Ragıp Zarakolu
'AKP sonrası bir rehabilitasyon süreci çok daha zorlu olacak'
Gökkuşağı Yayınları'nın, Beyoğlu'ndaki Renkahenk Kültür Merkezi'nin Kıymet Yıldırımer ile birlikte kurucularından, araştırmacı Ahmet Mücek epey bir zamandır İsveç'te sürgünde. Yargıtay'ın malum 9. Dairesi bütün bu kültürel faaliyetleri sürdürürken Ahmet'i intikamcı bir tavır ile, 10 yıl önce çoktan tahliye olduğu halde ta 80'lerde, 90'larda kalmış dosyalardaki müebbet hapis kararını onaylayarak, ülkeden ayrılma durumunda bıraktı. Şu anda 9. Daire'nin yargıçları hapiste, ama ne fayda! Aynı kafa çok daha acımasızca kararlar vermeye devam ediyor. Ahmet Mücek, hapiste, geçen yıl kaybettiğimiz Edgar Hilsenrath'ın, 1915 soykırımını maddah tarzında anlattığı "Son Düşüncenin Masalı"nı hapisteyken Türkçeye kazandırdı. 12 Eylül rejimini çözümleyen önemsenmesi gereken iyi araştırmalar yayınladı. Ortadoğu'nun globalleşme sürecini irdeledi. Daha sonra dünyadaki barış süreçleri üzerine yoğunlaştı. Sri Lanka deneyimine ilişkin kitabı yayınlandı. Filipinler barış süreci incelemesi ise yayınlanmak için epey zamandır bantta. Yayıncılığın zor durumu herkesin malumu... Sırada bekleyen önemli bir çalışması, matbaadan yeni çıktı, taze mürekkep kokusu ile: "TÜRKİYE'NİN TARİHİ VE EKONOMİK POLİTİK YAPISI 1838-2016" (Belge Yayınları, Şubat 2019). Doğan Avcıoğlu ve Yerasimos'un kitaplarından sonra uzun bir dönemi kapsayan bir çalışma. Bu vesileyle Ahmet Mücek'e sorular yönelttik.
Nerelisiniz, nerede büyüdünüz, eğitiminiz?
1960 Elazığ doğumluyum. İlk, orta ve lise eğitimimi burada tamamladım. Daha sonra İstanbul’da Yüksek Teknik Öğretmen Okulu’na kayıt yaptırdım. Ancak devam etmedim. Okul meselem İsviçre dahil birçok girişim sonrasında hep sürüncemede kaldı. En nihayetinde Stockholm’de üniversite eğitimine nokta koyabildim. 1970’li yıllların ikinci yarısında yoğunlaşan toplumsal gelişme ve çatışmalar öğrenci hareketi özelliğini hızla yitirmekte ve genel anlamda söyleyecek olursam emekçi halkın faşizme karşı mücadelesine dönüşmüştü. Oligarşinin yürüttüğü iç savaş politikaları karşısında, bu süreçte Devrimci Yol saflarında aktif siyasal faaliyetler içerisinde bulundum.
Hakkınızda kaç dava açıldı? Ne kadar hapis cezası aldınız? Kaç yıl, hangi hapishanelerde kaldınız?
12 Eylül askerî darbesi sonrasında tutuklandım. İstanbul Devrimci Yol davasında idam istemiyle yargılandım. Selimiye, Davutpaşa, Metris ve Sağmalılar Özel tip cezaevlerinde (ve bu arada bir süre hastanelerde olmak üzere,) altı yıla yakın süren tutukluluk sonrasında tahliye edildim. Daha sonra gıyabımda süren yargılamalar neticesinde –beni tahliye eden aynı heyet tarafından- müebbet hapis cezası verildi.
Müebbet hapis cezası aldıktan sonra, 1986 sonu ve 1987 yılı başlarında Türkiye’de kalmamın koşulları yoktu. Hiç arzu etmediğim halde yurt dışına çıkma zorunda kaldım. İsviçre’ye iltica ettim.
İsviçre’den Türkiye’ye neden döndünüz?
