Unutturulan gazetecilik

Süleyman Soylu ve benzerlerini izlerken hep bu anımı hatırlarım. Galiba soruları geçiştirmek ve zamanı şova dönüştürmek için kullanma gibi konularda özel bir eğitimden geçiyorlar.

2000 yılıydı. F Tipi Cezaevleri inşaatları başlamış, devlet başta Hürriyet olmak üzere merkez medya kanalıyla müthiş bir propaganda başlatmıştı.

DHKP-C, TKP (ML), TKİP davası hükümlü ve tutukluları aileleri aracılığı ile direnişe geçeceklerini, bu uygulamaya razı olmayacaklarını duyuruyordu.

Dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, Cezaevleri Genel Müdürü *Ali Suat Ertosun’du.

O yıllarda çalıştığım Turkish Daily News’de yazı dizisi hazırlamaya karar verdim. Yurt içi ve yurt dışı uzmanlarla görüşerek, F Tipi cezaevlerinin tutuklu ve mahkumlar üzerindeki psikolojik tahribatından, hak ihlallerini ve işkenceleri kolaylaştıracak yapısına detaylı bir çalışma yaptım.

Bu sırada Hikmet Sami Türk ve Ali Suat Ertosun’dan da röportaj yapmak üzere randevu istedim. Defalarca aramama rağmen günlerce yanıt verilmedi.

Konunun diğer tarafıyla; o cezaevlerinde kalacak olanlarla görüşmeden yazılacak her şey eksik kalacaktı.

Ama cezaevine nasıl girecektim?

Tutuklu ve hükümlü yakınları imdadıma yetişti. Bir tutuklu yakını olarak ziyarete gidebileceğim koşullar oluşturuldu.

Belirlenen kişinin, dedesine kadar bütün isim ve bilgileri ezberledim. Gerekli bilgiler, belirlenen tutukluya da verildi. Ve kalbim küt küt atarak Ümraniye Cezaevi’nin ziyaretçi kuyruğunda yerimi aldım.

Kazasız belasız, üç noktada  asker kontrolünden geçerek içeri girdim. Hem erkek hem kadın koğuşlarına ulaşmayı başararak, onları dinledim.

Aldığım bilgiler hiç iyi değildi. F Tipi ısrarı sürerse ölüm orucuna başlamakta kararlıydılar.

Yazının ilk bölümüne Ümraniye Cezaevi’ne girdiğimi ve orada yaptığım görüşmeleri anlatarak başladım.

Neredeyse gazete bayilere girer girmez  büroyu ilk arayan Adalet Bakanlığı olmuştu. Ben o kadar erkenci olmadığım için o saatte bana ulaşamamışlardı ama anlaşılan çok öfkelenmişlerdi. Daha yerime oturur oturmaz telefonum çaldı. O güne kadar taleplerimi yok sayan Adalet Bakanlığı’nda görevli bir daire başkanı hakim vardı karşımda.

Hayır, röportaj talebime yanıt vermek için değildi.  "Yazınız bir sol örgüt bildirisi gibi" diye başlayarak yaptığı konuşmayı tehdit sözleriyle bitirip, telefonu yüzüme kapattı.

Biraz korktuğumu itiraf etmeliyim. O günler İstanbul Emniyet Müdürü Necdet Menzir’in Özel Harekat Kuvvetlerini Beyoğlu’nda yürüterek -ortaklarına, medyaya ve kim bilir kimlere - gözdağı verdiği günlerdi. Kaldı ki bir iki yıl önce de bir yargısız infaz haberi nedeniyle Menzir’le karşı karşıya gelmiştim. 

Ama hep derim ya; hem korkar hem yaparım. Yazı dizisinin ikinci ya da üçüncü günü Adalet Bakanlığı’ndan bir kez daha arandım. Bu kez arayan Hikmet Sami Türk’ün özel kalemiydi. Anlaşılan epey düşündükten sonra röportaj vermeye karar vermişlerdi. Hemen ardından Ali Suat Ertosun da röportajı kabul ettiğini bildirdi.

