Yanılgı ve Umut

14 Mayıs seçimlerinde beklenmedik çok şey oldu, 28 Mayıs’ta da olabilir. Ayrıca, demokratikleşme yönünde pozitif gelişmeler olmasa da, umut hep vardır. Amaç, demokratik cumhuriyeti inşâ etmek ise, bunun için her halükârda mücadele vereceğimizi biliyoruz.

Bu kritik seçim sürecini tâkip eden pek çok kişi gibi ben de çok temel bâzı konularda yanıldım. Bu yanılgımın ana sebeblerinden biri, çok fazla sayıda kamu oyu yoklamasının zaman içinde ortaya koyduğu verilerdir. Nitekim, bugünkü bir habere göre, kamu oyu yoklaması yapan 21 kurumdan 18’i bu sonuçların yanına bile yaklaşamamışlar. Yine de, özellikle Muharrem İnce’nin adaylıktan çekildiğini açıklamasından sonra Kemal Kılıçdaroğlu’nun ilk turda Cumhurbaşkanı seçileceğini tahmin ediyordum. Yanıldım. Kezâ, milletvekili seçimlerinde, hiçbir ittifâkın salt çoğunluk olan 301 milletvekilini geçemeyeceğini sanıyordum, yanıldım. İ

ttifaklar yerine siyâsî partiler bazında bu tahmini yapmış olsaydım yanılmayacaktım çünkü, hiçbir parti salt çoğunluğu elde edecek sayıya ulaşamadı. Bu yanılgımda da kamu oyu yoklamalarının büyük payı var. İktidardaki Cumhur İttifâkı’nın %40, karşısındaki muhalif ittifakların ise toplam %60 dolayında olduğunu gösteren bu anketler fenâ yanıldı, ben de öyle. AKP’nin oy oranı 2018’deki %42,5’ten 2002’deki %34 seviyesine yaklaşırken, milletvekili sayısı da, 293’ten 266’ya kadar gerilemiş durumda. Buna karşılık, Cumhur İttifâkı’nın %50’ye yaklaşan oy oranıyla elde ettiği toplam sandalye 322 veyâ 321, yâni salt çoğunluğu geçiyor. Bunu mümkün kılan ise MHP’nin performansının yanı sıra Yeniden Refah Partisi’nin (YRP) katkısı oldu. Bu iki partinin elde ettiği sonuçlar da benim için şaşırtıcıydı, yanıldım.

ASIL BÜYÜK YANILGI

Ankara Hukuk Fakültesi’ndeki lisans yıllarımdan bir hocam, seçim günü twitter hesâbında, bugüne kadar oy verdiği tarafın kazandığı bir seçim veyâ referandum yaşamadığını yazmış ve bu defâ şansının dönmesini dilemişti. Ben de kendisiyle aynı durumda olduğumu ve aynı dileği paylaştığımı söylemiştim. Cumhurbaşkanı seçiminin ilk turu îtibariyle şansımız dönmedi, artık ikinci tura bakıyoruz.

Şans, her zaman kişiden yana olmayabilir. Bununla birlikte, tahminlerde bu kadar yanılmak sâdece çok büyük çoğunluğu bir daha bu işi yapmamak üzere kepenk kapatmayı gerektirecek ölçüde yanılmış olan anketçilerin etkisine bağlanabilir mi? Sanırım bu soruya evet diyemem. Yukarıda sıraladığım yanılgılarımda anketçilerin payı olsa da, asıl büyük yanılgım Türkiye seçmeninin, en azından son beş yılın icraatı karşısındaki tutumuyla ilgili oldu.

Ülke yönetimini yirmibir yıldır elinde bulunduran AKP, 2017’deki anayasa değişikliğinden bu yana ortaya koyduğu icraat ile, demokratik hukuk devleti ile bağdaşması mümkün olmayacak ölçüde keyfî bir yönetim gösteriyor. Bunun örneklerini uzun uzun sıralamaya gerek yok, her şey hepimizin, bütün dünyânın gözleri önünde cereyân ediyor. Özellikle uygulanmayan uluslararası ve ulusal mahkemelerin insan hakları ile ilgili ihlâl kararlarını yalnızca hatırlatmakla yetineyim.

