“Terörist devlet” ve Gazze

Gazze şeridindeki İsrâil ablukasının ve genel olarak Suriye’deki Golan tepelerinden başlayıp Gazze’ye kadar uzanan İsrâil tahakkümünün, hukuka uygunluktan çok, apartheid destekli bir terörist devleti çağrıştırdığı ortadadır.

Sözlüklerdeki anlamı neredeyse tıpatıp aynı, lisan farkı olması bunu değiştirmiyor. “Aşırı ölçüde korku duyma hâli” ve bu hâlin ortaya çıkmasının nedenleri, “terör” sözcüğünün ilk anlamı içinde yer alıyor. Lâtince kökten türeme bir sözcük. Türkçede eskiden “tedhiş” denirdi, “dehşete düşmek, düşürmek” anlamında bir fiil olarak. Şimdi “terör eylemleri” veyâ “terörist eylemler” diye kullandığımız kalıbın karşılığı olarak da tedhiş yâhût sıfat olarak “tedhişçi” sözcükleri tercih edilirdi. Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre tedhişin birinci anlamı “terör”, ikinci anlamı “dehşete düşme, düşürme”. Buna karşılık, aynı sözlükteki “terör” sözcüğünün tanımı şöyle: Karşı tarafa korku salma, cana kıyma, malı yakıp yıkma; yıldırı, tedhiş.”

Korku, kuşkusuz çok beşerî bir duygudur, insan korkar ama korkunun en uç düzeyini tanımlayan dehşet hâli ne zaman ortaya çıkar? Korkunun dehşet düzeyine varması ve bunun sonucu olarak insanın hiçbir şey düşünemez ve yapamaz duruma gelmesi, bir anlamda paralize olması hangi durumlarda olur? Dehşeti, basit anlamda bir irkilmeden ayıran nedir? Sözlük’te yazılı olduğu gibi, “cana kıyma, malı yakıp yıkma” gibi yaşamsal tehlike doğuran eylemler veyâ durumların korkuyu dehşete dönüştürmektedirler. Dolayısıyla, cana ve mala giderilemeyecek ölçüde hasar verilmesi ile sonuçlanan veyâ sonuçlanma ihtimâli olan her davranış, her hâdise, “dehşet verici” veyâ “terörize edici”dir.

“HUKUKA UYGUNLUK” VE TERÖR

Bilinen bir anekdottur. Antik Çağ’dan Orta Çağ’a geçiş evresinde yaşamış ilk Hıristiyan bilgelerinden biri, belki de en önemlisi olan Augustinus’un Tanrı Devleti adlı eserinde zikredilir. Makedonya İmparatoru Büyük İskender, yakaladığı bir korsanı, denizlerde dehşet saçmakla suçlayınca, korsan cevâbı yapıştırır: “Senin benden ne farkın var, benim bir gemim var, senin gemilerin çok ve büyük olduğu için kendini farklı mı sanıyorsun!”

Bu anekdotun zikredilmesiyle içine girilecek olan tartışma, bugün de insanlığı ilgilendiren bir tartışmadır. “İmparator”, veyâ prens, kral, lord, sultan, şah, padişah vs. ile bir korsan, bir haydut, bir çete reisi arasında gerçekten ne fark vardır? Sorunun cevabı, Augustinus’a göre de, bugün de aslında dönüp dolaşıp “adâlet” kavramına bağlanır. Fakat sorun çözülmez çünkü bu kez de “adâlet” kavramını tanımlamak gerekmektedir ki, kabûl etmeliyiz ki, spekülâtif değerlendirmelere çok açık kavramlardan biridir. Buna karşılık, “hukuk” kavramından yardım alarak, adâleti “hukuka uygunluk” olarak tanımlamaya çalışabiliriz.

Evet, devlet ile bir tedhiş biçimi olan korsanlık, haydutluk, mafia veyâ çetecilik gibi faaliyetler ve örgütler arasındaki temel fark, devletin “hukuka uygun” davranmakla yükümlü olmasıdır. Hukuk, her zaman adâleti sağlamaz, doğru. Hukuka uygunluk da, her durumda mutlaka adâlet duygularını tatmin etmez. Bu da doğru. O yüzden, neyin hukuka uygun, neyin hukuka aykırı olduğu konusunda bir tartışma çıktığında, son sözü söyleyecek olan yargının vereceği kararlarda önemli bir etmek olarak “vicdan” da devrededir. Yargıç, yasalara ve vicdânî kanaatine göre karar verir, vermelidir.