İlk uçakla ve de ‘uçarak’  Ankara’ya gittim.

Merak etmeyin, bu görüşmenin çok kısa bir bölümünü aktaracağım.

Ankara büromuzdan foto muhabiri bir arkadaşımla Türk’ün makam odasına girdiğimizde son derece nazik ve mütevazı bir karşılamayla misafir koltuklarına buyur edildik. Kendisi de aynı kibarlıkla, makam koltuğuna değil hemen karşımdaki koltuğa yerleşerek, hiyerarşik oturma düzenine ihtiyaç duymadığı mesajını verdi.

Fotoğrafları önceden çektirerek konuşmada dikkati dağıtmama kararımızı da saygıyla karşıladı. Hatta muhabir arkadaşımın "Biraz gülümser misiniz?" talebine karşılık, bana dönüp " Bu kadar hoş bir hanım karşısında elbette gülümserim" diye iltifat etti.

Bu ilk psikolojik harekatı tabii ki hemen karşılayıp " Umarım ilerleyen dakikalarda da  aynı fikirde olursunuz" derken, ben de gülümsüyordum.

Nihayet soru-yanıt kısmına geçmiştik. Bakanın özel kalemi ortadaki sehpaya kendi teyplerini, ben de kendimi teybimi koydum. Sanki herkes silahlarını çekmiş, kritik anı bekliyordu.

Hikmet Sami Türk koca bir hukuk kitabı elinde, koltuğa arkasını yasladı ve sırtındaki  bir düğmeye basılmış gibi otomatiğe bağlanmış halde konuşmaya başlamıştı. Konuşmadığı yerde de kitaptan okuyordu.

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ve benzerlerini izlerken hep bu anı hatırlarım. Galiba soruları geçiştirme, zamanı  şova dönüştürmek için kullanma gibi konularda özel bir eğitimden geçiyorlar.

Neyse konuya dönersek, Hikmet Sami Türk’ün seri halde sürdürdüğü konuşmasını bölmeye çalıştım.  Bir el hareketiyle beni susturdu. Tabi insan aynı nezaketi bekleyerek, cümlesini bitirince soruya cevap vereceğini zannediyor. Nerede…

İkinci kez, bu kez daha yüksek sesle sorumu yönelttim. Ve o daha da sesini yükselterek devam edince benim sabrım da sona ermişti.

Anlaşılmıştı. Bize verilen röportaj süresi yarım saatti ve tıpkı Soylu gibi Türk de bana soru sorma zamanı bırakmamaya kararlıydı.

Artık "ya herro ya merro" deme zamanı gelmişti.

"Sayın Türk, eğer bana soru sorma fırsatı vermeyecekseniz burada bulunmamın bir anlamı yok. Lütfen söyleyeceklerinizi yazılı olarak verin, yayınlayalım" deyip, elimdeki ıvır zıvırı toparlamaya başladım.

Bir anda ortalık buz kesmişti. Protokol gazeteciliğine alışkın muhabir arkadaşım ve özel kalem müdürü kıpkırmızı yüzlerle bakışıyordu.

Kısa bir sessizlikten sonra, beklenenin aksine  Hikmet Sami Türk ilk konuşan oldu ve ilk soruyu o bana sordu.

-İnci Hanım, siz gerçekten Ümraniye Cezaevi’ne girdiniz mi?

- Evet, girdim. Ve tutuklularla görüştüm. Yalan yazdığımı düşünmediniz herhalde.

- Ama biz araştırma yaptık ve sizin kaydınız bulunamadı.

- Sayın Türk, bu söylediğiniz benim için çok önemli bir haber!

- (Küçük bir duralama) Peki kendi kimliğinizle mi girdiniz?

 - Elbette, üç kere de aramadan geçtim.