Buna, izlenen otoriter devlet güdümlü neoliberal ekonomik politika sonucunda artan enflâsyon, bir türlü düzeltilememiş olması bir yana daha da bozulan gelir dağılımı ve artan yoksulluk, toplumsal cinsiyet eşitliği hedeflerinden vazgeçmek gibi kritik noktaları da ekleyebiliriz. Belki hepsinden vahimi, resmî rakamlara göre 50 binin üzerinde insanın ölümüyle sonuçlanan büyük deprem felâketi. Bu doğal hâdiseyi en az kayıpla atlatabilmeyi mümkün kılacak tedbirlerin alınması mümkünken bunların 21 yıl boyunca alınmamış olduğunun ortaya çıkmasının yanında, deprem ânında ve hemen sonrasında arama, kurtarma ve yardım hizmetlerindeki büyük aksama ve Kızılay skandalı.

Uzatmaya gerçekten gerek yok. İktidarın bu performansının, ekonomik sorunlarla özellikle bir araya geldiğinde, Türkiye seçmeni nezdinde bir tepki doğuracağını ve seçimlere muhalefet lehine yansıyacağını düşünmüştüm. Ancak, öyle görünüyor ki, Türkiye seçmeninin en az yarısı, yâni en az iki seçmenden biri, hukuk devleti ve demokrasi değerlerini önemsemiyor veyâ bu kavramları benim anladığımdan çok farklı biçimde yorumluyor. Yine an az iki seçmenden biri, ekonomik sorunların abartılmaması gerektiğini veyâ bu sorunların asıl sorumlusunun iktidar olmadığını yâhût da kim olsa bu sorunların yine de başımıza geleceğini düşünüyor. Böyle olmalı, aksi takdirde bu hukuk ve ekonomi performansı ile yine aynı kişiye ve partisine veyâ müttefiklerine oy vermenin gerekçesini anlamak kolay değil.

Belki, şu tür bir akıl yürütme geçerlidir. Yukarıdaki bütün olumsuzluklara rağmen, bu olumsuz gidişâtı düzeltebilecek olanın yeni de mevcut iktidar olduğu kanaati yerleşmiştir. Hani “yaparsa AK Parti yapar!” sloganındaki gibi. Buna belki, “başımıza bir büyük felâket geldi ama bunun sebebi hükûmet değil ki, gereği neyse yine bu hükûmet yapar ve düzeltir!” türü bir akıl yürütme de eklenebilir. Özellikle deprem bölgesinde Erdoğan’ın ve AKP’nin birinci gelme performanslarının ardında böyle bir muhakeme de yok sayılamaz.

Türkiye seçmeninin en az yarısının bu gelişmelere, farklı gerekçelerle de olsa, iktidarı destekleyecek yönde tepki verebileceğini gerçekten düşünemedim ve galibâ asıl yanılgım bu oldu.

MİLLİYETÇİLİK ZİRVEDE

Bu kadar yanılgıya rağmen, yanılmadığım bir konudan da söz etmeliyim. Türkiye’nin özellikle 2017’deki anayasa değişikliğinden sonra hızla otoriter bir rejime sürüklendiği kimse için bir sır değil. Bu rejimi siyâset bilimi ile uğraşanlar, yarışmacı otoriterlik, illiberal demokrasi, seçimli otoriterlik gibi terimlerle adlandırabiliyorlar. Adlandırmalar, şimdi üzerinde durmak istediğim konu bakımından çok önemli değil. Önemli olan, bu tür bir rejimin eskisinden farklı yönleri ve hangi etkenler altında geçildiği.

