Osmanlı Oryantalizmi

Osmanlı elitlerinin gözünde Batı ne kadar modernleşmenin ve ilerlemenin yönü ise, Doğu’da onun tersi olarak geriliğin örneğiydi.

İmparatorlukta 19. yüzyıl boyunca gerçekleştirilen reformlarla birlikte modern Osmanlı İstanbul’u ile modernlik öncesi dönemde kalmış, geri bir taşra oluşmuştu. İstanbul yönetimi, söz konusu geri taşraya medeniyet taşıyıp Osmanlılaştırmak amacındaydı. Osmanlı elitlerinin gözünde Batı ne kadar modernleşmenin ve ilerlemenin yönü ise, Doğu’da onun tersi olarak geriliğin örneğiydi. Bu Osmanlının kendi taşrasına oryantalizm açısından bakmasıydı. Taşradaki elitler de yereldeki Osmanlı oryantalizmini meşrulaştıracaklardı.

Osmanlının modern temsilcileri Batı eğitimi görmüş, İstanbul’da yaşayan, tercihan Türk’tü. Medenileşmesi gerekenler ise yerine göre Arapların yaşadığı coğrafya ve Tuna çevresinde yaşayanlardı. Medenileştirme Balkanlardan başlayarak Anadolu ve Arap topraklarına ulaşacaktı.

Osmanlı’daki reformcular disiplin altına alınarak medenileştirilmesi gereken tebaayı "insan yükü" olarak görmekteydiler. Bu misyonun uygulama alanı ise, Arapların yaşadıkları coğrafya olacaktı. Bu uygulamalardan biri Arap ve Kürt önde gelenlerinin çocuklarının devşirilip, Aşiret Mektepleri’nde eğitildikten sonra bölgelerine medeniyeti ve Osmanlılığı taşımak üzere geri gönderilmeleriydi. Genç Türklerden sonra medenileştirilmesi gereken unsur Araplar olmuştu. Artık onlar medeni Türklerin yönetimine meşruiyet sağlayan azınlık haline gelmişlerdi. Kuşkusuz Arap elitleri de kendi taşrasına aynı politikayı uygulayacaktı.

19. yüzyılın son çeyreğinde İmparatorlukta iki düşünce çatışmaktadır. Birinci düşünce gelenekten koparak, Batı’yı bir medeniyet olarak benimsemeyi öne sürer. İkinci düşünce ise Müslüman kalarak, gelenek korunarak, Batı’nın üstün yanlarını alıp bir senteze ulaşmak gerektiğini savunur. İkinci görüş Arapça konuşan halklar arasında Cemaleddin Afgani ve Reşit Rıza tarafından savunulur. Bu görüşün Osmanlıdaki sembol ismi Namık Kemal’dir. Bu düşünceye göre fıkıh usulü işletilip, kaynaklar yeni ihtiyaçlara göre yorumlandığında şer’i hukuk bütün ihtiyaçları karşılayacaktır.

Birinci görüş ağırlık kazanarak ceza hukuku, anayasa hukuku, ticaret hukuku Batı’dan kanunlar tercüme edilerek oluşturuldu. . Ancak medeni hukuk alanında Müslüman alemindeki ilk kodifikasyon olan Mecelle ortaya çıkarıldı.

II. Abdülhamit, Müslümanlar arasında bütünlüğü sağlamak için 1878 sonrası İslamcılığı bir devlet politikası haline getirdi ve İslam’ı merkezde resmileştirdi. İslamcılık merkezde araçsallaşırken, pozitivist felsefe II. Abdülhamit’in modernleştirdiği kurumlar aracılığıyla, özellikle askeri ve sivil bürokrasi öğretmenler, hekimler, askerler ve mühendisler eliyle güç kazanıyordu.

II. Meşrutiyetten cumhuriyete giden süreçte artık Batı’nın üstünlüğü kendisini pozitivist felsefeyle yetişmiş Osmanlı kadrolarıyla belli etmeye başlamıştı. Bu oryantalizme kayışı da birlikte getiriyordu. İslamcı düşünürler sadece Osmanlının Batı karşısında siyasi, ekonomik ve entelektüel güçsüzlüğüyle değil, pozitivist-materyalist bir dünya görüşüyle de mücadele etmek zorunda kalacaklardır.