Yurt dışında, üstelik mültecilik koşullarında yaşamayı hiç düşünmemiştim. Belki garip gelebilir ancak benim açımdan yaşayabileceğim yegane ülke yalnızca Türkiye oldu. İsviçre’de yerleşmiş ve normal bir yaşam sürdürüyordum. Türkiye’de yaşamak ve dünya görüşüm doğrultusunda çalışmalarımı sürdürebilmek amacıyla dönüş yaptım. Başka bir nedenim yoktu. Tabii bu arada gıyabi tutukluluğum devam ediyordu. O koşullarda Türkiye’ye dönmeyi göze almıştım.
Döndükten sonra hangi yayınevini kurdunuz? Neler yayınladınız?
Dönüş sonrasında Gökkuşağı Yayınları kuruldu. Burada devrimci dünya görüşümüze uygun sol-sosyalist bir yayın çizgisi oturtma arzusu vardı. İlk yayınlarımız arasında Devrimci Yol seçmeler vardı. Keza benim çevirdiğim Meksika’da Zapatistlerle ilgili "Marcos’un Mektupları" örnek olabilir. Bunun dışında yeni çalışmalara yer vermek bir başka amacımızdı. Bu anlamda Nalan Türkeli’nin "Varoş’da Kadın Olmak" bu yaklaşıma uygun yayınlarımızdan biri olmuştu.
İkinci kez hangi iddia ile neden tutuklandınız?
Ben yurt dışından belli bir misyonla dönmedim, dediğim gibi asıl arzum Türkiye’de yaşayabilmekti. Ancak olası siyasi gelişmelerde bir devrimci olarak yer alma ve elimden geldiğince katkıda bulunma gibi bir düşüncem vardı. Ancak bu sırada Devrimci Yol referanslı tartışmalarda yaşanan gelişmelerde ben bugün ÖDP çizgisinde bulunan siyasal anlayışın dışında kalmamın daha doğru olacağını, siyasal çalışmaları bir yasal parti girişimi dışında sürdürebileceğim, bunun mümkün olabileceği saikiyle hareket ettim. Neticede yürüttüğümüz siyasal faaliyetler –ki burada söz konusu olan zaman dilimi 1993-1996 arasını- faşizmin "bin operasyon" yürüttüğü ağır baskı ve terör sürecini kapsamaktaydı. Bu dönemde yürütülen operasyonlar neticesinde tutuklandım.
Muhtelif hapishanelerde –Ümraniye, Sakarya, Gebze, Bayrampaşa ve Kandıra F Tipi Hapishanelerinde- geçen on bir yılın ve toplamda 17 yılın ardından tahliye edildim.
İkinci hapisten sonra ne yaptınız? Hangi kurumu kurdunuz? Neler yaptınız bu kurumda? Bu dönemde yayınladığınız dergi ve kitaplar nelerdir?
Hapishaneden çıktıktan sonra ciddi sağlık sorunlarım vardı. Öte yandan yapmak istediğim siyasal-kültürel çalışmalara yoğunlaşmak istiyordum. Gökkuşağı Yayınları atıl durumdaydı. Bu sırada İstiklal Caddesi üzerinde yüz yılllık tarihî bir bina olan Olivio Han’da uzun ve meşakkatli bir restorasyon sonrasında Rengahenk Sanatevi’ni açtım. Rengahenk ismi Can Yücel’in kitabından esinlenmeydi. Burada kısa sürede oldukça güzel ve son derece yararlı olduğunu, iz bıraktığını düşündüğüm çalışmalar yaptık. Gökkuşağı Yayınları burada tekrar faaliyete geçti. Ayrıca "Çerçevesiz Sanat" adlı bir dergi çıkarmaya başladık. Sanata çerçeve konmaz diyenler bir araya geldi ve Çerçevesiz Sanat Dergisi doğdu.
Çerçevesiz Sanat Rengahenk Sanatevi’nde cisimleşen bir anlayışın ürünü oldu. Rengahenk, bütün renklerin uyum içinde bulunabileceği bir yer olmayı hedefledi. Bu amaçla Çerçevesiz Sanat Günleri gerçekleştirdi. Resim, müzik, heykel, tiyatro, karikatür, sinema gibi farklı disiplinlerin iç içe geçtiği bu Çerçevesiz Sanat Günleri, bu anlayışın basılı bir metne dönüştürüldüğü Çerçevesiz Sanat Dergisi düşüncesini doğurdu.
