Ölüm kültü, ölüm kültürü

Yine hedef gösterilen aydınlar, dün idam, bugün intihar eden gençler. Değişemeyen gündem, hep aynı nefret söylemi: Ölüm kültü, ölüm kültürüyle yoğrulmuş bu topraklar. Aynaya bakan yok.

İlk ne zaman öldürmüştüm? 

Annemin anlattığına bakılırsa erken yaşta başlamışım: Henüz iki yaşındaymışım; pencereden sokağı seyrederken, cama konan tatarcıkları parmağımla eziyormuşum. Seri katil gibi! Aynı işlemi bir küçük arıya da uygulamaya kalkmanın acısıyla vazgeçmişim. Oh olmuş!

Ancak bence bu sayılmaz. Yaşam, ölüm, öldürme gibi kavramlar gelişmiş değil henüz o yaşta. Ne yaptığımın farkında mıydım ki? Görüş alanımdaki rahatsız edici bir hareket ya da görüntüye verilmiş bilinçsiz, yarı refleks tepkilerdi bunlar: Parmağımla bastırınca hareketin durduğunu öğrenmişim belli ki. Bunun bazen acı verdiğini görünce de vazgeçmişim.

Bilerek, isteyerek bir canlının yaşamına son vermekten, yani bilinçli olarak, hatta önceden tasarlayarak öldürmekten söz ediyorum. Asıl mesele bu.

Çünkü ben bunu dahi yaptığımı biliyorum, hatırlıyorum, hiç unutamadım.

Dokuz-on yaşlarımdaydım. Bahçedeki "zararlı" otları sökerken yakalayıp bir torbaya doldurduğumuz çekirgeleri ateşe atmıştık. 

Öldürülen canlı "sadece" bir böcek, yani sıklıkla "zararlı" addettiğimiz bir "alt tür" olsa dahi (bana ne zararları vardı sahi o böceklerin?), öldüreceğini bile bile, hatta tasarlayarak öldürmek özünde öldüren için de sarsıcı bir eylem. 

Çok özel bir ruh haline sokuyor insanı. Dün gibi anımsıyorum. 

Elimde o torba dolusu çekirgeyle ateşe doğru ilerlerken tüm duyularım donmuş, devre dışı kalmıştı. Hatta o an tüm yaşam askıya alınmıştı sanki. Çünkü bir dizi canlının yaşamına son vereceğimin bal gibi bilinceydim. Az sonra yapacağım hareketin sonuçlarının ne olacağı konusunda hiçbir tereddüdüm yoktu.

Bilerek öldürmek pis bir duygu.

Çevremi sarmış olan mahalle arkadaşlarım da ola ki benzer bir ruh hali içinde izliyorlardı beni. 

Onların pasif katkısı, suç ortaklığı, hatta azmettiriciliği olmasa… Birlikte tasarladığımız o infazdan son anda vazgeçmem halinde bana çıkarılacak faturadan haberdar olmasam… "Korkak" ve "karı gibi" olmakla suçlanacağımı bilmesem… Galiz küfürler eşliğinde alay ve aşağılanma konusu olmaktan çekinmesem… Geri adım atmanın mahalledeki "statümü" zedeleyeceğini ve beni diğer "alfa kabadayı adayları"na yem edeceğini hissetmesem… Eninde sonunda ucunda dayak yemek olmasa… Yine de yapar mıydım? 

Sanmıyorum. Cayardım her halde. Katil doğulmuyor, olunuyor. 

Sadece ve sadece ölüm kültü ve ölüm kültürü insanı katile dönüştürür ya da bir şekilde "yüce" dava uğruna canını feda etmeye koşullandırır.

Yapmak üzere olduğum ve geri dönüşü olmayan eylemin dehşeti, korkusu, uğursuz heyecanı sarmıştı tüm benliğimi. 

Ağzım kupkuruydu. Nefes alamıyordum. Boğazım düğümlenmişti, midem kaskatı. Robot gibiydi hareketlerim. Robotmuşçasına gerçekleştirdim infazı. Büyülenerek izledim, önce kanatları sonra tüm bedenleri yanan kıpkırmızı çekirgeleri. Öğürdüğümü anımsıyorum. Kusamadım.

"Sadece" birkaç böcek öldürme ediminin etkisi bu olmuştu bende. Yarım yüzyıl sonrasında bile bendeki bu etki bu kadar tazeyken, bilerek, isteyerek, önceden tasarlayarak insan öldürenler nasıl taşıyorlar bu yükü vicdanlarında?

İnsan öldürmek bu kadar mı kolay bu topraklarda?

Bunca yıldır bunca pisi pisine ölüm hiç mi acıtmıyor bu insanların ruhlarını?

Kimleri mi kastediyorum?

