İnci Hekimoğlu
Umreciler ‘süper taşıyıcı’ ise?
Virüslerin aklı, vicdanı, adaleti, hukuku, inancı yoktur elbet. Sosyal, siyasal, ekonomik ayrım yapmaz, bulaşırken, hasta ederken. Ama virüslerle mücadele için bilim, adalet, eşitlik gerekir. Öncelikle de adalet…
Korona Türkiye’de de eğer bir salgına dönüşürse korunabilenler, tedaviye ulaşabilenler, tedavide gerekli tıbbi donanıma erişebilenler ile tüm bu olanaklardan yoksun kalacaklar olarak toplum ikiye ayrılacak. İktidarın ayrıştırma, ötekileştirme politikasını korkarım bu kez korona üzerinden deneyimleyeceğiz.
Kaldı ki halen bir salgın oluşup oluşmadığından emin değiliz. Resmi açıklamalar 6 kişi diyor ama uluslararası sağlık kuruluşlarının açıklamalarına göre bir virüs taşıyıcısının 2 ile 4 kişiye bulaştırdığı düşünülürse şu andaki rakamın en azından 6’dan fazla olduğunu varsayabiliriz.
Güney Koreli "süper taşıyıcı" olarak anılan kadının 40 kişiye bulaştırdığı da unutulmamalı. Sağlık Bakanlığının açıkladığı 6. kişi umreden dönenlerden çünkü. Kaç kişiyle temas ettiğini bilemiyoruz. Umreden dönenlerin toplam sayısı 21 bin. Ancak altıncı vakanın umreden dönen birinde olması nedeniyle son gelen 5 bin 300 kişiyi karantinaya almak akıllarına geldi. Diğerleri ise AKP teşkilatlarıyla hatıra fotoğrafları çektirdi, "hoş geldin" davetlerinde ağırlandı, hediyelik eşyalar dağıttı. Diğerleri dediğimiz de 15 bin kişi. Virüs taşıyanların oranını ve bulaştırma potansiyellerinin hesabını size bırakayım. Son gelen 5 bin 300 kişiyi ise gece yarısı apar topar yurttan attıkları öğrencilerin yerine yerleştirdiler.
Bir tek bu örnek üzerinden yürüsek, bilim, adalet ve eşitlik ilkelerinin hangisine rastlayabiliriz ki?
Bilimin ışığı rehberlik etse, bulaşma oranı rekor düzeydeki bir virüsü taşıma ihtimali olan binlerce kişinin Suudi Arabistan’dan geleceği belliyken, karantinaya alınmaları, karantinada tutulacak mekânların önceden tespit edilmesi ve hastalık çıkması durumunda hangi hastanelerde tedaviye alınacakları çok önceden belirlenmiş olurdu. Hatta umre gidişlerinin ertelenmesi gerekirdi.
Bilim yerine ‘ilim’ tercih edildiğinden ilk refleksleri umreden dönenlere kendilerini 14 gün karantinaya almaları rica edildi. Ama bu ricaya ilk uymayanlar ilim yuvalarında yetişmiş AKP kadroları oldu. Şimdi aileleri için, yakınları için ve toplum sağlığı için birer tehlike olarak aramızda dolaşıyorlar.
Bu önlemlerin alınmamasının nedeni ise sonuçlarından da beter. Potansiyel tabanlarını küstürmemek, iktidarın yakın çevresinden çok sayıda kişinin gidecek olması gerekli önlemlerin alınmasını engelledi ama bu kez yaptıkları ayrıcalık dönüp kendilerini de vuracak gibi görünüyor.
Umreden dönenlerle ilgili bütün açıklamaların Sağlık Bakanlığı değil de Diyanet İşleri Başkanlığından yapılması, önceki bir yazımda bahsettiğim "Türkiye’ye özgü molla rejimi" uygulamalarının en görünür en vahim sonuçlarına da katlanmak zorunda bırakmaz umarım toplumu.
Camilerin halen kapatılmaması bir yana, Diyanet İşleri Başkanı’nın Meclis Başkanı ile bizzat cuma namazına öncülük etmesi de bütün topluma bedel ödetecek kadar ağır sorumsuzluk örneklerinden biriydi.
Liderleri peşinde termal kamerayla dolaşacak kadar tedbirliyken vatandaşı böylesine riske atmanın bir bedeli olabilir ama yalnız hukuk devletlerinde. Molla rejimlerinde değil.
Dinle devlet işlerini karıştırmamanın, laikliğin yalnız demokratik hukuk devletinin gereği olmadığı, yalnız ‘dinsizleri’ ilgilendirmediği dindar muhafazakâr kesimleri de ne çeşit riskler altına sokabileceği anlaşılır mı bilmem.
