Koray Düzgören
Toplu mezar için gizlilik kararı, devletin suçunu kabullenmesidir!
Dargeçit’ten yeni bir haber geldi.
Mardin’in bir ilçesi olan Dargeçit’in adının geçtiği herhangi bir haber beni her zaman ilgilendirir, irkilmeme neden olur.
90’lı yıllarda o bölgede ve çevresindeki kanlı olayları yakından izleyen benim gibi gazeteciler ve insan hakları savunucuları Dargeçit’in bir ölüm bölgesi olduğunu iyi bilir.
Dargeçit denilince akla ölüm kuyuları, toplu mezarlar, infaz edilen insanların gömüldüğü mağaralar ya da kuytu köşeler gelir.
JİTEM gelir, özel kuvvetler gelir, korucular gelir, jandarma gelir, komandolar gelir ve MİT gelir…
Bunları düşünürken bir yandan da habere baktım ve yanılmadığımı anladım.
Dargeçit’te bir mağarada yeni bir toplu mezar bulunmuştu.
Mezardan 40 kişiye ait kafatası ve kemikler ortaya çıkmıştı. Haberde kafatasları ve kemiklerin savcılık tarafından DNA incelemeleri için İstanbul Adli Tıp Kurumu’na gönderileceği belirtiliyordu.
Öte yandan, bu çalışmalar sürerken konuyla ilgili soruşturmaya ekspres hızıyla 'gizlilik' kararı getirildiği de öğrenildi.
Artı Gerçek’teki habere göre, kemikleri Dargeçit ilçesine bağlı kırsal Akyol (Derêca) Mahallesi’ne bağlı Libka Kanîya mezrasındaki bir mağarada bulan İrfan Yakut, savcılığa haber verince soruşturma başlatıldı.
Başvurunun ardından olay yerinde inceleme yapılırken bölgeye girişler yasaklanarak jandarma kontrolüne alındı..
Toplu mezarı tesadüfen ortaya çıkaran bölge sakini İrfan Yakut’un, İnsan Hakları Derneği’ne de başvurduğu, ancak savcılığın İHD’nin avukatlarının inceleme sırasında bölgede bulunmasına izin vermediği de öğrenildi.
KEMİKLER, YAKUT’UN 1993’TE KAYBEDİLEN BABASINA MI AİT?
İncelemeyi takip eden Yakut, kemiklerin 1993 yılında kaybedilen babası Yahya Yakut’a ait olabileceğini söyledi.
Alana girmesi engellenen İHD Mardin Şube Başkanı Fevzi Adsız ise kemiklerin 90’lı yıllarda faili meçhul cinayete kurban giden ve kaybedilenlere ait olduğu düşüncesinde olduklarını ifade etti. Toplanan kemiklerin Adıyaman’da devam eden Dargeçit JİTEM Davası kapsamında kaybedilen kişilere ait kemikler olabileceğini söyleyen Adsız, "Daha önce 7 kişinin cenazesine ulaşılmıştı, 3 kişinin cenazesine ulaşılamamıştı. Kaybedilenlere ait olabileceğini düşünüyoruz" dedi.
Fevzi Adsız’ın sözünü ettiği, Dargeçit JİTEM davası;1995 yılının ekim ayında iki öğretmenin PKK tarafından öldürüldüğü iddiası üzerine kasım ayında başlatılan bir operasyonda askerler tarafından gözaltına alınan ikisi çocuk 7 köylünün kaybedilmesi olayı. Ayrıca bir cesedin yerini aileye söyleyen uzman çavuş da yine JİTEM tarafından infaz edilmişti.
Yani o kanlı, karanlık dönemin tipik bir JİTEM katliamıydı bu…
Yıllar sonra 2012, 2013 ve 2015 tarihlerinde yapılan kazılarda gözaltına alınan kişilerden bazılarının ağır işkence izleri taşıyan kemiklerine ulaşıldı.
Ancak Ekim 2014’te açılabilen davada, aralarında dönemin Mardin Jandarma Komando Tabur Komutanı Hurşit İmren ve Dargeçit İlçe Jandarma Komutanı Mehmet Tire’nin de bulunduğu 18 kişi hala yargılanıyor.
Büyük bir olasılıkla bu dava da bölgede açılan diğer JİTEM davaları gibi kapatılacak ya da zaman aşımına uğratılacak.
Bu kemiklerin bulunması bir işe yarayacak mı çok kuşkuluyum…
Bulunan kemiklerle ilgili olarak alelacele gizlilik kararı alınması da bu kuşkumu doğruluyor.