Burada ayrıca tiyatro, sinema, belgesel, dil, müzik, resim atölyeleri vb. çalışmalar yapıldı. Deniz Koçak tarafından fotoğraf atölyesi açıldı. Sergiler düzenlendi. Bunlardan biri Çocukların Gözünden Tarlabaşı olmuştu. Çeşitli konularda panel ve toplantılar, seminerler düzenlendi. Konserler yapıldı. Vartkes Keşiş "Keops" grubuyla burada çalışmalar yaptı. İstanbul İmpro, Tiyatro Boyalı Kuş, Ezilenlerin Tiyatrosu, yine Esmeray "Cadının Bohçası" burada sergilenmişti. Her hafta "Bir Yönetmen Bir Film" toplantılarımız vardı. Bunlardan biri örnekleme açısından Ümit Kıvanç tarafından hazırlanan "Kazım Koyuncu Belgeseli: Şarkılarla Geçtim Aranızdan" idi. Yine yönetmen Enis Rıza belgesellerinin gösterimi burada yapıldı. Bunların dışında çeşitli etnisiteleri tanımayı/tanıtmayı amaçlayan etkinlikler düzenlendi. Bunlardan Afro-Türkler yüz yıllık bir aradan sonra Rengahenk’te düzenlenen etkinlikle "dana bayramı" olarak bilinen geleneklerini tanıtmış oldular. Yine "ezilen kadınlar" temalı düzenlenen bir dizi etkinlik sürecinde İsveç’ten gelen katılımcılardan Prof. Eva Lundgren’in kadınlara yönelik şiddeti konu edinen bilimsel çalışması "Şiddetin Normalleştirilme Süreci" adlı kitap "Rengahenk Sanatevi yayını olarak basıma hazırlandı. Bu çalışma Türkiye’nin dört bir yanından kadınlara ücretsiz ulaştırıldı. Daha burada sayamayacağım onlarca, yüzlerce uluslararası olanlar dahil faaliyetlerin altına imza attık.
İsveç’e neden gelmek zorunda kaldınız? Ne kadar zamandır İsveç’tesiniz? Kaç kitap yazdınız İsveç’te?
Tahliye oldum. Ancak 12 Eylül dönemindeki komedi tekrarlandı. Tahliye edildiğim davadan bir müebbet hapis cezası daha aldım. Sonuçta her şey yolunda gidiyor derken tekrardan tutuklanma tehlikesi ortaya çıktı. Bu nedenle 2009 başlarında İsveç’e geldim. Burda yaptığım çalışmalar Belge Yayınları’nca basıldılar. Belge Yayınları’nda "Orta Doğu’nun Globalleşmesi", "Sri Lanka’da Barış Süreci Nasıl Gelişti, Neden Yürütülemedi?" ve son olarak "Türkiye’nin Tarihi ve Ekonomik Politik Yapısı" olmak üzere üç kitabım çıkmış oldu.
12 Eylül sürecini ve sonrasını tartışmaya açtınız, bundaki yaklaşımınız ne oldu?
Özel olarak 12 Eylül sürecine dair söyleyebileceğim kısaca Rengahenk Sanatevi çalışmaları kapsamında, o dönem katılanlar bilirler, "12 Eylül Devam Ediyor" başlığı altında çalışmaların yürütülmesiydi. Bu kapsamda 12 Eylül öncesi toplumsal-siyasal mücadeleleri anlatan belgesel ve film çalışmaları, panel ve toplantılar tertipledik. Dostluk ve Dayanışma Vakfı tarafından hazırlanan "Maraş, "Fatsa", "Yeni Çeltek" belgesellerinin gösterimi ve tartışmalar yapıldı. Benim 12 Eylül ve genel olarak askerî darbelerle ilgili çalışmalarım yine bu döneme rastlar ve zaten bu çalışmalarla paralel gelişti. "12 Eylül Askeri Darbesinin Ekonomi Politiği" ve "Türkiye’de Askeri Darbeler" bu dönemde yayına hazırlanmışlardı. Özel olarak 12 Eylül ve genel anlamda o döneme kadar Türkiye’de gerçekleştirilen askerî darbelerin arka planlarını emperyalizm ve uluslararası ilişkileri ekseninde ortaya koymak bu konulardaki sis perdelerinin aralanmasına, kafa karışıklıklarının giderilmesine katkıda bulunmak istemiştim.
