Özgün Enver Bulut
Türkülerin Çok Kuşu Var
Ben 4 yaşındayken ailem Dersim’den çıkarak Elazığ’a taşınmış. İlk geldiğimiz yer halamların oturduğu Hüseynik köyüne yakın bir yerdi. Ablamlar okula oraya giderlerdi. Bir köyden başka bir köye gelmiştik aslında. Sonra Mazgirtlililerin yoğun olduğu istasyon altında yaptırdığımız eve taşındık. Ağa usta yapmıştı evimizi. Öyle çekirdekten yetişme bir usta, temelden başlayarak iki katı çıkmıştı. İşte o eve çok köylümüz gelirdi. Bazen bir gece kalır, bazen giderlerdi. Onlardan kalan bir köy tutkum oluşmuştu.
Liseli yıllarımda, Almanya’dan gelen amcamlar ve kuzenlerimle köyün yolunu tutmuştuk. Neredeyse hepimiz aynı yaştaydık. Köydeki kuzenler de katılınca oldukça eğlenceli bir yaz geçirmiştik. O yazın aşkıyla bir yıl sonra yeniden gitmiştim. İki düğüne denk gelmiştim o gidişimde. Benim için rüya gibiydi. Günlerce sürdü düğünler. Halaylar, türküler, davul zurna sesleri… Gece ilk kez damda uyuma fırsatım olmuştu. Yıldızlar hemen başucumdaydı. İşler de devam ediyordu tabi ki. Uzaktan patosun sesi kulaklarıma bir ninni gibi geliyor ve ben yıldızlarla konuşurken uykuya yenik düşüyordum. Yıldızların yakınlığı, samanyolu, o ses, o harman yeri, o düğünler hep benimle oldular.
Elazığ’dayken bir gece yatma hazırlıkları yaparken radyoyu kurcalamıştım. Öyle derinden, uzaktan, yanık bir ses kulağıma geldi. Kürtçe söyleyen bir dengbejin sesiydi. -Erivan Radyosu olduğunu ertesi gün öğrenmiştim.- Köyde yıldızları izlerken, kulağıma kesik kesik gelen patos sesini duyuyordum yeniden. Yatağıma uzanır uzanmaz radyodaki o ses de bir ninni olarak kulağımda yer etti.
Bir zaman sonra Aram Tigran’dan Ey Diberé’ye dinlerken, kulağımda yer eden o sesle bağlantı kurdum. O ses ile dinlediğim bu ses birbirine benziyordu. Kendimce aynı ses olduğunu düşündüm. Hele Ey Dilbere’deki serzenişi… Sevda baharından geçen bir şairin kışa dönen mevsimini anlatması gibidir. Yaş ilerlemiş, vücudun direnci, takati kırılmış, gönül bahçesi sessizliğe bürünmüş, o kuşların öğrencisinden, Yaşar Kemal’e göre kuşların evliyasından geriye serzenişlerle dolu son yakarış kalmıştır. "Li bаxe min bû zıvıstаn/ Hey dîlbere li gulîstаn/ Çilmisî gul bаx û bostаn/ Werаn ezim mаlem xirаb/ Ey dîlbere, qey nenаle/ Feqîye tаyrаn edî kаle/ Nexweşekî, pir be hаle." Karıncanın Su İçtiği romanının 8. bölümü Feqiya Teyran’a aittir. Büyük usta o bölümü şöyle noktalar: "Dünya kurulduğundan bu yana kuşların dilini bir Süleyman bilirdi, bir de Fakiyé Teyran."
Belki bu seslerin içimdeki atışından kaynaklı haliyle türkülerin sözleriyle bağlar kurdum. Oradaki basit dizelerin altındaki derin anlamların peşinden koştum. Şiir arayan bir adamın koşusu gibi görmenizi, anlamanızı isterim bu durumu. Çünkü ben türkülerin arasına gizlenmiş şiirin peşindeydim.