Adâlet yanında, hukuka uygunluğun devlet ve toplum hayâtı bakımından sağladığı başka ve adâlet kadar önemli olduğunu söyleyebileceğimiz şeyler de var. Bunlardan biri, “düzen”dir. Hukuka uygunluk, her zaman tam örtüşmese bile, çoğu kez hukuk düzenini meydana getiren kurallara uygun davranmakla eş anlamlıdır. Bir toplum içinde yaşamakta olan kişiler, birbirlerinin davranışlarının nasıl olacağını ve dolayısıyla ilişkilerini büyük ölçüde hukuk kuralları sâyesinde kestirebilirler ve ona göre davranırlar. Örneğin, trafikte kırmızı ışık durma emrini ifâde eder, bunu herkes bilir ve dolayısıyla kırmızı ışığa muhatap olan araç sürücüsü aracını durdurur. Yayalar da bunu bildikleri için, güven içinde yoldan geçebilirler. Hattâ, bir yaya geçidi söz konusuysa ve trafik ışıkları yoksa, o zaman araçların yayalara öncelik vereceğini bilen yayalar, güven içinde kendilerini yaya geçidine bırakabilirler.

“Acaba?” veyâ “hadi canım sen de!” diyorsunuz, doğru, çünkü bâzı ülkelerde “trafik terörü” var, yâni insanlar trafikte “dehşete düşüyorlar” çünkü kimin kurala uyup uymayacağı belli değil. Araçlara kırmızı, kendisine de yeşil ışığın yandığını gören bir yaya, yine de dehşet içinde kendisini yaya geçidine atıyor çünkü her an hızla gelen bir aracın altında kalabilecektir; araçların hız limitlerine uymaması da ayrı bir “tedhiş” yâni “terör” kaynağı zâten. Bu durumda, gündelik hayâtı zorlaştıran bir terörize edilmişlik durumundan söz etmek anlamında “trafik terörü” gâyet yerinde bir terim.

DEVLET TERÖRÜ VE TERÖRİST DEVLET

Peki ya “devlet terörü”ne ne demeli? Devleti devlet yapan hukuka uymak mecburiyetidir demiştik. Çağdaş dünyâda bunun adı “hukuk devleti”, her tasarrufunda, her hareketinde devletin hukuka uygun davranması gerektiğini anlatan bir kavram. Bu nedenle, modern devletin gelişim sürecinin bir sonucu olarak, devletin her eylemi ve işlemi ile ilgili bir de karine mevcut. “Hukuka uygunluk karinesi” denilen bu karineye göre eğir bir eylemin ya da işlemin yapıcı öznesi devlet yâni kamu otoritesi ise, bu durumda o eylem veyâ işlem hukuka uygun kabûl ediliyor. “Devlet yapmışsa, hukuka uygundur” diye özetleyebiliriz ve eğer siz devletin yaptığının hukuka aykırı olduğunu düşünüyorsanız, bu iddianızı yargı önünde ileri sürüp kabûl ettirmeniz, işlemi iptâl ettirmeniz veyâ eski hâlin iâdesini sağlamanız ve zararlarınızın giderilmesini talep etmeniz gerekiyor.

Devletin hukuka uyma mecbûriyeti sâdece yukarıdaki örnekte söylemeye çalıştığım gibi, kamu ya da idâre hukuku ağırlıklı, ulusal hukuk ile sınırlı bir konu değil. Çağdaş devletlerin bir-iki istisnâsı dışında hepsi Birleşmiş Milletler üyesi ve bu üyelik onların uluslararası hukuka uymaları gerektiğini bildiriyor. Bu nedenle devletler hem ulusal hem de uluslararası hukuka uygun davranmakla yükümlüler.

Bir devlet, kendi içinde hukuka uygun davranmayı savsaklayabilir, hattâ hukuka uygunluk karinesini bütünüyle anlamsız kılacak ölçüde hukuku çiğnemeyi alışkanlık hâline getirmiş olabilir. Böyle devletler az değil. Bu tür devletlerin ülkesi üzerinde yaşayanlar, o devletlere tâbi konumda bulunanlar, tıpkı trafik teröründe olduğu gibi, devlet yetkilerinin nasıl kullanılacağını bilemez durumdadırlar. Devlet, tanımı gereği, fizikî cebir kullanma tekelini elinde bulundurduğu için ve bu anlamda insanların canına ve malına giderilmesi mümkün olmayan zararlar verebilecek denli güçlü olduğu için, böyle bir durum o devletin yurttaşları açısından “dehşet verici” bir durumdur. Bu tür devletleri “terör devleti” veyâ “terörist devlet’ diye nitelendirmek çok da yanlış olmaz.

Ancak, terör devleti veyâ terörist devlet tamlamasının asıl yaygın kullandığı alan uluslararası ilişkilerdir. Burada kastedilen sâdece uluslararası hukukun yasakladığı davranışlarda bulunan, uluslararası hukuktan doğan yükümlülüklerini yerine getirmeyen devletler değil, bunun bir uzantısı olarak cana ve mala zarar verici ölçüde güç kullanan devletlerdir. Devletlerin uluslararası ilişkilerde “savunma” amacı dışında güce müracaat edebilmeleri mümkün değildir ve savunma amacıyla güç kullanma yolunu tercih ettikleri zaman da, ki bu bir savaş durumudur, savaş ile ilgili uluslararası hukuka uygun davranma mecbûriyetleri vardır. Bu mecbûriyetleri çiğneyen devletler, uluslararası sahada “terör devleti” veyâ “terörist devlet” olarak nitelendirilirler ki, yanlış değildir.