Ayrıca o süreçte başlatılan "Ergenekon Operasyonları" vesilesiyle "Asimetrik Savaş ve Provokasyon Süreci" başlıklı çalışmamla AKP-Cemaat koalisyonunun sol liberallerle kolkola hâkim kılmak istedikleri "askerî vesayetle hesaplaşma" algısının tersine kontrgerilla operasyonlarına dair bir yaklaşım sunmaya çalıştım. Bugün artık özel olarak kurulmuş olduğu herkesçe malum olan "Taraf" gazetesinin yönlendirme ve tetikçiliğinde yürütülen operasyonların -AKP-Gülen cemaati ittifakı- bir başka operasyonu -bir Amerikan operasyonunu- gizlemeye dönük muhtevasını ortaya koymaya çalışmıştım.
Barış süreçleri ilgi alanlarınızdan biri, niçin? Kürt sorununun çözümsüzlüğünü, demokratikleşmede bir engel olarak mı görüyorsunuz? Hangi kitapları yazdınız?
Aslında "Sri Lanka’da Barış Süreci Nasıl Gelişti, Neden Yürütülemedi?" kitabımda ve muhtelif makalelerimde ortaya koymaya çalıştığım şey bizzatihi ABD önderliğinde emperyalist merkezlerde dokunan şu meşum "barış süreçleri"nin iç yüzüdür. Emperyalist tahakküm ve işgal politikaları bugün BM ve diğer uluslararası kurumların sağladıkları meşruiyet ortamında doğrudan "barış operasyonları" olarak lanse edilmektedir. ABD’nin bu kurumlar üzerinde yeterli ikna gücüne sahip olmadığı durumlarda buna dahi gerek duyulmadan doğrudan müdahaleler yapılmaktadır. Bu müdahale ve işgallere dair Afganistan’dan Suriye ve Irak’a yüzlerce örnek, geçtiğimiz yıl İran ve güncel anlamda Venezuela’daki darbe girişimi üzerinden somutlanmıştır.
İç savaş süreçlerindeyse ABD önderliğindeki uluslararası koalisyonların öncelikleri her daim neo-liberal politikaların önündeki engellerin temizlenmesi ve buna uygun kurumsal-idari yapıların oluşturulması olarak saptanmaktadır. Birçok örnekte Sri Lanka, Filipinler ve en son Kolombiya’da FARC ile imzalanan "barış anlaşması" neo-liberal politikaların ve buna uygun kurumsal düzenlemelerin muhalif hareketlere kabul ettirildiği bir çerçeveye sahiptir. Bunlar olduktan sonra "çatışmaların sona erdirilmesi" ve son derece sınırlı kırıntı sayılabilecek "demokratik haklar" isyancı harekete adeta bahşedilmektedir. Kolombiya hükümetiyle anlaşma imzalandıktan sonra FARC liderlerinin yakınmaları bu durumu yeterince izah etmektedir. Son derece ağır bir iç savaş neticesinde yenilgiye uğrayan Sri Lanka’nın Tamil hareketi bugün taleplerini –örneğin cumhurbaşkanlığı seçimlerinde- adaylardan veya partilerden birine "rica" olarak iletebilmektedir.
Anlatmak istediğim, yaldızlı "barış anlaşmaları"nın yalnızca yeni-sömürgeci ilişkilerin ilerletilmesi ve yeniden tanzimi üzerinden kurgulandıklarıdır. Emperyalist ülkeler ilgili ülke yönetimleriyle işbirliği halinde devrimci hareketleri ve halkların muhalefet hareketlerini sivil-asker kurumlardan sivil toplum örgütlerine kadar uzanan geniş bir yelpazede manipüle etmekte, sınıf mücadelelerinin sönümlenmesini "barış anlaşmaları" vasıtasıyla sağlamaya çalışmaktadır. Bugüne kadar ki gelişmeler bu doğrultuda oldu. Sri Lanka deneyiminde bunu göstermeye çalıştım. Filipinler deneyimi bu konulara daha farklı perspektifler getirmektedir. Bu örnek çalışmalar üzerinden devrimci hareketlerin masa başlarında nasıl ezilmek istendiklerini göstermeye çalıştığımı söyleyebilirim.
