Ragıp Zarakolu

Ragıp Zarakolu

Yaşadıklarımızı İran Üzerinden Okumak

Reis Erdoğan’ın İran devriminin gelişimini iyi inceleyip, okuduğu anlaşılıyor. O ve etrafındaki kadro da Humeyni’den sonra, tarihe bir "ilk" olarak iz bırakmak istiyorlar.

Ragıp ZARAKOLU

Dış haberler servisini yönettiğim Demokrat gazetesi için İran Devrimi hakkında bir yazı dizisi hazırlamak üzere 18 Eylül 1980 tarihinde Tahran’a uçacaktım. 1971, 12 Mart darbesinden sonra iptal olan pasaportumu sonunda çıkartabilmiştim. "Pasaportum cebimde" diyordum Sevgili Hrant gibi. "Ey Dünya bekle beni!"

Gazete darbe sabahı kapanmıştı, "ikinci bir emre kadar" ibaresiyle Sıkıyönetim tarafından. O ikinci emir gelmediği gibi, kendimi 1982 kışı, Aslan Başer Kafaoğlu ve Emil Galip Sandalcı ile birlikte tutuklanmış olarak buldum gazeteden dolayı. Gazeteye, 36 aydının kurduğu yasal şirket yapımıza sahip çıktık. Her şeye karşın hala hukuk kurallarına saygılı savcı ve hakimler vardı, o ağır koşullar altında bile. Tutuksuz olarak başlatılan soruşturma ve yargı, İstanbul Sıkıyönetimden, Diyarbakır Sıkıyönetime, sıkıyönetim orada da kalkınca İstanbul 2. Ağır Cezaya taşındı ve 1990 yılında beraat ile sonuçlandı ve 1991 yılında yirmi küsür yıl sonra nihayet bir pasaport sahibi olabildim.

Gazetecilik tutkusu var ya, Tahran için bir şansımı deneyeyim demiştim, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra da. Pasaport iptal olmuş oysa hemen darbeden sonra. Gitseydim de, 12 Eylül darbesinden bir hafta sonra başlayan İran/Irak Savaşının içine düşecektim.

Eğer İran’a gitmeyi başarsaydım, çok sıkı bir programım vardı. İlkin 1921 yılında Sovyet yönetimi kuran, Hazar kıyısındaki Gilan kentine gidecektim. Kente İran solu, Fedayin hakimdi. Sonra doğuya Türkmenistan sınırındaki Horasan bölgesine gidecektim. Toprak işgalleri başlatan güçlü bir köylü hareketi vardı. Ve elbette Mahabat’a gidecektim. Aslında Humeyni rejimi orada kurşuna dizmeleri başlatmıştı bile.

Gazete çıktıktan bir ay sonra zaten Afganistan’da Sovyet işgali başlamıştı, sol içi yoğun bir tartışmaya yol açarak. Türkiye’de ise resmen bir iç savaş yaşanıyordu ve Demokrat bu iç savaşın güne gün takipçisi olmuştu.

Geleneksel olarak "tarafsız" bir konumu olan Afganistan’da Sovyetlerin desteklediği "İlerlemeciler" darbe yapmış, ABD de Türkiye’de "darbe"yi pişirirken, Sovyet destekli darbeye karşı, İslam aşını Suudiler aracılığı ile pişirmeye başlamıştı.

Afganistan ve İran’dan sonra ABD ve NATO sistemi bir iç savaş Türkiye’sini kaldıramazdı. 12 Marttan sonra bir daha darbe olmaz yorumları yapılırken, "bizim çocuklar" diye nitelenen Generaller işi halletti, bugüne kadar gelen ve halen totaliter sisteme dönüşen baskıcı sistemin temelleri atıldı.

Amerika’nın başında yine "topal ördek" konumunda "Demokrat" Carter vardı. Trumpların atası Reagan iktidara hazırlanırken, ABD kendisi İran’a dalamayınca, Kürtleri ezmek uğruna Şah’a teslim olduklarını düşünen Saddam’ı saldılar üzerine. Suudi dostları üzerinden ise, Afganistan’a cihadist İslam mücahitlerini harekete geçirdiler.