Ben türküleri annemle sevmişimdir belki. Ruhi Su ve bir de Muhabbet serileri vardı. Arif Sağ, Muhlis Akarsu, Musa Eroğlu ve Yavuz Top’un içinde olduğu kaset serileriydi bunlar. Annem tam bir radyo tutkunuydu. Hâlâ da öyledir. İş yaparken, yemekle uğraşırken, bulaşık yıkarken radyosu hep açıktır ve türkülere eşlik eder. Ezbere bilmese de çoğunun sözlerini sanatçıyla beraber söyler. Onda sözler ezgiyle birlikte kesintisiz gelir. Arif Sağ’ın söylediği bir Akarsu türküsü vardı. "Akarsu sılayı anma/ Bu ayrılık geçti sanma/ Çaresizdim geldim ama/ Gurbeti ben mi yarattım." Annemden dinlediğim bu türküyü o serilerde buldum sonra. Kim bilir annem nereden dinlemişti! Sonradan çok sevdiğim ve zaman zaman dilimin ucuna gelen bu türküyü şu pandemi döneminde daha sık söyler oldum. "Ne mektup, ne haber aldım/ Yurdumdan yuvamdan oldum/ Her şeyime hasret kaldım/ Gurbeti ben mi yarattım." İnsanlar çaresiz kaldıkları zaman bir anda kendi kabuklarına çekilir ve herkes herkesten kopar. İşte o zaman evin içi bile insana gurbet ve sürgün olur. Pandemi biraz da bu süreci gösterdi.
Çocukluk yıllarıma denk gelir türkülerin devrimci yorumu. Seyrani, Pir Sultan, Karacaoğlan, Dadaloğlu yorumlarını Ruhi Su, Rahmi Saltuk, Zülfi Livaneli, Sadık Gürbüz söylerdi. Bu sanatçılar aynı zamanda şiir de bestelerlerdi. Saz çalışları da sadeydi. Devrimci bir ağabeyimiz haber vermişti Ruhi Su’nun TRT’ye çıkacağını. O akşam büyük bir heyecanla onu beklemiş ve Ruhi Su’yu beyaz camda izlemiştim. Benim için Şivan Perver, evdekiler içinse Mahsuni Şerif özel bir yerde dururdu. Evimizde bulunan plakların çoğu ona aitti. Hem döneme eleştiriler yöneltir hem de kendi türkülerini yapardı. "İşte gidiyorum çeşm-i siyahım/ Önümüzde dağlar sıralansa da/ Sermayem derdimdir, servetim ahım/ Karardıkça bahtım kararsa da."
Benim için Harput türkülerinin de özel bir yeri vardır. Hele Hüseynik Türküsü. İlk oturduğumuz yeri anımsatır bana. Evlerde suyun ve elektriğin olmadığı, Elazığ çarşıdan buzun taşınıp getirildiği ve suya atılarak birkaç saatliğine soğuk su yapıldığı o günleri de unutmam mümkün değil. Harput türkülerine dair bir not düşmek isterim. Çok kültürlü bir ortamda yapılan Harput müziğinde Hafızlar da bu coşkunun içindedir ve çoğu türküde onların katkıları vardır. Meşkin tam ortasında söylerler. Hafız Osman Öğe’den sevdiğim bir dörtlük aktarmanın tam yeridir. "Meyhaneler kapısı/ Bahtım gibi kapansın/ Rindane bade içmek/ Sensiz yasağ olaydı."
Yine annemin sevdiği türkülere döneyim. Annem zaman zaman mırıldanırdı bu türküyü. 1930’lu yılların gazetelerini tararken bir kez daha gözüme ilişti. Hani Hasan Ali Toptaş’ın kitabına ismini veren türkü. "Bu yol Pasine gider/ Döner Tersine gider/ Şurda bir garip ölmüş/ Kuşlar yasına gider." Annem türküleri bu denli sevmeseydi, bu kadar yoğun bir halde içime yerleşeceğini düşünmezdim. Türküleri özel kılan da burası zaten. Anneler tarafından aktarılan ve kalbe yerleştirilen çok derin bir su pınarıdır sözler, ağıtlar, ezgiler, yakarışlar.
*Görsel: Ermeni Ressam Arshıle Gorky'in Musical Abstraction isimli tablosu