Yetvart Danzikyan
Soykırım, 301. madde ve ‘denize dökmek’
Seçimler yaklaşırken siyaset düzeyinde edilen laflar da sertleşiyor, ağırlaşıyor, nasıl bir siyasi iklim içinde yaşadığımız bir kez daha su yüzüne çıkıyor. Böylece kendi iç meselelerimizle ilgili tutarsızlıklar da nasıl diyelim, kıyıya vuruyor. Neden kıyıya vurma benzetmesi yaptığımı biraz sonra anlayacaksınız zaten.
İsrail meselesi ile başlayalım. ABD Başkanı Trump’ın İsrail’deki ABD elçiliğini Kudüs’e taşıma kararı vardı, hatırlanacaktır. Bu karar doğal olarak tüm dünyada tepki yarattı. Bilhassa da hem Hıristiyan hem de Müslüman dünyasında. Karara tepki gösteren Yahudi dernekleri olduğunu da not düşelim. Kudüs’ün üç dinin kutsal merkezi olduğu ve böylesi siyasi mülahazalara kurban edilmemesi üzerinde ısrarla duruldu.
Ancak Trump tepkilere aldırmadı ve bu kararı hayata geçirmek için geçtiğimiz hafta en önemli adımı attı. Aynı günlerde Filistinliler de 1948’de kendi yurtlarından kovulmalarını her yıl olduğu gibi protestolarla anmak için harekete geçmişlerdi. ABD’nin kararının da etkisiyle protestolara Filistinler tarafından geniş bir katılım oldu ancak bu protestolar bir katliamla sonuçlandı. Gazze’de sınır çizgisine yürüyen Filistinliler İsrail ordusunun açtığı ateş sonucunda çok sayıda kayıp verdiler. Son gelen haberlere göre 62 Filistinli öldü binlercesi de yaralandı. İsrail ordusunun bu gösterilere karşı gerçek mermi kullanması tüm dünyada tepki topladı, topluyor. İsrail ordusunun böylesi bir şiddet kullanması gerçekten de kabul edilemez.
Bu durum karşısında Türkiye’nin de tepkisi sert oldu. Partiler ortak bildiri yayınladılar, İsrail’in Türkiye’deki Büyükelçisi ve konsolosunun ülkeyi bir süreliğine terk etmesi istendi. İsrail de benzer adımlar atıyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan da İsrail’e sert tepki gösterdi. Hafta başında şunları söyledi: "İsrail devlet terörü estirmektedir. İsrail bir terör devletidir. İsrail’in yaptığı bir soykırımdır. Bu insanlık dramı, soykırımı, hangi taraftan olursa olsun, ister Amerika ister İsrail, lanetliyorum. Bugünün, İslam dünyası olarak Kudüs’ü kaybettiğimiz bir gün olmasına asla izin vermeyeceğiz. Filistinli kardeşlerimizin yanında olmayı kararlılıkla sürdüreceğiz"
Burada gözümüz ister istemez ‘soykırım’ kelimesine takılıyor. İslamcı ve merkez sağ siyasette bu soykırım kelimesi Türkiye için olmamak kaydıyla çok rahat kullanılıyor. İnsanlar elbette ki fikirlerini belirtecekler ancak burada yine de düşünmemiz gereken bir durum ortaya çıkıyor. Erdoğan’ın İslam İşbirliği Teşkilatı’nın kapanış toplantısında söylediği şu sözleri de not düşelim, yeri gelmişken: "İkinci Dünya Savaşı sırasında toplama kamplarında her türlü işkenceye uğrayan insanların çocukları maalesef bugün adeta Nazilere taş çıkartan yöntemlerle masum Filistinlilere saldırıyor"
İsrail ordusunun şu son katliamı elbette ki sert biçimde kınanmalı, eleştirilmelidir. Peki bu bir soykırım mıdır? Belki de Filistinliler açısından öyledir ancak bilhassa şu son vaka için ‘soykırım’ demek biraz güç. Ama burada hükmü veren biz olmayalım, mağdurların sesine kulak verelim. Ancak yine de şu soru orta yerde duracak: Buna soykırım diyeceksek 1915’te olanlara ne diyeceğiz ya da ne gerekçeyle soykırım diyemeyeceğiz?
Acıları, mağduriyetleri karşılaştırmak, ölçmek, kıyaslamak değil niyetim. Bunun altını güçlü biçimde çizmek isterim. Ancak Ermeni halkının kendi başına gelenlere soykırım demesine bu topraklarda şiddetle karşı çıkılıyorken bu kelimenin başka durumlarda rahatça dolaşıma sokulması -en diplomatik ifadeyle- soru işareti yaratmaz mı?
