Tevazu

20 Temmuz 1995’te aramızdan ayrılan Belçikalı Marksist kuramcı ve IV. Enternasyonal’in en tanınmış yöneticisi Ernest Mandel’in baskın kişilik özelliği neydi diye sorulsa, tevazu derdim.

Yirmi beş yıl olmuş Ernest Mandel’i yitireli. İlk karşılaşmamızın üzerinden de tam otuz yedi yıl geçmiş. Dile kolay. 

Tuhaf olacak belki ama dün gibi hatırlıyorum yine de: Mart 1983. Sürgünün üçüncü yılı ve Brüksel’de yine yağmurlu bir gün. Karl Marks’ın ölümünün 100. yılı vesilesiyle Brüksel Özgür Üniversitesinde (ULB) bir panel düzenlenmişti. İki konuşmacıdan biri, adı IV. Enternasyonal’le özdeşleşmiş Marksist kuramcı Ernest Mandel’di; diğeri ise adını hatırlayamadığım, kendini Marksist değil "Marksolog" (yani Marks uzmanı) olarak tanımlayan Belçikalı bir başka üniversite hocasıydı. 

Marksolog hoca, Marks’ın iktisadi düşüncesini laboratuvar koşullarında mikroskop altında bakteri izleyen bir mikrobiyolog titizliğiyle betimlemişti. Konusuna hâkim olduğu besbelliydi... 

Derken konuşma sırası Mandel’e geldi. Daha üçüncü cümlesinde amfinin havası tamamen değişmişti: Mandel, ustası Marks’ın fikirlerini o steril laboratuvar ortamından söküp alarak canlı toplum ortamına aktarmış, böylece onlara bulaşıcı ve devrimci "özünü" yeniden kazandırıvermişti. 

Bu sihirli dönüşümü sağlayan sadece sesinden, yüz ifadesinden, hatta tüm bedeninden yayılan coşkun enerjisi, yani hatiplik becerileri değildi. Bu fikirleri oturttuğu tarihsel bağlam, perspektif ve engin bilgisiyle tüm dünyadan çeşitlendirdiği somut örnekler sayesinde, bilgiç bir terminolojiyle ifade edilmiş o soyut kuramlar bir anda ete kemiğe bürünmüş, toplumsal mücadeleleri anlamaya ve yön vermeye yarayan canlı birer araca dönüşmüştü.

Panelin sona ermesiyle birlikte, salon hâlâ alkışlarla çınlarken dostum Osman Binatlı ve aralarında olasılıkla öğrencilerinin de bulunduğu birçok genç izleyiciyle birlikte soluğu Ernest’in yanında alarak kürsüde çevresini sarmıştık. Yorgunluğuna rağmen ardı arkası kesilmeyen tüm sorularımızı sabırla yanıtlamıştı. 

Bizim Türkiyeli olduğumuzu öğrenince ayrı bir ilgi göstermiş, bu sefer de o bize ülkede olup bitenlerle ilgili sorular sormuştu. Militan reflekslerini de yitirmemiş olacak ki, adresimizi almayı ihmal etmemişti. Bir iki hafta sonra da zaten Masis Kürkçügil’in Paris’te yayınladığı Türkçe Enternasyonal dergileri çıkmıştı posta kutularımızdan…

Ölümüne kadar yaklaşık on iki yıl süren yoldaşlığımız boyunca Enternasyonal’in ve Belçika örgütünün merkez kurullarında, kongrelerinde, toplantılarında, eğitim seminerlerinde ve siyasi kampanyalarında Ernest’in aynı iletken coşkusunun söz aldığı her ortamı nasıl dönüştürdüğüne sıklıkla tanık oldum. 

1991’de Türkiye’ye geldiğinde Ankara ve İstanbul’da verdiği konferansları izleyebilenler de eminim bu düşünce berraklığını ve coşkulu enerjiyi anımsayacaklardır. 

Enternasyonal’in Fransızca merkez yayın organı Inprecor’un sorumluluğunu üstlendiğim 1988-1990 döneminde Ernest’le aynı mekânda çok yakın bir mesai arkadaşlığı yürütme ayrıcalığına sahip olduğumda daha başka kişisel özelliklerini de keşfedecektim.

Bu konudaki tanıklığımı ve gözlemlerimi aktardığım, Eylül 1995 tarihli uzunca yazının geçenlerde İmdat Freni sitesinde yeniden yayınlandığını gördüğümde hiç tedirgin olmadım desem yalan olur.

Militanlık yıllarında kaleme aldığım bir yazıyı 25 yıl aradan sonra bu sefer edebiyatçı gözlüklerimle yeniden okuyunca, geçen bu süre içinde hem düşünsel içerik hem de üslup olarak yazdıklarıma yabancılaşmış olduğumu fark edip üzülebilirdim. Ama aksine, bugün altına tekrar ve seve seve imza atabileceğim bir yazı olduğunu görmek beni mutlu etti: Söz konusu Ernest olduğunda başka türlüsü zaten ne mümkün?