Öte yandan Türkiye’nin "Kürt meselesi" bugün geldiği boyut itibarıyla bir Ortadoğu sorununa evrilmiş durumda ve son derece çetrefilli bir içeriğe sahiptir. Türkiye’nin demokratikleşmesinde Kürt sorunu –tayin edici değil- ancak -demokratikleşmenin önündeki engellerden biri olarak- önemli bir faktördür. Türkiye’nin temel meseleleri emperyalizme bağımlılıktan kaynaklanmakta ve bu meseleleri çözmek isteyen her güç emperyalizme ve oligarşiye karşı mücadeleyi esas almak zorundadır. Bunun dışındaki arayışlar, uzlaşma çabaları, başka ülkelere ait örneklerde görüldüğü üzere sonuçta mevcut sisteme payanda olmaya, yeni-sömürgeci ilişkilerin yeni bir zeminde meşruiyet kazanmalarına yol açmak anlamına gelir.
Kontrgerilla literatüründe zaten verili çerçeveyi kabul eden, mevcut sınıfsal ilişki ve kombinezonda ve emparyelizmle bağımlılık ilişkilerine bir itirazı olmayan –varsa bunlardan vazgeçen- muhalif hareketlere görev verilmesi hususu epeyce yer tutmaktadır. Örnek olarak, bir dönem Afganistan’da işgal gerekçesi sayılan Taliban bugün Amerikan yönetimiyle çalışmaktadır. Her iki taraf buna rıza göstermiştir.
Bu anlamda –Türkiye özgülüyle sınırlı olmak kaydıyla söylüyorum- PKK veya genel anlamda Kürt siyaseti bugün ileriye sürmek istedikleri "radikal demokrasi" programına rağmen neo-liberal politikalara bir itirazları olmadığını müteakip defalar deklare etmişlerdi. Cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecinde "cumhuriyetin ilerici değerlerinin savunulması"na kadar geri çekilmenin dahi bir anlam ifade etmediği AKP faşizminin Kürt hareketine adamakıllı "diz çöktürmek" niyetinden vazgeçmediği biliniyor.
Şu anda çalıştığınız bir başka örnek var mı?
Şu anda Belge Yayınları’nda basılmak üzere bekleyen "Filipinler’de Çoklu Barış Süreci –Barış Sürecinin Parametreleri" başlıklı çalışmam var. Filipinler örneğinde barış süreçleri, binlerce ada ve etnik-dini toplulukların var olduğu bir ortamda tarihi boyutlarıyla birlikte ele alındı. Filipinleri özgün kılan Marksist hareketin, işçi sınıfı ve kadın hareketinin güçlü etkileri yanısıra, neredeyse her adada ayrı bir "barış süreci" yaşanmakta olmasıdır. Dışarıdan görünenin aksine Filipinler halklarının başta ABD olmak üzere emperyalist güçlere yüzyıldan fazla bir zamandır sergiledikleri direniş kitabın ele aldığı konulardan birini oluşturdu. Bu açılardan son derece öğretici olduğunu düşünüyorum.
Son kitabınız TÜRKİYE’NİN TARİHİ VE EKONOMİK POLİTİK YAPISI bir anlamda "Modern Türkiye"nin tarihi, Tanzimattan 2016 yılına uzanan, yani "2016 darbe/karşı darbesinden sonra oluşturulmaya çalışılan "Yeni Türkiye" nin başlangıç noktasına kadar. Bu kitap fikri nasıl oluştu? Araştırma ve yazmaya nasıl başladınız?
