamın birgün siyasette ve ticarette o denli yükselmeyi hayal ettiğini zannetmiyorum. Mahallesinden birinin o mertebelere yükselmiş olmasından aldığı bir doyum vardır elbette ama o doyum karın doyuran türden değildi gördüğüm kadarıyla. Çünkü Kasımpaşa’nın ne kadar ihmal edildiğinden de yakınmıştı çok üzerinde durmadan. O zaman ne?

Bunu düşünürken sık sık aklımın Nijerya’ya gitmesi boşuna değil. Destansı bir bağımsızlık savaşıyla sömürge olmaktan kurtulmuş bir ülke. Meselesi eğitimsizlik falan değil. Aksine ciddi bir eğitimli kitlesi var ve o kitlenin Nijerya sevgisi ve gururu da hiç azımsanacak gibi değil. Lakin gene de birçoğu yerli ve milli kire-pasağa bulaşmamak için soluğu başka ülkelerde almışlar. Ülkenin bir dönem gün görmüş olduğu, mesela üniversite kampuslerinden anlaşılıyor ve fakat artık hâl kalmamış, tek kelimeyle dökülüyor her şey. Bize rehberlik eden arkadaşımız artık çalışmayan trenlerle yaptığı yolculukları anlatırken gözlerinin dolmasına mani olamamıştı. Geçirebildiği kadar zamanı Nijerya’da geçiriyor ama karnını Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde müzik yaparak doyuruyordu. Çok seviyordu ülkesini ve orada yaşayabilmek istiyordu belli ki. Anlattıkları karşısında şaşkındım. Çünkü bir ülkenin sahip olmak isteyebileceği her şeyi vardı Nijerya’nın. Petrolü, doğalgazı, suyu, toprağı, eğitimli nüfusu… Afrika’nın ve hatta isterse dünyanın en müreffeh ülkelerinden biri olabilirdi. Niye olmamıştı ki? "Yolsuzluklar ve darbeler" demişti rehberimiz. Yolsuzluk yapmak için darbe yapan askerler ve olası bir darbeden önce cukkayı doldurmak için hızla yolsuzluk yapan siyasetçiler. Üzüntüyle "başaramadık" diye özetlemişti durumu. Henüz çok gençti ama kendini ülkesinin başarısızlığından sorumlu görüyor ve utanıyordu, özellikle "yabancılar"la konuşurken.

O bizim başarısızlık hikâyemiz mi?

Varmak istediğim nokta burası… O kimesne belki de bizim müşterek, yerli ve milli başarısızlık hikâyemizin ta kendisidir. Hamasi dilinde başarısızlığa uydurulan mazeretin cazibesini bulanlar onun yanında, o başarısızlıkta hiç payı yokmuş gibi yapmayı seçenler de uzağında dururlar.

Geçen gün bir arkadaşıma 2002-2012 arasındaki gibi bir on yıl daha yaşayalım, sonra ölürüz ne olacak, deyiverdim. Gene AKP’li yıllardı. Hem pek çok şey de kötüye gidiyordu. 2004-8 arasını tarım çalışarak geçirmiştim ve çok belliydi bir zamanların "kendine yeterli" birkaç ülkesinden biri olduğu söylenen Türkiye’nin gıda bağımlısı haline geleceği. Hükümet, tarım kooperatifleri, tüccarlar, halciler ve hatta çiftçiler el birliğiyle toprağı işlenemez hale getirmeye yemin etmişlerdi sanki. Sonra gecekondulardan hareketle şehre ne olduğuna, kentsel dönüşümün kimlerin hangi arzularına cevap verdiğine bakmaya başladım. Durum daha da vahimdi. İnşaat üzerine kurulu bir ekonomi şehirleri canavarlaştırıyordu ama o canavar şehirlerde yaşayabileceklerini zannedenlerin birkaç yıl içinde gıda sıkıntısı ile karşı karşıya kalacaklarından haberleri bile yoktu. Böylesi bir bağlamda bize umut veren ne hükümet ne de devletti. 1999 depreminde devletin enkaz altındaki yurttaşlarına ulaşamadığı bir anda yeşeren sivil toplumdu. Mesele depremle kalmamış küçüklü büyüklü sivil toplum kuruluşları, hiç de sorunsuz olmasalar bile, siyaseti alabildiğine sivilleştiren bir atmosfer yaratmışlardı. AKP’nin başından itibaren en büyük rakibi de bu sivil siyaset ortamının aktörleriydi. Çünkü -o kimesnenin gözünden bakarak yazıyorum- çeneleri durmuyor, olur olmaz her şeyi konuşuyorlardı ve dünyayla ilişkileri onun hayal edebileceğinden bile gelişkindi. Gezi İddianamesi’ne bakmak bunu görmeye yetecektir. Bu iddianame AKP’nin başarısızlıklarının bir listesi, itirafnamesi gibidir iyice yakından okunduğunda.