Ernest’in yaşam öyküsünü ve Marksizme özgün katkılarını kısa bir yazıya sığdırmak şöyle dursun, özetlemek bile elbette mümkün değildir. 

Şunları söylemekle yetinebilirim belki: Daha sonra Belçika’ya yerleşecek olan Polonya kökenli komünist bir Yahudi ailesinin çocuğu olarak 1923’te dünyaya gelen Ernest Mandel, henüz 15 yaşındayken devrimci mücadele saflarına katılır.

İkinci Dünya savaşı sırasında iki kez Nazi toplama kamplarına yollanır, iki kez kaçmayı başarır. 1946’da IV. Enternasyonal’in uluslararası yönetimine seçilir ve bu görevini ölümüne kadar sürdürür. 

Uzun yıllar Belçika İşçiler Federasyonu FGTB’nin danışmanlığını yapar ve bu vesileyle özellikle 1960-61 genel grevinde önemli bir rol oynar. 

1962’de yayımladığı Marksist Ekonomi El Kitabını okuyan Che Guevera tarafından 1964’te Küba’ya çağrılarak planlama çalışmalarına katılır.

Mayıs 1968’deki rolü yüzünden bir süre Fransa’ya, Almanya’ya ve ABD’ye girişi yasaklanır. 

1970’ten itibaren profesör unvanıyla birçok üniversite ders verir ve bir kısmı Türkçeye de çevrilmiş olan 30’a yakın kuramsal kitaba ve binlerce makaleye imza atar.

Geç Kapitalizm ve Uzun Dalgalar kuramlarıyla çağdaş kapitalizmin en geniş kapsamlı analizlerinden birini sunan Ernest Mandel, Troçkist çevreler dışında da özellikle ekonomi alanında XX. yüzyılın en önemli Marksist kuramcılarından biri olarak kabul edilmiştir. 

7-8 dilde derdini rahatlıkla ifade edebilen ve dört değişik dilde doğrudan kitap yazma yetisine sahip Mandel, eski militan kuşağın tipik kozmopolit enternasyonalistlerden biriydi. Çağırıldığı toplantılarda söz almak üzere her an küçük bavulunu toplayıp dünyanın öbür ucuna gitmeye daima hazır bir modern zamanlar Evliya Çelebi’siydi. 

Derin kuramsal ve tarihsel bilgisinin ötesinde şaşırtıcı bir belleği vardı. Doğaçlama konuşurken dahi şu ya bu ülkeyle ilgili genel ekonomik verileri, güncel sanayi ya da tarımsal üretim rakamlarını, işsizlik oranlarını ya da sınıf mücadelesindeki son gelişmeler ve siyasi gündemle ilgili bilgileri ezbere sıralayabiliyordu. 

Dahası, genç yaşlarından itibaren tüm yaşamını kuramsal çalışmalara ve devrimci örgüt militanlığına adamış birinde görmeye pek alışkın olmadığımız düzeyde kültürel konulara da hakimiyeti vardı: Avrupa’nın tüm sanat müzelerinde rehberlik yapacak kadar geniş kültürlüydü; eski siyah/beyaz İtalyan komedi filmlerinin meraklı izleyicisi ve polisiye roman tutkunuydu. Hatta bu son konuda yazdığı Hoş Cinayet adlı inceleme, alanın uzmanlarının bile beğenisini kazanmıştır. 

Bütün bununla birlikte, eğer bana Ernest Mandel’in baskın kişilik özelliği neydi diye sorulsa, tevazu derdim. 

Ernest’in kuramsal yaklaşımını da belirleyen temel inancı devrimci hümanizmdi. Stalinizmin yalanları ve cinayetleri yüzünden sosyalizmin inandırıcılığının büyük ölçüde zarar gördüğünü söylerdi ve kötüye gidişi tersine çevirmek için gerek programatik yaklaşımlarımızla gerekse de davranışlarımızla manevi üstünlüğü yeniden ele geçirmemiz gerektiğini vurgulardı. 

Kitle hareketinin kendiliğinden gelişimine ve gücüne inanırdı. Bunun temel nedeni sanırım insan doğası konusundaki iflah olmaz iyimserliğiydi, hatta kimilerine göre fazla iyimserdi. Bu nedenle siyasi kestirimlerinde yanıldığı oluyordu. Öte yandan, iyimser olmadan devrimci olunamayacağına inanırdı.