Namık Kemal’in öncülüğünü yaptığı İslam’ı reforma tabi tutarak değişime cevap verecek hale getirmeye çalışan bağdaştırıcı anlayış, İttihat ve Terakki’nin ideologu ve Türkçülüğün fikir babası Ziya Gökalp ile yeniden gündeme geliyordu. Gökalp’in "içtimai usul-ı fıkıh" adını verdiği tezi kültürel ve politik modernleşme ile fıkıh arasındaki gerilimleri uzlaştırmayı amaçlıyordu. Bu görüşü 1918-1922 yılları arasında faaliyet gösteren ve dönemin önemli İslamcı öznelerini barındıran Dar-ül Hikmet-i İslamiye de savundu.

19. yüzyılda Osmanlı artık kendi yönetimi altındaki, özellikle Arapların yaşadığı bölgelere kolonyal bir anlayışla yaklaşıyordu. Libya, Hicaz ve Yemen bu yaklaşıma örnek olarak verilebilir. Osmanlı, egemenliğini meşrulaştırmak için Yemenlileri kendilerine medeniyet götürülmesi gereken vahşiler şeklinde tasvir ediyordu. Yemen, bu şekilde yönetilmeye karşı koydukça Osmanlının kolonyal tavrı daha da netleşiyordu. Osmanlı, yerel halkı faklılığını yok etmeye çalışarak, ehlileştirmiş oluyordu. Osmanlı, burada İngilizlerin Mısır’da ve Hindistan’da kurdukları sisteme benzer bir sistem kurdu. Yemen örneği Osmanlının kapsayıcı bir siyasetten uzaklaşıp, Batılı tarzda dışlayıcı ve ötekileştirici oryantalizme geçtiği bir örnek olarak gözükmekte.

 Selim Deringil, Osmanlı kolonyalizmi ile Batı kolonyalizmi arasında farklar olduğunu belirtir ve Osmanlı kolonyalizmine "ödünç alınmış kolonyalizm" adını verir. Ona göre en önemli fark, Osmanlı kolonyalizminde yönetici ve yönetilenin aynı dine mensup olmasıdır. Ancak İttihat ve Terakki ile bu durum önemini kaybedecektir. Osmanlı kolonyalizminin en belirgin özelliği halkın manevi değerlerinden uzaklaşma olarak kendini gösterir.

Osmanlının kendine özgü sömürge düzenine örnek olarak Libya, Lübnan, Yemen, Hicaz gösterilirken, diğer ilginç bir örnek de Sudan’dır. 1820 yılında Osmanlı ve Mısır güçleri tarafından kolonileştirilen Sudan’da halk yeni efendilerinden nefret ettiğinden, daha sonra İngiliz hakimiyetine girdiğinde de, İngilizleri Türk olarak adlandıracaktı. General Gordon, 1884’de Hartum’da halka Türklerin ve Çerkezlerin onları sömüremeyeceği garantisini verecek, ancak Sudan Mehdisinin Türkleri devirmek için cihat ilan etmesi sonucu hayatını kaybedecekti. Benzer bir durum İngiliz hakimiyetine giren Mısır halkı bakımından da söz konusu olacaktı.

Osmanlı oryantalizmi halktan uzaklaşmanın bir ifadesi olarak yaşanırken, zaman içinde "öteki" kavramı Araplar, Bedeviler, Zeydiler ile sınırlı kalmayacak, Anadolu’da yaşayanları da kapsayacaktır. Yenilikçi Osmanlı aydınları kendilerine medenileştirici ve kurtarıcı bir misyon biçerek İmparatorluğu sömürge düzenine soktular. Bu nedenle yenilikçi politikalar olarak gösterilenler, Fikret Başkaya’nın nitelemesiyle aslında bir kendi kendini sömürgeleştirme (auto-colonisation) süreciydi.

Osmanlının bakış, zihniyet ve uygulamaları cumhuriyet döneminde de sertleşerek devam edecekti.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ümit Kardaş Arşivi