Özgün Enver Bulut
Vicdan ve Dersim
José Saramago’nun Körlük romanı, bilinmeyen bir ülkede trafik ışıklarında arabasında olan ve yeşil ışığın yanmasını bekleyen bir adamın aniden kör olmasıyla başlar. Salgın gibi bir yayılımdır ve insanlar kör olurlar peş peşe. İçeriğinden söz etmiyorum artık romanın. Oradaki yaşananlardan, hesaplaşmalardan, ilişkilerden, körlüğün nelere yol açtığından… Ben romanın körlük kısmıyla ilgiliyim sadece. İnsanların ‘körlüğü’ yaşaması için bir trafik ışığında kısa bir süre beklemesi yetmektedir. Romandan bir alıntıyla söylersem, "duyguları ifade edecek kelimeleri kullanmamak, yaşamda yavaş yavaş kör olmak değil midir zaten."
Aradığımız sihirli cümle tam da budur. Duygularımızı bastırmak, içimize konuşmak, içimizden haykırmak ya da susmak… Gözün dünyaya kapatılması insanın insana ettiğinden başka bir şey olmasa gerek. Bazen Dersim’i, Dersim’de yapılanları düşündüğümde, insanın körleşmesini, bazı meselelere kayıtsız kalmasını, mış gibi yapmasını anlayamam bir türlü. Korkunun sınırları dışında, vicdanın ortasındadır Dersim oysa. Duyguların en derin yerinde, gözün sınırsızlığındadır.
Hayatın normal akışına bakıyorum. Bazı insanlar ne kadar disiplinli, çalışkan, mükemmel, dakik, detaylara önem vererek işlerini yaparlar. Bu tamamen sosyal ve ekonomik olarak yükselmeyle de ilgilidir. Ancak hayat sadece bundan ibaret olsaydı bu kadar acının orada yerinin olmaması gerekirdi. Modern toplumların istediği insan tipinin böyle olduğunu düşünenlerdenim. Daha çok disiplin, daha çok düzen ve bağlılık. Geçmişle bağı koparmanın, oralara kayıtsız kalmanın, unutmanın en iyi yöntemi, insana sağlanan bu düzen, disiplin ve yükselme hırsıdır. Körlüğün başladığı yer de bana göre burasıdır. Taşlaşan insanlar var karşımızda. Yanlarından geçerken o taşlara değen ayaklarımız, sürünen paçalarımızla onlara benziyoruz yavaş yavaş. Yürüyüşümüz ağırlaşıyor, koşamıyoruz artık. Burada Saramago yardımıma yetişiyor. "Düşlerinde taş olduklarını görüyorlardı, taşların uykusunun ne kadar ağır olduğu bilinir, kırlarda şöyle bir gezin görürsünüz, taşlar orada toprağa yarı gömülü olarak uyurlar, uyanmak içinse kim bilir neyi beklerler..."
15 Kasım 1937 yılına dönüyorum. Dersim dersinin ilkokul kısmının son senesine gelmiştir Dersim’de devlet. Seyid Rıza ve arkadaşları idam edilmiş, bir süre sessiz kalınmıştır o topraklarda. Felaketin büyüğü, katliam boyutu ise 1938 yılında olacaktır. Artık yeni bir ders dönemi başlamıştır. Yerin göğün yandığı yıldır. Sessizlik yerini ateş toplarına, çığlığa bırakmıştır. Dersim’in her yanında yangın vardır. Tertele denilen onarılmaz sarsıntılar, panik, dehşet, acılar, yaralar, kan, cesetler bırakılır Dersim coğrafyasına. Çocuk, genç, yaşlı ayrımsız makinelilerle taranır, süngüden geçirilir. Annesinin karnındayken topuğundan süngülenen bir Dersimli tanımıştım Elazığ’da. Hamile kadına yapılanın bir açıklaması olmalı. Çünkü ben bulamadım. Dersim’de vicdani ve ahlaki ilkeler kaybolmuş, kanunlar yok sayılmıştır. Çünkü Dersim’e dair özel bir kanun çıkarılmıştır. Kanunları geçtim, insanlığın bittiği yere gelinmiştir.
İdama mahkûm edilenleri dönemin gazeteleri 11 olarak yazar. Ancak dördü yaş haddinden dolayı 30 yıl ağır ceza ile mahpus edilir. Seyid Rıza, Resik Hüseyin, Usene Seyd, Fındıq Ağa, Hesen Ağa, Ali Ağa, Hesene İvraime Qız ise Elazığ Buğday meydanında idam edilir. Seyid Rıza’nın yaşı küçültülür, oğlu Resik Hüseyin’in yaşı büyütülür. 16 Kasım 1937 tarihli Kurun Gazetesi’nin haberi şöyle bitmektedir. "Tunceli Umumi Müfettişliği mıntıkası hakkındaki hususi kanun mucibince idam cezalarının Büyük Millet Meclisince tasdik edilmesine lüzum yoktur. Bu sebeple idam cezaları bu sabah derhal infaz edilmiş, sergerde Seyid Rıza ve oğlu Hüseyin ile diğer beş arkadaşları Elazığ’da asılmışlardır." Asılanların nereye gömüldüğü ise hâlâ meçhuldür. Dersimlilerin talebi ise bu mezar yerlerinin açıklanmasına dairdir.
Dersim’de yapılanlar ile Körlük romanı arasında bağ kurmamın nedeni bu. 83 yıl boyunca Dersim’de yapılanlara sessiz kalmanın, konuşmamanın, konuşturulmamanın başka bir açıklaması yok çünkü. Dersimliler de yılda iki kez açarlar gözlerini. Birincisi katliam kararının alındığı 4 Mayıs 1937 ve idamların olduğu 15 Kasım 1937 tarihlerine denk gelen günlerde…
Ne yazık ki kırmızı bir ışıkta yeşilin yanmasını beklerken kör olduk hepimiz. Asıl tehlikeli olan doğuştan gelen değil, insanın kendi kendisini körleştirmesi ve sessizliği. Onların vicdanını uyandırmak için sözcükler bile anlamsız kalıyor. "Hepimiz susalım, öyle anlar vardır ki sözcükler işe yaramaz. Şu anda ağlayabilmeyi, her şeyi gözyaşlarımla söylemeyi, anlaşılmak için sözcüklere başvurmak zorunda kalmamayı ben de çok istiyorum."