Tüm insan ilişkilerine bu anlayışları yansırdı. Çalışma arkadaşlarıyla ilişkilerinde son derece yumuşak ve sevecendi. Vefalıydı. Bir yoldaşın ölüm haberini aldığında -o kişi sonradan örgütten ayrılmış olsa dahi- hemen bir anma yazısı kaleme alır ve gündem ne kadar sıkışık olursa olsun dergide mutlaka yer bulunması için ısrarcı olurdu. 

Kolektif akla ve güven ilişkisine önem verirdi. Fazla uzun bir yazısını dergiye sığdırmak için kısaltmak gerektiğinde hiç gocunmaz, "sen bildiğin gibi kısalt, bana tekrar okutmana da gerek yok, sana güveniyorum" derdi her seferinde. Gerek kuramsal gerek örgütsel konularda tartışmaya da özeleştiriye de açıktı. Bu konuda sık sık Marks’ın Feuerbach Tezlerinin üçüncüsünü hatırlatırdı: "Eğiticiler de eğitilmeli, yeniden eğitilmeli…"

Örgütler arası Çin seddi ören aşırı rekabetçiliğe ve sekterliğe tepkiliydi. Dünyanın herhangi bir ülkesinde bir devrimci parti başarı kazandığında "bizimkiler kazandı" derdi hep. Söz konusu örgütün IV. Enternasyonal’le alakası olmadığı, hatta rakip olduğu hatırlatıldığında: "Bunun kitleler için ne önemi var? Bizlerin aramızdaki tartışmaların yeri ayrı, geniş kitleler bu ince ve karmaşık kuramsal farkları gerçekten ayırt ediyor mu sanıyorsunuz? İnsanlar orada soldan, emekten, devrimden yana bir partiye oy verdiler, önemli olan bu!" derdi. 

Kibir illetine tutulduğuna da asla tanık olmadım. Hatasını ya da eksikliğini örtbas etmek için örgüt içindeki konumunu kullanarak üst perdeden söylemlere başvurduğunu hiç görmedim. Kendini asla gereğinden fazla ciddiye almazdı, aksine en yeni, en genç militanın en saçma gelebilecek sorusunu ciddiye alır, uzun uzun yanıt vermekten asla gocunmazdı.

Örgüt içi demokrasiye büyük önem verirdi. Bürokrasiden ve örgüt içi bürokratik ayrıcalıklardan içtenlikle nefret ederdi. 

Üslup sorunlarına da ayrı bir yer verirdi. Çok sert tartışma ve karşılıklı suçlamaların hava uçuştuğu bir Birleşik Sekreterlik Büro toplantısında bu üslubu protesto edişini hiç unutmam: "Bu üslupla tartışmaya ben yokum! Birbirimizi böyle suçlar, böyle hitap etmeye devam edersek yarın birbirimizin yüzüne nasıl bakabileceğiz, nasıl yan yana mücadele edeceğiz?"

Neşeli bir insandı Ernest, yaşamı severdi, çocuksu denebilecek ve yüksek derecede iletken bir coşkusu vardı. Kaç kez en ciddi ve gergin tartışmaların ortasında hiç beklenmedik bir espri yaptığına, şen kahkahalarıyla ortamı yumuşattığına tanık olmuşumdur.

Zaten bir Ernest’i düşünüyorum, bir de bizim nice asık suratlı ve yanılmaz şaşmaz, kerameti kendinden menkul örgüt liderlerimizi… O kibirli tavırlarını… Her daim üst perdeden konuşmalarını… Tartışmayıp kestirip atmalarını, gerekirse hakaret etmelerini… Çatlayıncaya kadar kasım kasım kasılmalarını… En ufak hatalarını kabul etmektense örgütü dağıtmayı ya da bölmeyi tercih etmelerini… 

Ernest’in biyografisinin tek bir satırının benzerini kendi hanelerine yazabilseler, onun kitle hareketinde ve dünya çapında başarabildiklerinin zerresini kendi yerellerinde başarabilmiş olsalar ve değil onun kadar kuramsal kitap üretmek, onun bir toplantıda iki oturum arasında kaleme aldığı nicelikte ve nitelikte tek bir metnin taslağını dahi karalayabilmiş olsalar, kim bilir ne aynalar çatlardı, yanlarına yanaşıp bir "merhaba" diyebilmek için kim bilir kaç gün öncesinden kaç ara kademeden yalvar yakar randevu almak gerekirdi…

Geçen cumartesi akşamı, kadim dostum Masis Kürkçügil’le birlikte sanal ortamda yaptığımız Ernest Mandel’i ölümünün 25. yılında anma söyleşisi bittiğinde, birden onu ne kadar özlediğimi düşündüm. Bu satırları o nedenle kaleme almış olmalıyım…

O Tempora O Mores dermiş Romalılar: Devir de değişti, ahlak da…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Yiğit Bener Arşivi