Bununla ilgili, öteden beri üzerinde düşündüğüm bâzı tesbitlerim var. Bunlardan ilki, Türkiye’nin zannedildiği gibi demokratik bir geçmişe sâhip olmadığı. 2017 sonrasını otoriterleşme diye nitelendirdiğimiz zaman, sanki Türkiye Cumhuriyeti daha önce otoriter bir rejime sâhip değilmiş gibi bir yargıda bulunmuş oluyoruz ki, bu doğru değil. 2017 sonrasındaki değişim, otoriterliğin formunda ve dozunda bir değişim olarak ifâde edilirse daha yerinde olur.

Dile getirmek istediğim ikinci tesbit de buna bağlı. Cumhuriyet, Türkiye’de homojen bir kültürel kimlik ve bu kimlik temelinde bir Türk millî/ulusal devleti inşâ etmek üzere kuruldu. Bununla birlikte, bu kültürel kimliğin etnik ve dinî ya da inançla ilgili bileşenlerinin farklı yorumları, büyük ölçüde Osmanlı’nın son döneminden devralınan çizgiler üzerinden ortaya çıkıp gelişti. Bu farklı yorumlardan ilki, Türk ulusal kültürünü modernist, lâik bir temelde kavramaya yönelikti ve dinin siyâsî kamusal hayattaki varlığını ve etkisini mümkün olduğu kadar azaltmayı, hattâ -özellikle tek-parti döneminde- dışlamayı amaçlıyordu.

İkinci yorum ise, Türk millî kültürünün (kimliği), dinden, yâni İslâm’dan ayrı düşünülemeyeceğini kabûl ediyordu. Bu ikinci yorumun “Türk-İslâm Sentezi” olarak da bilinen en genelgeçer versiyonu, kanımca, 1982 Anayasası’nın da temelini meydana getirmektedir. Buna karşılık, söz konusu sentezde dinin ağırlık derecesinin artmasına paralel olarak, yorumun siyâsî İslâm’a veyâ İslâmcılık’a yakınlaştığını da biliyoruz.

Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli, bu farklı millî/ulusal kültür ve kimlik yorumlarına göre farklılaşma gösterebilen ama sonuçta hepsi aynı sonuca, yâni “tek millet-tek kültür” denklemine varan milliyetçilik ile belirlenmiştir. Bu milliyetçiliğin farklı versiyonlarını zorlayan, çelişkilerini açığa çıkaran muhalif toplumsal güçler ise, Kürt siyâsî hareketinin ve Alevîlerin talepleri olmuştur. Buna ek olarak, kuşkusuz, böylesi bir milliyetçiliğin payandası olan “sınıf çatışmasını inkâr eden dayanışmacı toplum tezi” ile homofobik eril tahakküm kültürü de zikredilmelidir.

Cumhuriyet’in yüzyıllık siyâsî hayâtında, milliyetçi devlet kurgusunu tehdit edecek biçimde sürüp giden bu çelişki ve çatışmaların özellikle 2011’deki Suriye iç savaşındaki gelişmelerle vardığı bir noktada, bence “otoriter başkancılık” olarak adlandırılması gereken bu sisteme geçiş yaşanmıştır, “bekâ sorunu” diye formüle edilen, Cumhuriyet’in tekçi yapısını muhafaza etme kaygılarını besleyen bir sorunlar yumağının ürünü olarak.

14 Mayıs seçim sonuçları, TBMM’nde milliyetçiliğin bütün versiyonlarının kâhir ekseriyette oldukları bir tabloyu gözler önüne sermiş bulunmaktadır. Modernist ve Kemalist tek-parti dönemine göre hayli esnetilmiş görünen lâik Türk milliyetçiliğinden (CHP ve genel olarak Millet İttifâkı) Türk-İslâm sentezinin ana gövdesi olarak AKP-MHP ve YRP-HÜDAPAR birlikteliğine AKP içinden de katılımlarla genişleyebilecek İslâmcı milliyetçiliğe, her renkten milliyetçiliği TBMM’de görebilmekteyiz.

