İnci Hekimoğlu
Seçime kadar azıcık ölüverin
Koronanın serbestçe dolaşımına izin verildiği ilk yerler Kürt coğrafyası ve fabrikalar oldu. Sonda söylenecek olanı başta söyleyeyim; koronanın izi sürün, yönetimin niteliğini anlayın. Arife tarif gerekmez!
İlk ‘süper taşıyıcılar’ı da unutmayalım. Uzmanların bütün itirazlarına rağmen hacca giden 15 bin kişi özenle tüm ülkeye yayıldı. "Özenle" çünkü, ayrıcalıklı bir seçmen kitlesine haccı esirgeyecek, dönenlere sıkı karantina uygulayacak halleri yoktu. Son dönen 3-5 bin kişilik gruba 14 günlük yarım yamalak bir karantina uygulandı. Sonra da gelsin AKP’li ilçe teşkilatları, gitsin eş dost falan derken Karadeniz illerinden, Konya’dan, Ankara’dan, Diyarbakır’dan, Urfa’dan önce birer ikişer, sonra beşer onar korona vakaları duyulmaya başladı.
Baktılar durum iyi değil, hafta sonu yasakları dahil bazı kısıtlamalara gittiler ama ekonominin en kötü döneminde gelen pandemiyle sermaye arasındaki çelişkiyi, işçi/emekçi aleyhine düzenleyiverdiler. Özetin özeti bu aslında.
İSİG Meclisi Kayseri’deki fabrikalarda koronavirüsün hızla yayıldığını, İsim isim saydıkları fabrikalardan Elif Mobilya’da tablonun ağırlığı nedeniyle 14 gün üretime ara verilmek zorunda kalındığını açıkladı. Salgın Antep’teki fabrikalarda da benzer bir hızla yayılıyor.
DİSK’e bağlı Gıda-İş temsilcileri Dardanel’de Ağustos başında 200’e yakın işçiye kovid tanısı konduğunu söyledi. Birçok fabrikada koruyucu maske ve eldiven bile verilmediği, ücretsiz izin evrakı imzalatmak için işçiler üzerindeki baskı kurulduğu da gelen bilgiler arasında.
Yani Bakan ve iktidar mensubu zatlar, her gün çıkıp bu işçileri hastalandıkları için, çalışmaya zorlanarak birbirlerine, ailelerine, çevrelerine bulaştırdıkları için "sorumsuz" olmakla suçluyor.
Aynı zatlar, şans eseri test yaptırabilmiş ve test sonucu pozitif çıkan ama evine toplu taşımayla yollananları, hasta olmasına rağmen toplu taşımaya binmek zorunda olan yoksulları, yolda ve evinde koşulları gereği bulaştırma riski olanları da sorumlu tutuyorlar salgının yayılmasından.
Hekimler peş peşe açıklama yapıyor; bazı illerde hastanelerde yer kalmadığı için hastaların eve gönderildiğini, hatta yatması gerekenler arasında tercih yapmak zorunda kaldıklarını anlatıyorlar. Tıpkı ABD’nin ilk günlerindeki gibi…
28 Ağustos'ta SES Diyarbakır Şube Eş Başkanı Şiyar Güldiken, Diyarbakır’da günlük ortalama 700-750 hastanın tedavi gördüğünü, bunların 150’sinin de yoğun bakımda olduğunu açıkladı. 26-27-28 tarihlerinde sadece Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde 23 kişinin yaşamını yitirdiğini de ekledi.
CHP Milletvekili Mustafa Adıgüzel günlük Kovid-19 hasta sayısının 12 bin civarında olduğunu söylerken, İYİ Parti kurucularından Aytun Çıray Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın açıkladığı verileri, tarih, rakam ve il gibi somut verilerle yalanlayarak "25 Ağustos 2020'de Malatya'da 28 ölüm vakası varken aynı gün Türkiye genelinde 18 ölüm vakası bildirilmiştir" dedi.
Bakanlık salgındaki gerçek durumu gizlemeye çalışsa da pek çok kanaldan akan bilgiler Prof. Mehmet Ceyhan’ın dediği gibi "salgında kontrolün kaybedildiğini" gösteriyor. Aslında kontrollü kaybediliyor. Kaybediliyoruz.
İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Adana ve Diyarbakır tabip odalarının başkanları feryat ediyor. Resmi rakamları yalanlıyor, hastanelerin yetmemeye başladığını, sağlık çalışanlarının tükendiğini haykırıyorlar. Ama biz her gün buz gibi bir soğukkanlılık içinde yapılan resmi yalanları izliyoruz. Türk Tabipleri Birliği, Türkiye’de hastalanan ve ölen sağlık emekçilerinin oranının dünya ülkeleri arasında ilk sırada yer aldığını açıkladı. Bir haftada beş hekimi kaybettiğimizi not edelim.
Üstelik OECD verilerine göre zaten kişi başına düşen hekim sıralamasında en alttayız. Böylesine ağır bir sağlık krizinde bile atama bekleyen hemşire, sağlık memuru, acil tıp teknisyeni, hekim, güvenlik soruşturması gerekçesiyle atanmıyor ama Diyanet İşleri Başkanlığı’na 5 bin yeni kadro veriliyor. 3 bin 500 imamın ataması yapılıyor.
Bu arada Bilim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Levent Yamanel "Endişe edecek bir durum yok, her şey Sağlık Bakanlığı'nın kontrolünde" diye açıklama yapıyor.
Evet, gayet kontrollü rakamlar ardında beşer onar ölüyoruz.
Zaten artık hep ölüm haberi alıyoruz. Cezaevlerindeki kovidli hasta sayısı haberleri yüzlü rakamlarla geliyor.
Kamuoyu sadece ölüm orucunda yaşamını yitiren avukat Ebru Timtik ve halen kritik sınırda olan Aytaç Ünsal’ın adını biliyor ama açlık grevindeki ve ölüm orucundaki avukatların ve mahpusların sayısı onlu rakamları aşıyor.
Giresin’daki sel felaketinde de insanlar aynı kontrol mekanizmaları nedeniyle öldüler, yaralandılar, hayatları dağıldı.
İpek Er’i ölüme sürükleyen Musa Orhan’ın dışarıda gezebiliyor, Nadira Kadirova "kim vurdu"ya gittti, HDP Yerel Yönetimler Kurulu Üyesi Sevil Rojbin Çetin’e köpeklerle işkence edildi.
Salgınla bunların ne alakası var, diyebilirsiniz. Çok alakası var.
İktidarı ele geçirmiş bir örgütlenmenin, Anayasa, yasa, teamül gibi bütün meşru araçları devre dışı bırakıp kendi yasalarını, "de facto rejim" içinde uyguladığı ülkelerde, sorumlu tek bir makam, tek bir yetkili değildir.
Hesap sorulabilirlik ve hesap verilebilirlik ortadan kalkmışsa, hukuksuzluk ve adaletsizlik her alanı kaplamışsa, artık sağlığınızdan oturduğunuz eve hiçbir alanda güvenliğiniz kalmamıştır.
Sıradan yurttaş kovid şüphesine rağmen test yaptıramazken Saray sınıfına haftada üç kez "VİP testler" yapılıyor olması doğrudan adaletsizlikle ilgilidir.
Avukat Ebru Timtik yalnız adil yargılanmadığı için kendini ölüme yatırmadı. Bütün bu sayılan ve sayılamayan adaletsizlikleri, bu keyfi rejimin ölümcüllüğünü yüzümüze çarpmak için yaptı o eylemi.
Adaletsizliğe karşı hep birlikte karşı duramadığımız için, salgında, cezaevinde, mahkemelerde, depremde, fabrikada, sokakta, evimizde çeşit çeşit ölüyoruz.
Muhalefet partileri ise "de facto" bir yönetimde "seçim"den niye o kadar eminlerse, basbayağı "seçime kadar biraz sabredin" diyorlar. Yani "seçime kadar biraz ölebilirsiniz" demek istiiyorlar.