Reagan, Sovyetleri "şeytan" imparatorluğu diye niteliyordu. Hakikaten İslamı da seferber ederek onu çökermeyi başardılar.

18 Eylül’de Tahran’a uçabilseydim,  dört gün sonra Irak-İran savaşının patlak vermesine tanık olacak, tam içine düşecektim.15

Aslında Saddam ucuz yoldan diz çöktüreceğini sandığı, ordusu çökmüş İran’ı kısa zamanda devre dışı bırakıp, Abadan petrol bölgesini kopartabileceğine inanıyordu.

Ama dinci ideolojinin güçlenmesine olanak sağladılar bu savaş ile.  İçerde Kürtlerin, solun ve güçlü bir İslamcı akım olan Mücahidin’in, liberallerin sıkı muhalefeti ile köşeye sıkışmış olan Humeyni rejimine kan taşıdı Saddam bu savaşı başlatarak. Humeyni rejimi bu savaş içinde istikrar kazandı, yeni bir ordu yanında, Devrim Muhafızları denilen milis teşkilatını da kurdu, Kürtleri iyice ezip dağıttı.

Humeyni daha Şubat ayında Hizbullah’ı Halkın Mücahitleri örgütüne saldırttı. Aynı sırada sol partilere, derneklere, kitapçılara saldırıldı. Bir çeşit pogrom yaşandı. 20 Haziran 1980’de ise muhaliflerinin güçlü gösterisini şiddet kullanarak dağıtmayı başarmıştı. Artık sol yer altına inmeye başlamıştı.

Saddam, İran’da iç çelişkiler tırmanırken, saldırmak için en uygun zaman diye düşündü. Şah’ın, geçmişte Barzani’nin KDP’sini desteklemesinin öcünü alacaktı. Şu Kürtlerin kellesini alacağım diye, Cezayir antlaşması ile İran’a gereğinden fazla ödün verdiğini düşünüyordu. Aklınca sıra şimdi ondaydı. ABD ve müttefikleri ise, Saddam’ın Humeyni’yi tamamen halledemese bile, hayli sarsıp, meşgul edeceğini düşünüyordu.

Ve tabii en ağır bedeli yine Kürtler ödeyecekti. Kimyasal silah kullanımı ile kitlesel kıyımdan, istikameti çöl olan tehcir uygulamasına dek, bir soykırım örneğine tanık olunacaktı.

Siyasal İslamın dünya çapında yükselişine yol açan İran devrimi ve Humeyni, kendilerinin en büyük rakibini de yine Siyasal İslam içinde yer alan Halkın Mücahitleri ile bulacaktı.

Halkın Mücahitleri ise kendilerinin zor kullanımıyla tasfiyesine karşı, ses getiren suikast eylemleri ile yanıt verecekti. Ki bu eylemler de Humeyni rejiminin daha da güçlü biçimde kalıcı olmasına neden olacaktı.

Reis Erdoğan’ın İran devriminin gelişimini iyi inceleyip, okuduğu anlaşılıyor. O ve etrafındaki kadro da Humeyni’den sonra, tarihe bir "ilk" olarak iz bırakmak istiyorlar.

Referandum taktikleri de İran örneğinin kötü bir taklidi.

Humeyni ilk İslam Cumhuriyetinin kurucusu olmayı başardı. Ama bir Şia Cumhuriyeti olarak… Başkan ve adamları da Yeni Türkiye’yi, 2023’yılına kadar bir Sunni İslam Cumhuriyeti olarak inşa etmeyi hayal ediyor ve onun için çalışıyorlar. Onların ütopyası da bu.

Muhaliflerin uyguladığı şiddetin otokratik sistemi yıkmak yerine nasıl güçlendirdiği konusunu da sonraki yazımızda ele alalım.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ragıp Zarakolu Arşivi