UMUT

Bu milliyetçi meclis tablosuna baktığımda, başta sözünü ettiğim isâbetsiz tahminlerime rağmen, temel bir konuda yanılmadığımı görmekteyim. Şöyle ki, Türkiye’nin bir türlü demokratikleşememesini, bu toplumda ve dolayısıyla ülke siyâsetinde yerleşiklik kazanmış milliyetçiliğin aşılamamış olduğuna bağlıyorum. 14 Mayıs sonrası tablo bu bakımdan beni te’yid ediyor. Peki, umut var mı?

Seçimlerden önceki tahminlerime dönerek cevap vermeyi deneyeceğim. Tahminim, Kılıçdaroğlu’nun Cumhurbaşkanı seçimini kazanacağı yönündeydi. Bu hâlâ mümkün. Buna karşılık, TBMM’nde hiçbir ittifâkın çoğunluğu elde edemeyeceğini öngörmekteydim ve bu durumda Yeşil Sol Parti’nin TBMM’de anahtar rolü oynayacağını düşünmekteydim. Böylece, Millet İttifâkı içinde, İYİP’in Yeşil Sol Parti’yi dışlayan katı milliyetçiliğinin törpülenebileceğini ve demokratikleşme yönünde adımlar atılabileceğini umuyordum.

Kılıçdaroğlu’nun ikinci turda Cumhurbaşkanlığı’nı kazanması, bu umudu diriltebilir çünkü, Cumhurbaşkanı’nın anayasal konumu ve yetkileri, TBMM karşısında kendisine bir üstünlük vermektedir. Buna ek olarak, Cumhurbaşkanlığı’nı yitirmiş olan Cumhur İttifâkı’nın parlâmenter sisteme veyâ -hiç konuşulmayan- yarı-başkanlık sistemine doğru bir değişime râzı olabileceği düşünülebilir. Böyle bir gelişme, göreli de olsa bir demokratikleşme sürecini başlatabilir. Yâhût, Cumhur İttifâkı çoğunluğu TBMM’ni Kılıçdaroğlu’nun icraatlarını bloke etmek için kullanma yolunu seçebilir. Bu durumda da sistem kilitlenebilir ve belki bir erken seçim gündeme gelir.

Bunların olabilmesi için Kılıçdaroğlu’nun ikinci turda Cumhurbaşkanı olması gerekir ama, bu mümkün müdür? Mümkündür tabiî ama, böyle bir TBMM aritmetiği karşısında ne kadar gerçekçidir, bunu kestiremiyorum. Burada anahtar, birinci turda beklentilerin üzerinde bir oy elde etmiş olan Sinan Oğan’ın Kılıçdaroğlu’na destek verip vermemesinde, daha doğrusu Oğan’a oy vermiş seçmenlerin ikinci turda Kılıçdaroğlu’na yönelip yönelmeyecekleridir. Bu olursa, Kılıçdaroğlu ikinci turda seçimi önde bitirebilir ve Türkiye siyâsetinin yönü beklenmedik biçimde değişebilir.

14 Mayıs seçimlerinde beklenmedik pek çok şey oldu, 28 Mayıs’ta da olabilir. Neden olmasın? Ayrıca, demokratikleşme yönünde pozitif gelişmeler olmasa da, umut hep vardır. Amaç, bu cumhuriyeti demokratikleştirmek değil, demokratik cumhuriyeti inşâ etmek ise, zâten bunun için her halükârda ciddî bir mücâdele verileceğini de biliyoruz.


Levent Köker: Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara'da, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi'nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997'de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler'le birlikte "Bu Suça Ortak Olmayacağız" beyanında bulunduğu için, Yakın Doğu Üniversitesi'ndeki görevinden uzaklaştırıldı (2016). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İki Farklı Siyaset, Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye adlı kitapların yazarıdır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Levent Köker Arşivi