Sonunda AKP, kendi siyasetini eski dönemin vesayet ehlinden özgürleştirmek için açmak zorunda kaldığı sivil siyaset alanını zorla ve şerle kapattı. Çünkü artık gerek kalmamıştı. Yani öyle zannediyordu. AKP’nin felaketi ve neden olduğu felaketler silsilesi de böylece başlamış oldu. O alan kapandıkça AKP de kapandı ve çıkış noktasındaki tüm iddialarının ve vaadlerinin tam aksi istikamette bir şeye dönüştü. Şöyle de diyebiliriz: AKP kendi gölgesine, yani korktuğu her şeye hapsoldu. O kimesne de artık başlangıçtaki iddia ve vaadlerin değil, o ürkütücü gölgenin sesi ve sözü. Kendisine dair anlatılan tüm "güzel" öyküleri kırdı, burdu, buruşturdu ve çöpe attı. Hasıl-ı kelam başaramadı.

Başaramamasının asıl nedeninin aksiyomu yolsuzluk olarak beliren hırs, haset ve garez enerjileri olduğunu artık çok iyi biliyoruz. Asıl mesele onun hırstan, hasetten ve garezden neden bir türlü kurtulamadığı; en tepesine kadar çıktığı bir yapıyı yok etmek için niye bu kadar ısrarla çalıştığı ve didindiği?

O zaman da aklıma "benim için muhtar bile olamaz demişlerdi" terennümündeki öfkeli içerlemesi geliyor. Galiba muhtar bile olamayacağına en çok o iman etmişti. Her şeyden vazgeçti de bu inancından vazgeçmedi. Zaten hiçbir zaman muhtar da olamadı. Muhtar, seçildikçe mahallesinde kalan seçilmişe denir. Mahallesiyle haldeş oldukça da seçilir. Oysa o, seçildikçe terk etti seçildiği yerleri. Seçildikçe ayırdı hâlini mahallesinin hâlinden. O fotoğrafı hiç unutmayacağım. Hani şu kendisi için yaptırdığı sarayın önünde, devasa bir boşluğun arkasına yığdığı insanlara yaptığı konuşma vardı ya. Saray yeni açılmıştı ve orada ne yapacağını çok da iyi bilmiyordu galiba. O boşluk o kadar büyüktü ki, kadraja onu dinleyen kalabalık girememişti bile.

Yerel seçim teranesi başladığından bu yana hemen her mitingini izlemeye çalışıyorum. Taşeron işçilerle, atama bekleyen öğretmenlerle ettiği kavgalar. Kalabalığın üzerine çay atmalar. O bir paket çay için birbirini ezen kalabalığa çıkışmalar. Komşuyu komşuya hatta babayı evlada düşman edecek monologlar. Çok değil birkaç ay sonra çıkabilecek açlık krizinin işaret fişeği tanzim satışları "bolluk kuyruğu" diye yutturmaya çalışmalar. Hele bir katliamın görüntülerini, üstelik katliamı yapan yaratığın gözünden miting alanında izletmeler. Bütün bunlar ancak ona teveccüh gösteren kalabalığın hem aklıyla hem ahlakıyla dalga geçecek kadar umutsuz birinin işleyeceği türden fiiller. Belki yanılıyorumdur ama sanki bir yanı şöyle diyor: "Siz, eeeeey siz, bakın sizi ne hale getirdim, ama hâlâ çıkmıyor sesiniz."

Bu manzaraya bakıp "ya hu AKP’liler işte, zaten o kendine çoban diyerek onları sürü yerine koymuyor mu?" demek kadar yanlış bir pozisyon olamaz. Öyle değil çünkü. O kimesne ve her türlü ahlaki ve siyasi kaidenin çoktan bertaraf olduğunun ispatı olan bu manzara devasa ve tarihsel bir başarısızlığın son kertesi. Hem o manzaranın bileşenlerinde hem de onu garip ve yersiz bir sinizmle izleyenlerin gözünde eksik olan şeyse mahcubiyet.

O kimesne tüm yapıp ettikleriyle Cumhuriyet’in kendi çocuklarına verip de tutamadığı sözlerin, ele alıp da beceremediği, başaramadığı tüm kalemlerin, listeyi uzatmayayım, her birimizin ayrı ayrı farkında olduğu ama üzerine konuşmaya lüzum bile görmediği devasa bir müşterek başarısızlığın mücessem halidir. Eğitimi, hukuku, anayasayı, doğru dürüst işleyecek bir bürokrasiyi, sosyal devleti, sağlığı, her yaşta her cinste insanının kendini kibire ihtiyaç duymayacak kadar değerli hissedebileceği bir asgari ahlakı ve etiği üretmeyi beceremediğinin ispatıdır o kimesne ve hepimizi içine soktuğu tüm durumlar.

E böyle bakınca şanstır aslında. Onu iyice inceleyip nelerin becerilemediğinin bir envanterini çıkartmak mümkün. Sonrası bir öncelik sıralaması yapmaya ve işe koyulmaya bakar. Galiba asıl mesele, kimsenin kendisinden böylesi bir beklentisinin de olmaması. Öyle ya, kendisinden azıcık olumlu bir beklentisi olan bir toplumun muhalefet partileri şu halde mi olurdu? Ama, işin o kısmı ayrı hikâye…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ayşe Çavdar Arşivi