Dediğiniz gibi, bir bakıma Türkiye’nin tarihini anlatmış oluyorum. Ancak burada kitapta ortaya konulduğu üzere Tanzimat sürecinde önü açılan sömürgeleşme sürecinin yüz yılı aşkın bir zaman dilimi sonrasında bugünleri nasıl yarattığı meselesinin öne çıkarılmasıdır. AKP iktidarı elinde mali-ekonomik-politik-askerî-kültürel manalarda tam bir iflasa sürüklenen Türkiye’nin bugüne nasıl getirildiğini uluslararası bağlantılar ve yerli işbirlikçileri, idari kurumsal düzenlemeler, siyasi parti ve örgütlerin pozisyonları ve askerî darbelerle bağlantıları ve dönemlere göre değişen sınıfsal ilişki ve kombinezonlar üzerinden anlatmaya çalıştım.
Kitap fikrinin nasıl oluştuğuna dair net bir şey söylemem mümkün değil. Çünkü zaten sürekli bir okuma ve araştırma, notlar, özetler ve değerlendirmeler günlük hayatımızın her daim bir parçasını oluşturdu. Bu dünya görüşümüzün bir gereğiydi zaten. Cezaevlerinde uzun süre kaldığımdan elbette okumalarım –koşulların el verdiği zamanlardan söz ediyorum- yoğun notlar ve özetler şeklinde oluyordu. Bu okuma meselesi son derece geniş bir yelpazeyi içeriyor. Cezaevinde kimi notları düzenlemeye çalışmıştım. Ancak birçok konu hep taslak olarak kaldı. Bu arada operasyonlarda veya aramalarda giden, cezaevleri yönetimlerinin el koydukları epeyce bir dosyam oldu.
Sorunuza bu anlamda içerideki ve dışarıdaki okumaların bir araya getiriilerek basıma hazır hale getirilmesi diye cevap vermiş olayım.
Bu kapsamda daha önce yaygın olarak okunan Doğan Avcıoğlu ve Stefanos Yerasimos’un kitapları oldu. Ama örneğin Yerasimos’un kitabı ilginçtir, yine bir darbe dönemine, yani 1971 yılına kadar gelmekte.
Sözünü ettiğiniz her iki kitap bugün güncelliklerini koruyan iki temel eser niteliğindedir. Herkesin mutlaka en az bir kez okuması gerektiğini düşünmüşümdür. Yerasimos’un kitabını ilk olarak 1980 yılında (Gözlem Yayınları) okumuştum. İlginç tesadüf dizgi-düzelti vb. Ayşe Zarakolu tarafından yapılmış.
Stefanos Yerasimos’un 1971’de sonlandırması son derece mantıklı. 12 Mart sonrasında gizli faşizm icrasına dönüş yapılması ve nisbi demokrasinin tekrardan tesis edilmesiyle yeni bir sürece girildi. Kısacası çalışmasını bir önceki dönemin parametreleriyle sonlandırması anlaşılır bir şey.
Türkiye tarihi hep kopuşlarla ilerliyor. Hep bir "Yeni Türkiye" iddiasında bulunuluyor. Bu kopuşların nedeni ne sizce?
Kopuşlar meselesine gelecek olursak, Türkiye’de kopuşlar olarak görülen dönemler aslında emperyalizmin ve oligarşinin kıskacında yeni-sömürge bir yapılanmanın dönüşüm sancılarına ilişkindir. Emperyalizme bağımlılık Türkiye’de krizin başlıca nedenidir. Bu bağlamda uluslararası sermayenin yeni iş bölümü ve görevlendirmeleri ülke içinde sınıfsal denge ve kombinezonların devlet yapılanmasının "yeni ihtiyaçlara" uygun değiştirilmesini koşullar. Bu ihtiyaç ve koşullandırmalar yeni sömürgeci ilişkilerin yaygınlaşması ve derinleştirilmesine dönüktür. Bu Türkiye’de genelde darbelerle somutluk kazandı. Hükümet değişiklikleri vb. nisbeten daha sınırlı kriz etkilerine sahip oldular.
Türkiye’nin emperyalizme bağımlılığı son derece inişli-çıkışlı süreçlerle, krizler, askerî darbeler, hükümet değişiklikleri, sıkıyönetimler, iç savaş ve provokasyon girişimleri vasıtasıyla ilerletildi. Kontrgerilla devleti her tür muhalefeti tasfiye eden öğütücü bir makine işlevine sahip oldu. Cumhuriyet’in kuruluşundan günümüze kadar yaşanan neredeyse yüz yıllık süreç sıkıyönetim veya olağanüstü hâl altında geçmiştir. Kısacası olağanüstü yönetme ve hükmetme biçimlerinin Türkiye’de olağan yönetim biçimleri olarak toplum katında içselleştirilmesi sağlandı.