Hükümet birkaç yıl öncesine kadar şu noktada idi, mealen: 1915’e soykırım diyen de olur, bunu reddeden ve bunun yalan olduğunu söyleyen de olur. Bunların hepsi ifade özgürlüğüdür. Yakın zamana kadar tavır böyle idi.
Şimdi bu tavırdan bile geri dönme eğilimi seziliyor. Bu yıl 24 Nisan anmaları güçlükle yapılabildi, ‘soykırım’ pankartları taşıyanlar yıllardan sonra ilk kez gözaltına alındı, öyle öğreniyoruz ki Emniyete götürülürken de ırkçı ayrımcı söylemlere maruz kalmışlar. Bu hafta Agos’ta yer verdiğimiz gelişme de gözlerden kaçmamalı. HDP milletvekili Garo Paylan hakkında ‘Türklüğe hakaret’i düzenleyen 301. maddeden fezleke hazırlandı ve TBMM’ye gönderildi. Paylan’ın Ermeni soykırımından bahseden sözlerine dair bir ihbarın savcılık tarafından işleme konduğunu ve Adalet Bakanı’nın da izin vermesiyle hakkında 301. maddeden işlem yapıldığını görüyoruz. Ki o 301. madde geçtiğimiz yıllarda büyük tartışmalar yaratmış, birçok gazeteci ve aydın o soruşturmalar nedeniyle milliyetçi çevrelerin hedefi haline gelmişti, bunun üzerine o maddeden yapılacak soruşturmalar bakanın iznine bağlanmıştı. O dönemi hepimiz sıkıntıyla hatırlıyoruz.
Özetle iktidar bu konuda bir yeni bir evreye girmiş gibi gözüküyor. Hal böyle iken yine de sormamız gerekir. Ermeniler 1915’te savaş koşulları yüzünden mi ölmüşlerdir?
Gelelim CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce’ye. İnce’nin bir rüzgar estirdiği görülüyor. Ancak İnce’nin böylesi konularda hayli sevimsiz konuşmaları da mevcuttu. Zamanında "Atatürk olmasaydı adınız Dimitri olurdu, Yorgo olurdu" sözleri hayli tepki toplamıştı. Bu kez de Erdoğan’ın CHP’ye yönelik "Çöplüktür" sözlerine yanıt vermek üzere şunları söyledi: "Testinin içinde ne varsa, ağzından o dökülür. Bir şey daha söyleyeyim. Bu cumhuriyeti Gazi Mustafa Kemal Atatürk 1922'de pislikleri denize dökerek kurdu. Demek bazen deniz dalgalarla pislikleri geri götürebiliyor."
1922’de denize dökülenler arasında sivil halktan kadın çoluk çocuk o kadar fazla insan vardı ve o günlerde öyle büyük trajediler yaşandı ki. Literatür ne yazık ki zengindir. Son olarak bu konuda Aras Yayıncılık’tan geçtiğimiz günlerde çıkan Richard Hovannisian’ın editörlüğünü yaptığı "İzmir" kitabına bakılabilir. Bilhassa da Robina Peroomian’ın "Ermeni İzmir’in sonu: Bir Sözlü Tarih Perspektifi" makalesine. Makaleden kısa bir bölümü aktarmama izin verin: "Görüşülen herkes Avrupalı ve Amerikalı donanma birliklerinin verdikleri tepkiyi bütün canlılığıyla hatırlıyor. Sesleri, boşa çıkan umutlarını, bu acı ironiyi, şaşkınlık ve öfkelerini yansıtıyordu. Hayk Mısırlıyan, denizin yüzeyindeki cesetler arasından metrelerce yüzmeyi başararak Amerikan gemisine ulaşmışsa da üzerine hortumla su fışkırtarak gemiye çıkmasını önlemişlerdi. Edward Papazyan da tanık olduğu benzer bir sahneyi tasvir ediyordu. Onnik Eminyan ise Ermenilerin ‘karap’ dediği İzmir’in güzel sahil şeridinin nasıl bir mezbahaya dönüştüğünü hatırlıyordu. Avrupalılar kurbanların arasında kayıtsızca dolaşıyor ve kanlı görüntüleri filme alıyorlardı. (…) Acı dolu günlerin ardından Amerikan Yakındoğu Yardım Kuruluşu ciplerle ekmek ve su dağıtırken kurbanların nasıl yakardığını Malvine Hancıyan şöyle anlatıyor: ‘Ekmek istemiyoruz. Bize yardım edin. Bizi bu cehennemden kurtarın" (sayfa 222)
İnce’nin bu meselelere biraz daha kafa yormasında fayda var.
(Not: Bu yazı 18 Nisan’da Agos’ta yayınlanan yazımın genişletilmiş versiyonudur.)