Levent Köker
Siyâset ve kavramlarımız
Türkiye’nin içinde bulunduğu siyâsî durumu anlatmak için hangi kavramları kullanmak daha doğru olur? Anayasa, Türkiye devletinin bir “cumhuriyet” olduğunu belirtiyor, hattâ nasıl bir cumhuriyet olduğunu da bir dizi kavramla târif de ediyor. Hem cumhuriyetin, hem de cumhuriyetin tanımında kullanılan “insan haklarına saygılı, lâik, demokratik, sosyal hukuk devleti” gibi kavramların ne anlama geldikleri ise, kendiliklerinden belli olmuyor. Basit ve o nedenle de kaba bir örnek vermek gerekirse, bardak dediğimiz zaman ne demek istediğimizi, dış dünyada bu kelimeye tekâbül eden bir nesneyi göstermek sûretiyle açıklayabiliyoruz. Buna karşılık, “cumhuriyet mi, o da ne?” diye soran birisine kısa ya da uzun bir metinle yanıt vermek zorundayız ve burada da yine bardak örneğindeki gibi “somut” olmayan bir dizi terim kullanmaktayız ve işimiz cumhuriyeti niteleyen kavramların açıklanmasına gelince iyice de zorlaşıyor.
Türkiye devletinin nasıl bir cumhuriyet olduğunu anlatmakta karşılaşılan zorluklar sâdece kullanılan kavramların, örnekteki bardak terimi gibi dış dünyada karşılık geldiği, elle tutulabilir, gözle görülebilir nesnelerden yoksun, soyut kavramlar olmalarından gelmiyor. Kavramlar üzerinde, şöyle veyâ böyle bâzı ortak tanımlara sâhip olmak ve bu ortak tanımlardan hareketle anlaşılabilir cevaplar üretmek mümkün. Asıl zorluk, bu kavramların tanımlarında içerilenlerle Türkiye Cumhuriyeti’nin olgusal gerçekliği arasında büyük bir uçurumun ortaya çıkmış olması.
O zaman, ne diyeceğiz? Türkiye devleti, bir cumhuriyet, bunu anladık. Yâni, “hanedanlık yok”, devlet başkanlığı soyaçekim yoluyla belirlenmiyor. Ama bu cumhuriyetin kendi Anayasası’nda sayılan niteliklerinden hangisini alsak, elimizde kalıyor. Hukuk devleti, yâni bütün davranışlarında hukuka bağlı hareket eden devlet diyemiyoruz, çünkü böyle davranmadığı ve mahkeme kararlarıyla da tesbit edilmiş çokça olgu var. İnsan haklarına saygılı devletten söz edemiyoruz çünkü insan haklarını en fazla ihlâl eden devletler arasında başa güreşiyor, mahkeme kararlarını uygulamamakta ısrar ediyor. Demokratik diyemiyoruz çünkü ifâde ve örgütlenme özgürlüklerine saygı gösterilmiyor, yetmezmiş gibi bir de serbest ve âdil bir seçim sürecini dahi yürütemiyor.
O halde?
KAVRAMLAR, İDEAL TİPLER VE İDEALİZM
Türk Dil Kurumu’nun Güncel Türkçe Sözlük’te verdiği tanıma göre kavram, “bir nesnenin veyâ düşüncenin zihindeki soyut ve genel tasarımı” ve “nesnelerin veyâ olayların ortak özelliklerini kapsayan ve bir ortak ad altında toplayan genel tasarım.” Kısaca belirtmek gerekirse, her kavram bir zihinsel inşâ niteliğindedir. Sözlük’te olmayan ve olması da beklenmeyecek olan husus ise, bu zihinsel inşânın olgularla olan ilişkisidir. Bu ilişki, özünde, kavramların soyut ve genel bir tasarım olarak, nesnelere veyâ olgulara denk düşme sorunudur.
Bu, özetle dil ile dünyâ arasındaki ilişki hakkında, kaba ampirizmden, yâni kavramları nesne ve olguların insan zihnindeki yansımaları olarak kabûl eden görüşten kaba idealizme, yâni zihnimizin dış dünyadaki olgu ve nesnelere yansıması olarak kavramların tanımlanması görüşüne uzanan hayli geniş bir yelpâzede tartışma konusu olan bir sorundur. Niyetim, kuşkusuz bu tartışmaya burada girmek değil.