KÜRT COĞRAFYASI TOPLU MEZARLAR CEHENNEMİ
Güneydoğu, Kürt coğrafyasında yerin altı, ölüm kuyuları, toplu mezarlar, katledilen masum sivillerin kemiklerinin fışkırdığı bir dehşet bölgesi gibidir.
Sayıları 17-20 bin belki de daha fazla olduğu söylenen faili meçhul cinayetlerin büyük bir bölümü bu coğrafyada işlenmiştir.
Ve de karakollarda, askeri kışlalarda, JİTEM’in gizli sorgu merkezlerinde can veren insanların çoğu bu mezarlara, kuyulara, mağaralara atılmıştır.
İHD Diyarbakır Şubesi'nin Eylül 2011’de toplu mezarlara ilişkin hazırladığı rapora göre, 253 toplu mezarda 3 bin 248 kişiye ait cenazeler olduğu belirtildi.
Gerçek sayının çok daha yüksek olduğu tahmin ediliyor.
O dönemin Şube Sekreteri Raci Bilici, raporun açıklandığı toplantıda binlerce insanın halen toprak altında olduğunu belirterek, "Kimi bir dağın yamacında, kimi bir derenin kenarında, kimi yakılan ormanlık alanlarda ya da sahipsiz bir mezarlıkta. Kimi ise Bitlis’te olduğu gibi insanlık onurunu ayaklar altına alan bir şekilde çöplüklerde ortaya çıkıyorlar. İnsanlık dışı uygulamalar, başta ulusal mevzuata, uluslararası sözleşmelere ve savaş hukukuna aykırıdır. En önemlisi de insan hakları ve onuruna aykırıdır" diye konuşmuştu.
Konuşmasının bir yerinde de "bu vahşetin bir devlet politikası olduğunu" vurgulamıştı.
Burada ayrıntılarına girmeyeceğim ama AKP döneminde bu konularda özellikle JİTEM ve faili meçhul cinayetlerle ilgili açılan davaların çoğunun yukarıda da belirttiğim gibi kapatıldığını, zaman aşımına uğratıldığını ya da uyduruk cezalarla sonuçlandırıldığını gördük.
Birçok mensubu kabul etse bile yargılamalarda devlet içinde JİTEM diye bir örgütün yer aldığı asla kabul edilmedi.
Böylece 90’lı yıllarda özellikle Kürt coğrafyasını ama genelde bütün ülkeyi kana bulayan bu örgüte, cezasızlık politikası sonucunda dokunulamadığını gördük.
POLİS, BEKÇİ, ASKER ŞİDDETİ VE CEZASIZLIK POLİTİKASI
Şimdi yine güvenlik güçleri mensuplarının ya da devletin değişik yapılarının işledikleri suçlar dolayısıyla cezasızlık politikası tartışılıyor.
Polislerin, bekçilerin son günlerde vatandaşlara yönelik saldırıları ve buna bağlı ölümler, yaralamalar, darp ve işkence olayları giderek yoğunlaşıyor.
Bu politika neredeyse cumhuriyetin kuruluşundan bu yana bir devlet politikası olarak uygulanıyor.
Güvenlik güçleri mensuplarına kanunla sağlanan dokunulmazlığın ötesinde yargı eliyle sağlanan cezasızlık politikası artık bir baskı politikasının mekanizması olarak özellikle teşvik ediliyor.
Adeta bir korku ortamı yaratarak insanların herhangi bir konuda itiraz etmelerinin, muhalefet yapmalarının hatta haklarını aramalarının önü kesilmek isteniyor.
Söz gelimi 2007 yılından bu yana dur ihtarına uymadığı gerekçesiyle ya da başka sudan nedenlerle 400’ün üzerinde vatandaş polis tarafından katledilmiş.
Polislerin çoğu mahkemeye bile gitmeden bu politika nedeniyle adeta hiç ceza almamış. Bir kısmına ise ödül gibi cezalar verilmiş.
Bu politika 90’lı yıllarda katliamların, cinayetlerin sorumlularını kollamak için uygulanıyordu.
Şimdi belki insanlar topluca katledilip ölüm kuyularına, toplu mezarlara atılmıyor ama giderek artan bir polis, bekçi, asker ve devlet baskısı ve şiddeti ile korkutularak, susturup hizaya getirilmek isteniyor.
Cezasızlık bu politikanın esasını oluşturuyor. Gizlilik kararı ise bu pisliklerin bir süre gözden uzak tutularak çürütülmesi, unutturulması için kullanılan bir mekanizma...
Birincisi devletin görevlendirdiği memurları eliyle işediği bir suçsa ikincisi de devletin işlediği bu suçun kabul edilmesi anlamı taşıyor.
Ne cezasızlık ne gizlilik kararı gerçeklerin ortaya çıkmasını engelleyemez.
Yeter ki biz sahip çıkalım…