Bilindiği üzere devlet kadroları ağırlıkla böylesi bir yönetme tarzının kalıplarıyla eğitilmişlerdir. Bu özellikle 12 Eylül askerî darbesi sonrasında böyle geliştirildi. Salt "memuriyet" veya "devlet kapısında iş bulma" esprileri yerlerini "ideolojik kadrolar" faktörüne terkettiler.
Kabaca özetlemeye çalıştığım bütün bir yüzyıllık tarihsel süreç bu nedenle kopuşlar yerine aralarında son derece güçlü bağlantılar, devamlılık, dönüşüm ve tahkimattan söz etmek gerekir. Bir kez daha yineleyecek olursam, askerî darbeler bunalım ve kıyım süreçlerinin dönüm noktalarını oluşturmaktadırlar.
Oligarşi tanımına gelelim, 1980 öncesi, marksist analizlerde DY geleneği "oligarşi" kavramını çokça kullandı. Zihin açıcı bir kavramdı, içeriği pek derinleştirilmediği halde. Ama şimdi o kadar sık kullanılmıyor. Asıl oligarşi şimdi oluşmuşken, bu kavramın unutulmasının sebebi ne?
Solun bugünkü durumu ve ideolojik hegemonyasını yitirmiş olmasının payı büyük. Bunun dışında çok büyük tarihsel dönemeçleren geçildi. Dün kullandığımız kavramların bu dönüşümlere uygun tekrardan tanımlanmaları, anlam değişikliklerinin ortaya konulabilmesi gerekiyor. Emperyalizm, Oligarşi, (I – II ve III) Bunalım dönemleri, Yeni-sömürgecilik, açık/gizli faşizm, vb. kavramlar söz konusu olduğunda sonuçta elbetteki yine emperyalizm ve yine oligarşiden söz edeceğiz. Üstelik oligarşi kavramı dün olduğu gibi bugün de son derece isabetli bir kavramdır. Bir avuç sömürücü azınlık dediğinizde bugünkü durumu resmetmiş oluyorsunuz. "İktidarda bir avuç zorba: Oligarşi" dediğinizde yine bugünki durumu anlatmış olursunuz.
Ne var ki, tüm bunlar bizim III. Bunalım dönemi dediğimiz bir tarihsel kesite ait kavramlar. Eğer III. Bunalım dönemi devam ediyorsa pek problem görmeyebiliriz. (Gerçi Devrimci Yol referanslı gruplardan biri IV. Bunalım Dönemi kavramını kullandı. Ancak salt başlığı değiştirip içeriğe dair III. Bunalım dönemi kavramlarını olduğu gibi kullandığınızda bunu söylemek pek bir anlam ifade etmiyor. Nitekim kimse üzerinde durmadı.) Şimdi bugünkü koşullarda 1989-1991 tarihsel kesitinden bugüne yaşanan sürecin nereye oturduğunu açıklayabilmeliyiz. Yeni bir "bunalım dönemi" tespiti ise haliyle sahip olunan bütün yaklaşımların ve parametrelerin yeniden köklü bir değerlendirmesini gerektirir. Bunu daha geniş bir çerçevede mi ele almak gerektiği husunda şu an bir şey diyemem. Ne var ki, dünyada "eski düzen" yıkıldıktan sonra "yeni düzen"e geçiş sancılarının her düzeyde devam ettiği koşullarda –bu engelleyici faktöre rağmen- değişeni ve gelişeni ortaya koymak zorunda olduğumuz bir gerçek. Daha önce sıkça kullandığımız kavramlarda bu nedenle sıkıntı yaşanmaktadır.
Daha önceki Yeni Türkiyelerle en son Yeni Türkiye arasındaki fark nedir?
En son (16-17 yıldır) AKP marifetiyle yapılmak istenen Türkiye’nin Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren üzerinde durduğu köşe taşlarının ortadan kaldırılmasıdır. "Eski" veya "yeni" söylemleri Türkiye’nin emperyalizmin ve uluslararası sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yeni bir kalıba dökülmesinde yeni bir "evreyi" yeni bir "momenti" ifade etmektedir. Bu süreçte önemli adımlar atıldı, dönüşümler gerçekleştirildi. Başkanlık Sistemi bunun zirvesini oluşturdu.