 - İnci Hanım, biz size dava açmak üzere araştırma yaptık ve Ümraniye Cezaevi’nde size ait hiçbir kayıt bulunamadı.

 F Tipi’ne yönelik uzmanların ve tutukluların kaygılarına ilişkin sorularımı yöneltirken aramızda geçen diyalogun sonu:

- F Tipi’nde hak ihlalleri olamaz. Koğuş sisteminden çok daha güvenli. İnsan hakları konusunda eğitilmiş personel görevlendirilecek ve her yer kameralarla izlenecek…

-Sayın Bakan, ben suç işledim. Gerçek dışı bilgiler vererek Cezaevi’ne girdim. Üstelik bu suçu yayın yoluyla da, makamınızda da itiraf ettim.

Ama siz bana ilişkin tek bir kayıt bulamadınız. Çünkü cezaevi idaresi düştüğü durumu gizlemek için bana ilişkin tüm kayıtları imha etmiş. Üstelik Adalet Bakanlığı’nı yanıltmış.

Şimdi kamuoyunu, o kameraların bozulmayacağına, imha edilmeyeceğine, cezaevi idarelerinin işine gelmeyen bilgi ve belgeleri yok etmeyeceğine nasıl inandıracaksınız? 

Eh artık o nazik, kibar Hikmet Sami Türk’ün de sabrı kalmamıştı. Röportajı bitirip, ayağa kalktığımda ortaya çıkan tablo, Hikmet Sami Türk’ün üstüme doğru eğilip parmağını salladığı karedeydi.

O bir tek kare, bütün uluslararası insan hakları kuruluşlarını harekete geçirmişti. Tek tek arayıp ayrıntıları soruyorlardı.

Bunu, "ben ne şahane gazeteciyim" demek için yazmadım. Öyle anlayan olursa da kendi bilir.

Gazeteciliğin kamu görevi olduğunun bilincinde olan, yaşadıkları topluma sorumluluk duyan, "ötekilerin" sesini duyurmayı görev bilen çok sayıda gazeteci, 70’lerde de, 90’larda da, sayıları azalsa da bugün de  can pahasına işini yapıyor.

Mesela Celal Başlangıç’ın, Kürtlere bok yedirme gibi ağır işkenceleri ilk haber yapan ve hakkındaki infaz emri nedeniyle Cizre’den bir otomobilin bagajında çıkabilen tek gazeteci olduğunu kaç kişi biliyordur ki?

Derdim sanki "bedel ödemiş, ödüyormuş" gibi,  tarif ettiğim gazeteciliğe  uyuyormuş gibi görünerek, aslında "devlet"in birbirinden kirli  kanatları arasında tercih yapmayı "muhalefet" gibi gösteren terbiye edilmiş gazetecilerle.      

Dip Not:

*Ali Suat Ertosun 19 Aralık 2000 yılında, "Hayata Dönüş" adı verilen cezaevi katliamlarından sonra Devlet Üstün Hizmet Madalyası aldı. 2015 yılında AKP tarafından Yargıtay Üyeliğine getirildi.

Röportajda sorduğum "Görüş gününde çok uzun sıra oluşuyor. Ve çoğu insan cezaevi idaresi tarafından ‘vakit doldu’ denilerek görüş yapamadan geri gönderiliyor. Bu hakkın gasp edilmesi karşısında bir önlem almayı düşünüyor musunuz" soruma şu yanıtı vermişti:

"SGK önünde de uzun kuyruklar oluyor."                 

Hiçbir insani belirti göremediğim Ertosun’a "İkisi de devletin ayıbı. Ama bu sorunu çözmekle görevli kişi sizsiniz" demiştim. Yüzünün aldığı ifadeyi görünce bir an oradan çıkamayacağımı düşündüm. Şu kesin ki; asla Hikmet Sami Türk ile kıyaslanamazdı.       

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi