Pelin Cengiz
Sen kuşun kurdun hakkını savunursun, o gelir seni vurur
Türkiye, geçen hafta itibariyle son derece tehlikeli bir eşiği daha geçmiş bulunuyor. Ali Ulvi ve Aysin Büyüknohutçu çiftinin katledilmesi, Türkiye'de çevre mücadelesi açısından çok kritik bir eşiktir. Finike'de meydana gelen cinayetler, Türkiye'de giderek çoğalan şiddetin meşrulaştırılmasının, şiddetin cezasızlaştırılmasının, cehaletin, lümpenliğin yükselen değerler haline gelmesinin, sermayenin arsızlaştırılmasının, sömürü ve talan düzeninin sınır tanımaz hale getirilmesinin bir sonucudur.
Türkiye'de çevre ve yaşam alanları mücadelesi verenler AKP iktidarları döneminde ötekileştirildiler, çeşitli iftira ve karalamalarla itibarsızlaştırılmaya çalışıldılar, mücadele platformlarında her türlü şiddete maruz kaldılar. AKP iktidarları döneminde mahkeme kapılarını en çok aşındıranların çevre mücadelesinden gelenler olması tesadüf değil.
15 Temmuz sonrasında uygulamaya sokulan OHAL uygulamaları ile çevre mücadelesi verenlerin sesini duyurmak için eylem ve protesto hakkını kullanabilmesi şöyle dursun, artık yargı kararları görmezden geliniyor...
Çevre ve yaşam alanları mücadelesinin demokrasi mücadelesinden ayrı tutulması mümkün değil. Çünkü, her zaman barıştan, şiddetsizlikten, demokrasiden ve adaletten yana olan ekoloji hareketleri ve yaşam savunucularıdır. Ancak, gelinen noktada OHAL bahanesinin ardına sığınılarak, darbe girişimiyle ya da güvenlik politikalarıyla uzaktan yakından ilgisi olmayan yasal düzenlemelerle ekoloji hareketlerinin sesi giderek daha fazla kısılmaya, hatta yok edilmeye ve onlara hukuk çerçevesinde mücadele alanı bırakmamaya çalışılıyor.
Asırlık sedir ve çam ağaçlarının bulunduğu Alacadağ, Gökçeyaka, Kızılcık ve Adala gibi bölgelerdeki taş ve mermer ocaklarına karşı bölge halkının da desteğiyle yaklaşık altı yıldır hukuki mücadele sürdüren Ali Ulvi ve Aysin Büyüknohutçu çiftinin katili Ali Yumaç, savcılık ve mahkeme ifadelerinde, kapatılan bir mermer ocağı firmasını suçladı ve azmettirici olarak gösterdi. Yumaç, savcılıktaki ifadesinde şunları söyledi: "Mermer ocağında çalışan, adını bilmediğim, 65-70 yaşlarında, siyah cip kullanan, beyaz saçlı, sürekli kirli sakalla gezen, 1.65 boylarında 'Çirkin' lakaplı adam 8 Mayıs günü yanıma geldi. Bana 'Cebinde paran var mı?' dedi. 'Yok' dedim. 'Sana bir iş teklif edeceğim' dedi. Cebinden 3 bin TL çıkarıp verdi. 'Bizim ocak bunlar yüzünden kapandı, sen bunları hallet, şu 3 bin TL'yi al, 47 bin TL'yi de olaydan sonra vereceğim' dedi. 'Silah nasıl olacak' dedim. 'Silahı kendin bilirsin' dedi, başka bir şey konuşmadık."
Yaşanan bu vahim cinayetle birlikte dünyada çevre ve yaşam savunucularına karşı işlenen suçları hatırlamakta fayda var. Global Witness'ın geçen yıl yayınladığı "On Dangerous Ground" raporu, bu açıdan çarpıcıdır. 2015 yılında 16 ülkede işlenen 185 çevre aktivistinin cinayetini ele alan raporda, cinayetlerde 2014 yılına göre yüzde 59 artış olduğuna dikkat çekiliyor. Henüz rapor güncellenmemiş ancak 2016 raporunun bir önceki yıla oranla daha vahim olması muhtemel.
Enerji şirketlerine karşı mücadelesiyle tanınan Honduraslı kadın ekolojist Berta Cáceres'in, geçen yıl mart ayında katledilmesi dünya çapında tepkiyle karşılanmıştı. Honduras'ta geçen yıl Cáceres cinayetinin ardından başka ekolojist cinayetleri de peşi sıra geldi. Yine Güney Amerika ülkelerinde yükselen bir trend söz konusu. Çevre aktivistlerinin en fazla katledildiği bölgeler, doğal kaynakların bol, adaletin ise bir o kadar kıt olduğu Güney Amerika ve Güney Doğu Asya ülkeleri olarak görülüyor.
Rapor, medyaya yansımış ölümleri içeriyor. Ölüm nedeni belli olmayan, yaralanan, topraklarını kaybettikleri için göçe zorlanıp yoksullaşan ve tehdit altında yaşayan insanların sayısı bu veriler içinde yer almıyor.
Diğer yandan, Türkiye'de doğa dost insanların katledilmesi ilk değil. Karadeniz sahil yoluna karşı mücadele yürüten avukat Cihat Eren, polis şiddeti esnasında kalp krizi geçirerek yaşamını yitiren Metin Lokumcu, doğayı savunmaktan başka amaçları olmayan iki insandı.
Finike'de olup bitenler ise artık bu ülkede adaleti, doğruyu, doğa haklarını cesaretle savunabileceklere yaşam hakkı verilmediğinin göstergesidir. Aynı zamanda, şirketlerin Türkiye'de rahatlıkla saldırganlaşabildiğinin, işine gelmeyenleri kolaylıkla öldürebildiğinin de göstergesidir. Dolayısıyla, bu noktada çevrecilerin hem devlet hem şirketler şiddetine en fazla maruz kalan gruplardan olduğunu söylemek mümkün. Sen kurdun kuşun, derelerin, ağaçların hakkını savunursun, insanlığın en karanlık tarafı gelir seni öldürür...
Türkiye'de bugün geldiğimiz noktada kuzeyden güneye doğudan batıya çevre ve yaşam alanları mücadelesinin olmadığı bir bölge hemen hemen kalmadı gibi. HES'lerle, madenlerle, taş ocaklarıyla, termik santrallerle, sanayi tesisleriyle, köprü, yol, havalimanı gibi mega projelerle havası, suyu, toprağı gasp edilen milyonlar var. Bu cinayetlere ses çıkarmamak, üzerinin örtülmesine müsaade etmek, mücadeleden vazgeçmek zaten yok edilmeye çalışılan çevreciliğe çok büyük zarar verir. Bundan sonra Global Witness raporlarında Türkiye'nin adını da giderek daha üst sıralarda görmeye başlarız...