Bununla birlikte, sorunun siyâset teorisini ilgilendiren boyutunda önemli ve yararlı bulduğum bir yaklaşımı burada kısaca özetlemek isterim. Alman düşünür Max Weber tarafından geliştirilmiş olan bu yaklaşımda kavramlar, “ideal tip” olarak anlaşılmaktadır. “İdeal tip”, burada bir “zihinsel inşâ”yı anlatmaktadır ve aynen kavramın sözlük tanımındaki gibi, bir yanıyla insanın gözlemleme imkânı bulduğu nesnelerin ya da olguların ortak özelliklerini içermektedir. Daha doğrusu, toplum ve siyâset teorisiyle uğraşan insanların, olgular evreninde gözlemlediklerinden hareketle vardığı genellemelere dayanmaktadır ama, bunlardan ibâret değillerdir. Dahası, “ideal tip” dediğimiz zaman, nesnel gerçekliğe dayanan bir tarafı olmasına karşılık, tip ile nesnel gerçekliğin tam olarak örtüşmeleri de söz konusu değildir. Dolayısıyla, “ideal tip”ler, bize gerçekliği anlamak için birer kılavuz işlevi görürler ve gerçekliğin ne ölçüde ideal tipe uygun, ne ölçüde de uygun olmadığını tesbit ederek, belirli bir anlama seviyesine gelmemizi sağlarlar.
Örneğin, demokrasi kavramını alalım. Demokrasi, kısaca “halkın halk tarafından halk için yönetimi”dir. Günümüzde kendisini, Türkiye gibi, demokratik olarak nitelendiren pek çok devlet bulunuyor ama, bunlar arasında pek çok farklar, hattâ çatışan özellikler var. Bu karmaşık olgular karşısında, demokrasinin ne olup ne olmadığı konusunda bir kafa karışıklığı yaşanmaz mı? Elbette ama, bir “ideal tip” olarak “demokrasi” dediğimiz zaman, herhâlde, şu unsurları içeren bir devlet yönetiminden söz ettiğimiz de açıktır: Bir demokrasiden söz edebilmek için, ünlü siyâset bilimci Robert Dahl’ın yaptığı gibi, “yönetimin belirli dönemlerde yapılan, serbest ve âdil seçimlerle belirlenmesi, genel ve eşit oy hakkının tanınması, yönetim makamlarının bütün vatandaşlara açık olması, bilgi ve haber edinme yollarının tekelleşmemiş olması, ifâde ve örgütlenme özgürlüklerinin tanınmış olması …” gibi bir dizi unsurun varlığı gerekmektedir.
Şöyle bir îtiraz duyar gibiyim: “Efendim bu, ideal demokrasi, gerçekte böyle bir demokrasi var mı?” Oysa, bir “ideal tip” olarak demokrasinin hiçbir zaman gerçeklikte saf hâliyle bulunmayacağını biliyoruz. Buna ek olarak, şu noktayı da belirtmek gerekir ki, ideal tip, o tipte anlatılanın en mükemmel hâli de demek değildir. Bir diğer deyişle, yukarıya aldığım Dahl’ın demokrasi tanımı, aslında “mükemmel” veyâ bu anlama gelmek üzere “ideal”, yâhût “olması gereken” demokrasi olarak ortaya atılmamıştır. Bu tanım, dünyâ üzerinde vâr olan ve kendilerini demokrasi olarak nitelendiren rejimlerin ne ölçüde demokratik olup olmadıklarını anlamak için bir dizi standard ortaya koymaktadır. Esâsen, kavramın sâhibi Dahl da bu tanımın ideal demokrasi tanımı olmadığını bildiği için, tanımladığı şeyin modern dünyâdaki temsilî demokrasinin ideal tipi olarak “poliarşi” diye anılması gerektiğini belirtmiştir.
KAVRAMLARIN SİYASİ SONUÇLARI
Baştaki sorumuza dönersek: Türkiye, nasıl bir cumhuriyet? Bu soruya, cumhuriyet târihinin değişik dönemlerinde değişik yanıtlar verildiğini biliyoruz. Bu yanıtlarda kullanılan kavramların, küresel siyâsetin yanısıra ülke içindeki ortamın da etkisi altında üretildiklerini de gözlemleyebilmekteyiz.
