Yiğit Bener
Sakıncasız yazı
Agani bamganigani nim nim, mandura bandura bumzim.
Happidi hoppidi lop lop, munduru tut tok. Yokamozabi ya! Leştiyuv öğğ-miremu, öfenepöfü mürdümüm ve düm. Kamçut bamkoni mup mup.
Hamzurun.
İşte bu kadar. Gördünüz mü? Pekâlâ oluyormuş! Yani insan istedi mi demek ki yasak kapsamına girmeyen içerikte bir yazı da yazabiliyormuş.
E o zaman nedir bu yaygara, bu şikâyet, bu müşkülpesent hoşnutsuz afra tafralar, her şeye muhaliflikler? Sadece ve sadece bu tür bir yazıyı yazma becerisini göstermekten aciz olan münafıklar şikâyet eder mevcut ve müstakbel, eli kulağında yeni yasaklardan. (Yasaklanmadık ne kalmıştı ki zaten?)
Bu yeteneksiz münafıklara şunu hatırlatmak isterim ki söz konusu olan Ulu Devletimizin bekasıysa, gerisi teferruattır.
Çok Önemli bir Türk Büyüğümüzün yakın zamanda gayet veciz ve tokat gibi şırak diye belirttiği üzere, gerekirse Milli Devlet diktatörlük de ilan eder.
Şaka sanmayasınız. Doğu’da Devlet’te şaka olmaz! ("doğu" ve "devlet" sözcüklerini özel isim olarak değil, jeopolitik kavram olarak kullandığımı belirtme ihtiyacını hissettim, nedense…)
Dolayısıyla pandemi sırasında milletimizin kahir ekseriyetinin de can-ı gönülden talep ettiği üzere, işe gitme amaçlı yer değiştirmeler haricinde (bir de bayram namazına gidişler dışında) bir kez daha ve hatta ilelebet payidar olacak şekilde sokağa çıkma yasağı ilan edilir, bilgi kirliliğini önlemek için de tek resmi televizyon kanalı dışındaki tüm iletişim (telefon, tamtam, mangal dumanı ve güvercin dahil ve tabii el kol hareketleri de) yasaklanır, olur biter.
Hatta bu sefer ek önlem olarak karıncaların bile yürümesi yasaklanır, çünkü çok merhametli ve çevreci olan Devletimiz tek bir karıncanın dahi kılına zarar gelsin istemez, yani onların iyiliği için, her şey vatan için.
Güneşin ve güncel ortamın başıma vurduğunu düşünen ya da haklı çocuk, bu sıcakta ve bu koşullarda "ya ne yazaydı?" diye anlayış gösteren sayın okurlarım yanılıyorlar, çünkü bu sıcakta betondan yansıyan yakıcı güneş ve içinde bulunduğum yaş grubu itibarıyla sakıncalı olabilecek bulaş (yoksa gulaş mıydı, hangisi Macar çorbasıydı?) riski nedeniyle zaten katiyen evden çıkıp güneşin altında dolaşmamaktayım.
Valilik de sağlığımı düşünerek bu güneşin altında sokaklarda meydanlarda yürümemi münasip görmedi ve daha aklımdan bile geçmeden mütenasip bir şiddete dahi gerek duymadan kaşını çattı…
Kaldı ki bu tür kararları ille münhasıran resmi bir şekilde ve kanun kılıfına uydurarak duyurmaya gerek yok: Altmış yılı aşkın bir süredir Yüce Devletimizin vatandaşı olma ayrıcalığına sahip bir Adem olarak, Takrir-i sükunla başlayan ve hemen hiç aksamadan içinde bulunduğumuz bu zor şartların bir sonucu olarak üzerime düşen ve bir daha da hiç kalkmayan görevlerime ezelden beri müdrik ve alışkın olmam gerekmez mi? Değilsem zaten müstahakım. Alışmadık kalem not tutmaz. Vatan sağ olsun.
Arz ederim.
Hamiş: Mamafih, tüm bu tedrici tedbirlerime rağmen bir şeyleri kaçırmamak ne mümkün?
Bu tür kuruntulardan arınmak maksadıyla yazımı önden hukuk işlerine yollayıp mütalaa almaya alışmıştım, ama bu kez avukatımız barolardaki mitoz ve amitoz bölünmelerin ve nerede çokluk orada hotluk ve zotluğun disiplin ve istikrarı sağlamadaki faydalarını görüşmek üzere barometredeki alçak basınca aldırmadan arkadaşlarıyla kırlarda münasebeti kendinden menkul bir yürüyüşe çıkmış.
Ama sizi temin ederim ki yazının başında kullandığım yerel ve bölgesel olmayan ve tanıdık gelmeyen özel dil, aklınıza gelebilecek o malum ve asla masum olmayan öteki dil değildir, zinhar ve haşa. O dilde zaten ne yazsanız sakıncalı olacağını bilmeyen mi kaldı?
Demem o ki: "Maazallah, ya klavyem sürçerse?" korkusuyla, kullandığım dilin anlaşılmaz oluşuna sığınmış olmamda en ufak bir fesat ve fitne, kötü niyet, hele hıyanet aranmamasını önemle ve hürmetle istirham (yoksa istifrağ mıydı? sözlüğe bakmalıyım) ederim.
Gerekçem çok makul: Başka çarem kalmadı, çünkü -malumunuz- anlaşılır bir dilde sakıncasız bir yazı yazmak mümkün değil…