Nurcan Kaya
Susmak ya da susmamak
Bundan birkaç ay önce arasaydı değerli abim Fehim Işık ve "Bir internet gazetesi oluşturuyoruz, sen de yazar mısın?" diye sorsaydı, ona hayır diyemeyecek kadar hürmet etmeme ve bu kadar kıymetli insanı bir araya getiren bir çalışmada yer almaktan gurur duyacak olmama rağmen, ‘Kolumu kaldıracak halim yok, zaten anlatacak bir şey yok, ayrıca yaptığımız, yapacağımız hiçbir şeyin önemi yok, ben böyle hissediyorum’ derdim. Dürüst olmak gerekirse, şu anda bunların tamamen tersi duygular içinde olduğumu iddia edemem. Daha geçen hafta 40. yaşını doldurmuş, Türkiye’de insan hakları mücadelesine ucundan kıyısından katkıda bulunmaya çalışan ve kendine bu kadar yabancı, bu kadar sorunlu bulduğu bir dünyada tam 40 yıldır yaşıyor olmanın hayli saçma bir durum olduğunu düşünen biri olarak duruyorum karşınızda. Ama ortada biraz hatır, biraz inat, biraz da borç var.
Sanırım özel hayatımızda yaşadığımız sarsıntılara verdiğimiz tepkilere benziyor toplumsal meselelere, travmatik gelişmelere verdiğimiz tepki. Şu son 1,5 yılda yaşadığımız farklı süreçlerin toplum psikolojisinde bir adı ve açıklaması vardır sanırım. Birçoğumuz önce çatışmaların yeniden başladığına, daha önemlisi devam edeceğine inanamadı, sonra kızdı, suçladı, öfkelendi; sonra kedere boğulup bir kenara çekilme süreçlerini yaşadı. En azından çevremdeki pek çok insan ve ben bu haldeydik. Ayrıca yas halindeydik. Gülmek, eğlenmek, sevinmek gibi insani duygular suçluluk duymamıza yol açıyordu. Arkasından 15 Temmuz, OHAL ve KHK’lar geldi. Ne var ki insan özel hayatında da başına fena bir şey geldiğinde, ‘Tamam oldu, şunu yaşadım, e peki şimdi?’ sorusunu soracak noktaya geliyor bir aşamadan sonra. Sanırım bazılarımız da sonunda ‘E peki şimdi?’ diye soracak aşamaya geldi.
Herhalde bu karmaşık duygular içinde olmam nedeniyledir ki uzun zamandan beri ilk defa bu hafta sonu iki ayrı toplantıya katıldım. İlki Şişli Belediyesi’nin düzenlediği İnsan Hakları Savunucuları konulu toplantıydı. Farklı ülkelerden hak savunucuları hem çalıştıkları alandaki hak ihlallerini hem de bu hak ihlallerinin ortadan kalkması için neler yapmakta olduklarını anlattılar. Konuşmacıları dinlerken, bir yandan kötülüğün dünyanın her yerinde nasıl kendine alan bulduğunu görmek nedeniyle darlanırken, mücadele sonucunda bir şeylerin değiştiğini görünce de nefes alıyorduk. Birleşik Krallık’ta cinsel saldırılarla mücadele eden Savcı Nazir Afsal, İngiltere’de doğup büyüyen 20 yaşında bir gencin, kadınların ‘namusu’nu şöyle tarif ettiğini anlatıyordu: "Erkekler altın, kadınlar ipek gibidir. Altın çamura düşerse, yıkarsın, tertemiz olur. İpek ise çamura düşerse, yıkansa bile leke kalır." Donup kaldık bu sözler karşısında. Nefes aldıran ise kendisi de Müslüman olan savcının cinsel suç faillerinin cezalandırılması için verdiği mücadeleydi. ABD’de Temsilciler Meclisi’ne giren ilk başörtülü kadın vekil İlhan Omar mülteci olarak Somali’den ABD’ye geliş hikayesini, yaşadığı ayrımcılığı anlattı önce. Büyük bir savaşçı ortaya çıkmıştı o hikayenin sonunda. Sherin Khankan, Danimarka’da kadın imam yetiştirilmesi için verdikleri mücadeleyi, kadın imamların varlığının yararlarını anlatıyordu.
Öğleden sonra katıldığım Adalet Zemini’nin düzenlediği toplantıda Ömer Faruk Gergerlioğlu ‘barış’ kelimesinin neredeyse irrite eder hale geldiği şu günlerde dünya deneyimlerinden örnekler veriyor, müzakerelere en çok şiddetin en yoğun yaşandığı dönemlerde başlandığını hatırlatıyor, barış taleplerini yükseltmek için neler yapabileceğimize dair önerilerini sıralıyordu. Uzun zaman sonra yılmadan mücadele eden arkadaşlarımı görmek, umutvar konuşmalar dinlemek iyi geldi ruhuma.
Kötülük ve iyilik, insan hakları ihlalleri ve demokrasi mücadelesi hep yan yana. İçine doğduğumuz dünya, ülke, yaşamakta olduğumuz şartlar bu. Yalnızca şikayet etmek değil, ahvali değiştirecek morali kendimizde bulma, o morali paylaşma, mücadele yollarını aramak lazım belki. Geçmişe ve başka diyarlarda neler yaşandığına bakmak bile bugün mücadeleden neden vazgeçmememiz gerektiğine dair bilgiler veriyor bize. Bugün referans yaptığımız insan hakları ilkeleri ve sözleşmeleri dahi bir zamanlar birilerinin verdiği mücadeleler sonunda kabul edildi. Herkesin kendi bulunduğu yerden yapabileceği bir şey var. Kendi kulvarında, kendi yapabileceğin şeyleri gerçekleştirmeye gayret etmek gerçekten bir işe yarar mı bilmiyorum, ama bu gayret, bugüne kadar insan hakları savunuculuğu yaptığı için bedeller ödeyen insanlara olan borcumuz diye düşünüyorum bir yandan. Yurtdışında katıldığım toplantılarda insanlar ‘Umudun var mı?’ diye sorunca, ‘Umudum pek yok ama arkadaşlarım içerde, susma-durma hakkım yok!’ diyorum.
Ezcümle, bu karmaşık duygular içinde olmam nedeniyle arayan abime hayır diyemedim. Kalemim yettiğince, yoğunlukla memlekette, kimi zaman başka yerlerde hakka-hukuka, en çok da azınlıkların, en az görünen ve duyulanların hakkına-hukukuna dair gelişmeleri aktarmaya, değerlendirmeye çalışacağım burada. Sorunları görünür kılmak, mümkünse çözüm önerilerini tartışmak, insan hakları savunuculuğu içinde yaptığımız ilk şeylerdendir. Benim de bu kulvarda çorbada tuzum böyle olsun istedim. Deneyeceğiz bakalım.
İlk yazı benden, yazacak mesele bulamamak dileğiyle, bereketsizliği dünyadan olsun.
Haftaya görüşmek üzere. Herkese hayırlı haftalar.