Örneğin yok etmeye karar verdikleri bir aydın için "vur emri" verenleri… Tam da bu tür işleri yapsınlar diye el altında tutup besledikleri -sonrasında da hapishaneden kurtardıkları ya da bir başka tetikçi marifetiyle susturdukları- mafya bozuntusu, yarı meczup lümpen katillere onu hedef gösterenleri… Bu yönde kamuoyu oluşturanları kastediyorum…

Emir komuta silsilesiyle hazırladıkları karmaşık bomba düzeneğini yukarıdan gelen talimatın hedef gösterdiği kişiye yollayanları… Ya da binlerce insanın dolduracağı bir miting alanına önceden yerleştirdikten sonra, akşam eve dönüp kanlı ceset görüntülerini izlerken amirinden aferin almayı bekleyenleri… Benzer sonuçlar doğurmak için canlı bomba çiftliği kuranları dile getiriyorum… 

Talimatlı -nadiren de doğaçlama- infazları sokak ortasında tabancayla gerçekleştirenleri… Tavuk boğazlar gibi gırtlak ve kelle kesebilenleri… Diğer cellatları… İşkencecileri…

Koca kentleri yıkanları… İnsanları evlerinden, yurtlarından kovanları… Dört duvar arasında çürütüp hastalığa terk edenleri, hastaların tedavi görmesine bile izin vermeyenleri… 

Ölümü ve silahı kutsayanları…

Minicik çocukları şiddet ortamında, ölüm kültü ve ölüm kültürü içinde yetiştirenleri…

Neredeyse çocuk yaşında gencecik insanları darağacında sallandırmak için önce mahkemede sonra mecliste "idam kararı" alabilenleri… 

Bu kararı fiilen uygulattırmak için toplantı üstüne toplantı yapanları… Yüzlerinde kâh eğreti bir nefret kâh gizlemeye çalıştıkları bir korkuyla buna parmak kaldıranları… 

Önlerine gelen belgeleri suratlarında devlet ciddiyeti maskesiyle onaylayanları… 

Hele bu işlemleri yıllar sonra bile hiç gözlerini kırpmadan ve herhangi bir insani duygu dahi hissetmeden savunabilenleri… 

Bir de tabii bu işlemlerin yarın başkalarına uygulanması gerektiğini düşünen, hatta açıkça söyleyebilenleri… İdam cezası gibi örgütlü toplum eliyle işlenen bu taammüden cinayete sadece "kendi yandaşları" söz konusu olduğunda karşı çıkanları…

Siyaset uğruna ölmek ve öldürmek gerektiğini uluorta savunan herkesi: "Vatan-millet-din-beka-dava" (her neyse) adına ölmeyi ve öldürmeyi zafer sayabilenleri, kendi yoldaşını bile infaz eden ya da ölüme yollayanları, ölüme halay çekenleri, ölümden medet umanları… Önüne ister şu ister bu sıfatı koyun, "savaş" ve "şehit" sözcükleri her telaffuz edildiğinde gözü kan bürüyüp kendinden geçenleri, hemen fırlayıp coşkuyla ürüyenleri ya da slogan atanları… 

Özetle: Ölümü kutsayan, ölüme tapınan herkes: Sözüm meclisten içeri!

Ölümle bu kadar iç içe nasıl yaşayabiliyor bu insanlar? Hem de her gün aynada gördükleri, yıllar boyu hiç yumuşamayan soğukkanlı nefret ifadesiyle yoğurulmuş o ekşi suratlarına baka baka… 

Hiç mi rahatsız olmuyorlar onca ölümden, akan onca kandan?

Nasıl bir devlet geleneğidir, nasıl bir siyaset anlayışıdır, nasıl bir toplumsal kültürdür bu ölümsevicilik? 

Nasıl bir ülkedir bu? 

Sorunlara şiddet ve ölüm dışında çare üretememekten, özünde bu derece aciz olmaktan, rıza yaratma becerisinden bu derece yoksun olmaktan hiç mi rahatsız hissetmezler kendilerini? Kefenden öteye yok mu ufukları?

Genci yaşlısı tüm insanlarına bir böcek kadar dahi değer biçemeyen o toprakları binlerce yıldır hiç bıkmadan kanla sulanmış… Ölüm üzerine temel atmış, ölüm üzerinde yükselen… Her sorununu öldürerek çözebileceği hezeyanıyla hop oturup hop kalkan… Ötekileri hep nefretle anan, ölmelerini arzulayan… Öldürmeye ve ölmeye tapan… Sonsuz ölümlerle ölümsüzlüğe ulaşacağını sanan bir toplum, bir devlet, bir ülke… Şiddetiyle, ölümüyle bir, bin yıldır kefen ve toprak gibi iç içe geçmiş…

Bu işte bir gariplik olduğunu kimse görmüyor mu?

Maşallah, herkes ne kadar da memnun durduğu yerden, bugünün ya da yarının infaz mangasının bir parçası olmaktan, ölümleri izlemekten, ötekinin ölmesini iple çekmekten, ölümleri kenardan izleyip öldürenleri "vur vur" diye yüreklendirmekten… Yok mu "yetti artık" diyebilen?

Ne melun bir gelenektir bu? Lanet gibi… Kâbus gibi… Salgın hastalık gibi kuşaktan kuşağa bulaşmış, toprağa geçmiş, neredeyse tüm insanlarının ruhuna sinmiş, genlerine işlemiş…

Bu ölümcül kültürle hesaplaşılmadığı sürece, tetiği kimin çektiği çok mu anlamlı? Kim suça ortak değil ki?

Ölüm kültü ve ölüm kültürüyle yoğurulmuş bu cehennem kanla sulanıyor her gün. 

Kan fışkırıyor topraktan. Kana kan… Ve kanaya kanaya kanda birlik olup kanlar içinde bütünleşiyor toplum. 

Aynaya bakan yok.
 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Yiğit Bener Arşivi