Bu yüzyılın başlarında siyâset bilimi içinde hayli kabûl gören bir yaklaşıma göre Türkiye, modern temsilî demokrasinin bâzı özelliklerine kısmen sâhip olduğu için demokratik sayılabilirse de, insan hakları, ifâde ve örgütlenme özgürlükleri, bağımsız yargı, çoğulculuk gibi standardları tam olarak karşılamadığı için de otoriter bir cumhuriyetti. 2002’de Larry Diamond, Türkiye’ye “melez rejimler” arasında yer vermişti. Burada bir noktaya dikkât ediniz: 2002, Diamond’un makalesinin yayınlandığı yıl, makalenin dayandığı araştırma tabiî ki daha önceki dönemi içeriyor, yâni AKP henüz iktidarda değilken, yaygın kabûl gördüğünü söyleyebileceğimiz “siyâset bilimi” yaklaşımına göre Türkiye, bir “melez” ülke.
Daha sonraki literatürün katkıları bu “melez” sıfatının anlamını biraz daha netleştirdi ve Türkiye bu defâ “yarışmacı otoriter” olarak nitelendirilir oldu ki, günümüzde hayli revaçta olan bir kavram. Kavramın önemli bir defosu var: Yarışmacı otoriter rejim denilen rejimin AKP dönemine münhasır kılınması ve bu sûretle, AKP’den önceki “melez rejim” döneminin “göreli” de olsa daha demokratik gibi kavranması, en azından bunun îmâ edilmesi.
Sözünü ettiğim “siyâset bilimi” yaklaşımı aslında boşlukta oluşmuş değil. Ayrıntısına belki bir başka yazı bağlamında girebilirim ama, şu kadarını söylemekle yetineyim. Bugün “melez rejim”, “yarışmacı otoriterlik”, “seçimsel otoriterlik” vb. gibi kavramsal kategorileri veyâ ideal tipleri kullanan siyâset bilimi literatürünün, geçmişte -Soğuk savaş döneminde- Türkiye’yi “demokratikleşmeyi amaç edinmiş diktatörlükler” arasında gösteren literatürle bağlantısız olmadığını düşünmekteyim. O târihte geçerli kabûl edilen “otoriter ve totaliter diktatörlükler” ayrımı temelinde yapılan değerlendirmelerin yerini bugün başka kavramlar almış gibi görünüyor.
Aynı literatür içinde Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve tek-parti dönemi de, geri kalmış bir toplumu demokrasiyle sonuçlanacak bir modernleşme sürecine sokak bir dönem olarak nitelendirilmekteydi. Bu süreç içinde zaman zaman ortaya çıkan darbeler, askerî ve sivil bürokratik kontrol veyâ vesâyet de bu bakımdan “normal” karşılanmalıydı. Bugün de, Türkiye’nin târihî formasyonuyla çok da uyumsuz bir performansı yoktur diye düşünülüyordur herhâlde!
Bu kavramlar, bu teoriler sâdece “akademi” ile sınırlı kalmış olsaydı belki bu mecrada üzerinde durulmayı gerektirmezdi. Ancak hâl ve gidiş pek böyle değil. Geçmişte olduğu gibi, bugün de kavramlarımız mevcut durumun “nesnel” ifâdeleri gibi sunulsa da, öyle olmuyor; düşüncelerimizi ve eyleyiş tarzlarımızı mutlaka etkiliyor.
Bu etkilemenin en önemli sonuçlarından biri, son seçim sürecinde de açığa çıktığı üzere, muhalefetteki Altılı Masa denilen ittifâkın Türkiye’de demokratik hukuk devletine geçiş için ciddî bir alternatif olabileceğinin zannedilmesi olmuştur. Bu “hüsn-ü zan”ın kaynağı, Türkiye’nin 2017’deki hiper-başkanlık sistemine geçişten önce olduğu kanaatinin yerleşikliğidir. Bu kanaatin yerleşikliğinde de, yukarıdaki gibi kavramlaştırmaların ve târih anlatılarının payı azımsanmayacak ölçüde büyüktür. Bu anlatıların aynı zamanda içinde bulunduğumuz ortamın faşizan niteliğini görmeyi engellediğini vurgulamak isterim. Bu engelleme, bugünkü faşizan ortamın târihî belirleyicilerini ortaya koyabilecek bir eleştiriyi de imkânsızlaştırmaktadır ki, ayrı bir yazı konusudur.
Levent Köker: Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara'da, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi'nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997'de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler'le birlikte "Bu Suça Ortak Olmayacağız" beyanında bulunduğu için, Yakın Doğu Üniversitesi'ndeki görevinden uzaklaştırıldı (2016). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İki Farklı Siyaset, Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye adlı kitapların yazarıdır.