Dört gün önce BirGün'den Mustafa Mert Bildircin'in röportaj yaptığı Sağlık Bakanlığı Bilimsel Danışma Kurulu Üyesi Prof. Dr. Alpay Azap şunları söylemişti:
"Türkiye’de testin az kişiye uygulanması nedeniyle hasta oranı düşük kaldı. Virüsün Türkiye’de tespit edilmesi ile birlikte alarm düzeyinin en üste çıkartılması lazım. Hasta kişilerin olabilecek en erken sürede tanı alabilmesi için test sayısı artırılmalı. Pozitif bulunan kişiler izolasyona alınıp temaslıları belirlenmeli."
Sağlık Bakanlığının oluşturduğu bilim kurulunun önerilerini mi yoksa Diyanet’in fetvalarını mı dinliyorlar merak ediyorum. Merakın ötesinde şüphedeyim; bilim kurulundaki o değerli isimleri tıpkı akil adamlar örneğinde olduğu gibi kamuoyu yaratmak için vitrin olarak kullanmazlar umarım.
Şüphelerim boşuna değil. TTB Başkanı Sinan Adıyaman ve SES yönetiminin hastanelerdeki önlemlere ilişkin yaptıkları açıklamalar da hiç iç açıcı değil. Ama siyasi irade epeydir başaramadığı kamuoyu algısını yönetme becerisini bir kere daha gösterdi.
Salgın durumunda toplumun sağlığı için ön cephede savaşacak olan sağlık çalışanlarının öncelikle korunması gerekirken öğreniyoruz ki en basit korunma malzemeleri olan maske ve eldiven bile yeterli sayıda yok. Yeterli sayıda doktor ve sağlık personeli var mı? Olmadığını söylüyor sağlık örgütleri.
Dezenfektanların bile idareli kullanılması için, hastane yönetimlerinden uyarı geliyor sağlık çalışanlarına. Virüse karşı sağlıkçıların giymesi gereken koruyucu giysi ve özel, izole sedyelerin yeterli olup olmadığını hiç bilmiyoruz.
Hastalar açısından ise olası salgın durumunda yoğun bakım ünitelerinin ve solunum destek cihazlarının yeterli olup olmadığına ilişkin hiç veri yok. 2018 verilerine göre ülkedeki erişkin yoğun bakım sayısı yaklaşık 24 bin, çocuk yoğun bakım ise yaklaşık bin 500.
Bu sayıdaki yoğun bakımın salgında yetmeyeceğini Çin ve İtalya örneklerinden biliyoruz. Ne yazık ki hasta garantili devasa şehir hastanelerimiz var ama Çin’de olduğu gibi birkaç gün içinde geçici hastane kurma becerimiz sıfır.
Bir salgına bu koşullarda yakalanırsak (yakalandıysak), işte o zaman laikliğin yanı sıra eşitlik ve adaletin de önemini kavrayacağız.
Zenginler bile paralarının, kapasitesi sınırlı hastanelerde tedavi görmeye yetmeyebileceğini, ‘torpil’e ihtiyaç duymanın çaresizliğini hatta ‘torpilin’ de daha yetkili ‘torpil’ nedeniyle işe yaramayabileceğini öğrenebilirler.
Sıradan vatandaşlar için hastanelerde tedavi görme şansının ise ne oranda mümkün olabileceğini hiç düşünmek istemiyorum. Halen ameliyat için, bazı tıbbi aparatlar için, Tomografi veya Emar için bile aylar sonrasına gün vermek zorunda kalan hastanelerin salgınla baş etme olanaklarının sınırı belli. Devlet olanaklarının iktidara yakın ayrıcalıklı kesimler için hukuksuz kullanıldığı böyle bir rejimde bu kez de ayrıcalıklı hastalara öncelik verilmesi için hekimlere baskı yapılmayacağının garantisi yok. Adalet ve eşitlik kavramlarını, geniş kitlelerin yeniden keşfedeceği sonuçlara da yol açabilir şu ünlü Korona.
Ve en önemlisi sivil toplumun önemi. Devletin sağlıktan kestiği paralara homurdanmakla yetinen vatandaşların, Tabip Odalarının zamanında yaptığı uyarıların yaşamsal önemini de bu süreçte kavrayabilirler.
Evet, pek çok kişi gibi ben de Korona virüsünün siyasal ve sosyal değişimlere yol açma olasılığını yüksek buluyorum. Ama bu değişim daha doğrusu sorgulama üzerinden farkındalığı bilince çıkartacak, yönlendirecek, değişime öncülük edecek bir örgütlenmenin ortaya çıkıp çıkmayacağı meselesi var. Aksi durumda daha totaliter bir rejimin provası da olabilir.