Yeniden yapılanma süreci emperyalizmin ve oligarşinin uluslararası ilişkilerin koşulladığı yeni görevlere adapte olma, Ortadoğu’da sorumluluk ve inisiyatif üstlenilmesi, neo-liberal politikaların gerçekleştirilmesi hususlarında karar ve kontrol mekanizmalarının tek elde toplanmasını, uzun, sıkıcı, sonuçsuz parlamento ve yargı süreçlerinin atlanarak "tek" bir karar alıcıyla muhataplık esası üzerine şekillendirildi.
Gerçi bilindiği üzere işler ABD/AB emperyalizminin istedikleri doğrultuda gelişmedi. Erdoğan yönetimiyle ciddi sorunlar yaşandı.
Daha önceki "Yeni Türkiyeler" ve en son "Yeni Türkiye" arasındaki farklar 15 Temmuz askerî darbesi sonrasında yaşanan gelişmelerle yeterince açıklayıcıdır. Gereksiz bir tekrara girmeden ana hatlarıyla öztleyeyim.
Gülen cemaatinin omurgasını oluşturduğu ABD destekli askerî darbe girişiminin geri tepmesi sonrasında Erdoğan (kime niyet kime kısmet dedirtecek tarzda!) memleketi tam istediği tarzda OHAL rejimi altında KHK’ler vasıtasıyla yönetmek için gerekli siyasal ve toplumsal meşruiyeti elde etti.
Böylece anayasal sistemin görünürde yürürlükte olduğu, parlamentonun açık, fakat işlevsiz kılındığı fiili tek adam diktatörlüğü kuruldu. Her tür seçim hilesinin yapıldığı bir süreçte Başkanlık Sistemi altında sürekli açık faşist bir rejime geçiş sağlandı.
AKP faşizmi yakın ve stratejik bir hedef olarak Başkanlık Sistemi'ne geçişe kilitlenmişti. Bu geçişi kolaylaştırmak amacıyla başta MHP olmak üzere, yeni ittifak ve genişleme zeminleri oluşturdu. Başkanlık Sistemi, Türkiye açısından faşizmin kurumsal mekanizmaların dönüştürülüp, güncellendiği, yeniden tahkimatları yapıldığı bir aşamayı ifade etmekteydi.
Bu sistemde kontrgerilla programlarının uygulanmasında bürokrasi, meclis, mahkeme vs. teferruatlarla vakit kaybetmek yerine emperyalizm ve oligarşinin çıkarlarına hizmet eden kararlar doğrudan en hızlı biçimde "seçilmiş Başkan" tarafından alınmaya başlandı.
Tabii tüm bu hususlar, yaşanan bütün sorunlara ve gerilimli ilişkilere rağmen, stratejik bağımlılık ilişkileri ekseninde ABD, NATO, IMF ve DB yönlendirmelerine uygun gerçekleştirildi.
Erdoğan 15 yılı aşkın AKP iktidarında kendi ailesi ve yakın çevresinden oluşan bir eş-dost hırsızlık çetesini oluşturmuştu. Bu organizasyon çalışmalarını "yasal" bir zeminde devam ettirdi. Çetenin kara para aklama vasıtalardan biri yaygın vakıf örgütlenmeleri oldu. Bunun dışında geleneksel tekelci sermaye kesimleri incitilmeden, -arada itiş-kakış olmakla birlikte- her tür imkândan nemalanmaları sağlandı. Bu "organize işler" dahi önceki hiçbir cumhuriyet dönemi hükümetinin yapmadığı/yapamadığı düzeyde "kurumsal" bir nitelik kazandı.
Bugün AKP faşizminin yol açtığı tahribat, başkanlık rejimi veya başka biçimlerde kuşaklar boyu devam edecek bir derinlik ve yaygınlığa sahiptir. Dolayısıyla AKP sonrası bir "rehabilitasyon sürecinin" çok daha zorlu koşullar içereceği açıktır.