GENEL OLARAK FİLİSTİN, ÖZEL OLARAK DA GAZZE’DEKİ DEVLET TERÖRÜ

Yakın târih bize, Filistin coğrafyasında, Birinci Dünyâ Savaşı’nın bitimiyle kurulan İngiliz mandasının İkinci Dünyâ Savaşı’ndan sonraki tasfiyesini, o coğrafya üzerinde biri Yahudi, diğeri Arap olarak nitelen iki ayrı, bağımsız, egemen devletin kurulması ile gerçekleştirmeye yönelik BM plânının varlığını gösteriyor. Bu plânın kabûl edilmemesinden bu yana geçen yetmiş küsûr yıldır bu “iki devletli” plândan vazgeçilmemiş, zaman içinde BM, Filistin devletinin varlığını kabûl etmekle yetinmemiş, ayrıca bu plânı kabûl eden Yahudi toplumunun kurduğu İsrâil’in süreç içinde “savaşla ülke toprağını genişletme yasağı”nı vurgulayarak, işgâl ettiği topraklardan çekilmesi gerektiğine dâir kararlar almıştır. Yine BM, bunlara ek olarak, İsrâil’in işgâl bölgelerinde Yahudi yerleşim yerleri kurmasına da karşı çıkmış, bunun uluslararası hukuku çiğnemek anlamına geldiğini belirtmiştir.

İsrâil’in bu BM kararlarına uyduğunu söylemek mümkün görünmemektedir, oysa İsrâil’in BM üyesi bir devlet olarak BM kararlarına ve bu kararların da içinde yer aldığı uluslararası hukuka uyma mecbûriyeti vardır. İsrâil’in uluslararası hukuk nezdindeki bu kural ve karar tanımaz tutumunun acaba bir devlet olarak İsrâil’in anayasal düzeni ile de bağlantısı olabilir mi? Bilen bilir, İsrâil’in târihî, politik ve ideolojik nedenlerden ötürü, bizim bildiğimiz anlamda bir anayasası yoktur. Bunun yerine bâzı “temel yasa” denilen yasalar mevcuttur. Bu durum, “anayasal devlet” olma niteliği açısından baktığımızda, belki İsrâil’in bir “anayasal hukuk devleti” niteliğinde olmadığı yorumunu yapmamıza dahi neden olabilir. Bu husus belki tartışılabilir ama, uzun tartışmalar ve çekişmelerden sonra, 2018’de kabûl edilen, kısaca “Ulus-Devlet Temel Yasası” diye anılan temel yasaya göre İsrail, “Yahudi halkının ulus-devleti” olarak tanımlanmaktadır.

İsrâil Yüksek Mahkemesi tarafından da hukuka uygun bulunan bu “yasal” tanım, İsrâil’in eski Güney Afrika’daki gibi bir “apartheid devleti” olarak nitelenmesine neden olmaktadır. Sâdece eski Güney Afrika’nın değil, ironik bir biçimde “Nazi Almanyası”nın da, apartheid rejimini, ırkçılığı ve Holocaust’u kurala bağlayan yasalara ve yönetmeliklere sâhip olduklarını bu noktada hatırlamalıyız. İsrâil’in bugün, Hamas bahanesiyle, 2007’den beri milyonlarca Filistinliyi cendere altında tuttuğu Gazze mes’elesinde de açığa çıktığı gibi, “terörle mücâdele” diyerek giriştiği faaliyetlerin tümü, İsrâil devletinin bu niteliği ve uluslararası hukuk normları karşısındaki kural tanımaz tavrı karşısında herhangi bir inandırıcılığı bulunmamaktadır. Eklemeyi unutmayayım. Gazze şeridindeki İsrâil ablukasının ve genel olarak Suriye’deki Golan tepelerinden başlayıp Gazze’ye kadar uzanan İsrâil tahakkümünün, hukuka uygunluktan çok, apartheid destekli bir terörist devleti çağrıştırdığı ortadadır. (Merhum Hasan Hüseyin Korkmazgil’in “Dahav’ın Öbür Yüzü Filistin” dizelerini hatırlamamak ne mümkün!)

Gerek var mı bilmem ama, bu yazıyı bitirirken “terör devleti” nitelemesinin sâdece İsrâil’le sınırlı olmadığını da eklemek isterim.


Levent Köker: Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara'da, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi'nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997'de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler'le birlikte "Bu Suça Ortak Olmayacağız" beyanında bulunduğu için, Yakın Doğu Üniversitesi'ndeki görevinden uzaklaştırıldı (2016). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İki Farklı Siyaset, Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye adlı kitapların yazarıdır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Levent Köker Arşivi