Yunanistan göçmenleri 'geri itmek' için 'paramiliter' yapı oluşturdu

“Yunanistan Sahil Güvenliği’nin geri itme olaylarına doğrudan müdahil olması açıkça görünürken, görüntülerin bir kısmında yüzü maskeli ve üniformasız kişiler de var. Biz bu teşhisi mümkün olmayan kişileri “komandolar” olarak tanımlıyoruz.”

Göç, göçmenlik ve beraberinde getirdiği sıkıntılar hep gündemimizde ama görünen o ki bu sorunun insani, hukuki boyutu devletlerin çıkarları ve güvenlik politikalarına paralel olarak göze görünmez kılınabiliyor. Bu “görünmez” kılma hali, göçmenliğin insan hak ve özgürlükleri kapsayan yanını baskı altına almakla kalmıyor, bu alanda çalışan insan hakları örgütlerinin elini, sesini, sözünü de etkisiz kılmanın yolunu da açıyor.

Meselenin göç, insan kaçakçılığı ve bunun etrafında oluşan devasa rant ve devletler arası “üst çıkarlar” üzerinden şekillendiği gerçeği karşımızda duruyor. Göçmenlerin Avrupa’ya geçiş güzergâhı üzerinde olan Türkiye ve Yunanistan arasında da göçmenler üzerinden zaman zaman açığa çıkan siyasi kavgalara tanıklık ediyoruz. Yunanistan cezaevlerinde binlerce Türkiyeli mahkûm olduğunu öğrenmek benim açımdan oldukça çarpıcıydı ve eminim sorunun bu boyutunu ilk defa öğrenenler için de çarpıcı olacağı kanaatindeyim. İnsan kaçakçılığın ve onun etrafında oluşan rantın kurbanları olan ve “kaptanlar” olarak anılan bu insanlar var olan sorunun bir başka ayağını oluşturuyorlar. Buna dair daha önce hazırladığım “bir nefret öznesi olarak kaptanlar” adlı yazı dizisine göz atabilirsiniz.

Bire bir tanık olduğum ve hikayelerini dinlediğim bu insanlara ve göçmenlere dair Yunanistan’ da çalışan insan hakları kuruluşları ve gönüllülerden oluşan gruplar ellerinden geldiğince, hak ve özgürlükler temelinde yaşananların takipçisi olmaya çalışıyorlar. Bu gruplardan birisi de Legal Centre Lesvos (Midilli Hukuk Merkezi)

Midilli Hukuk Merkezi ile göçmenleri, Yunanistan cezaevlerinde bulunan ve kaçakçılık ağının en sonundaki, sayıları binlerle anılan “Kaptanlar”ı, Yunanistan ve Türkiye arasında yaşanan gerilimin göçmen ayağını, insan hakları örgütlerinin çalışmalarını ve sorunun siyasi, hukuki ve insani boyutunu konuştuk.

ab678a15-b2e5-44c1-b336-8d6f7f25d308.jpeg
Yunanistan’ da çalışan insan hakları kuruluşları ve gönüllülerden oluşan gruplar yaşananların takipçisi olmaya çalışıyorlar. Bu gruplardan birisi de Legal Centre Lesvos (Midilli Hukuk Merkezi).

-Öncelikle bize Legal Centre Lesvos’un kuruluş amacından, kimlerden oluştuğundan ve çalışmalarından kısaca bahseder misiniz?

Öncelikle depremden etkilenen tüm bölge sakinlerine iyi dileklerimizi iletmek isteriz. Yaralılara acil şifa, yakınlarını kaybedenlere de sabır diliyoruz. Gönlümüzün sizinle olduğunu bilin isteriz; zira afetler de yarattıkları tahribat da sınır tanımıyor. Yıkılan kentlerin ve hayatların hem bölgedeki imeceyle hem de uluslararası dayanışmayla tez zamanda toparlanacağına dair inancımızı koruyoruz.

Midilli Hukuk Merkezi (Legal Centre Lesvos) resmi olarak kâr amacı gütmeyen bir sivil toplum örgütü. Adımızdan da anlaşılacağı üzere Midilli Adası’ndayız. Faaliyet alanımızı dört öbekte kabaca özetlemek mümkün: Öncelikle Türkiye’den adaya ayak basan ve/veya uluslararası koruma talep eden herkese sığınma başvurularının tüm adımlarında ücretsiz hukuki destek sağlıyor, onları hakları konusunda bilgilendiriyor ve istedikleri takdirde talepleri doğrultusunda faydalanabilecekleri diğer hizmetlere resmi olarak sevklerini gerçekleştiriyoruz. İkinci olarak statüleri nedeniyle kriminalize edilen göçmenlerin avukatlıklarını üstleniyoruz.

Bu davalar arasında Avrupa’da sıkça dile getirildiği isimleriyle ‘tekne sürücülerinin’ veya ‘kaptanların’ davaları da bulunuyor. Bu davalar, yetkililerin yanaşan tekne ve botlardaki en az bir kişiyi gemi kaptanlığı üzerinden insan kaçakçısı olmakla itham ettikleri, ve bu kişilerin göçmen olup olmamasından bağımsız olarak cezai yaptırımı yüzyıllara varan hapis cezalarıyla yargılandıkları davalar. Üçüncü öbek göçmenlerin haklarının sistematik olarak ihlal edildiğini tespit ettiğimiz stratejik vakaları davalaştırmak. Geçtiğimiz yıllarda bu davaların çoğunluğu, Yunanistan’ın uyguladığı geri itme (pushback) olaylarına ve statülerinden ötürü adada kötü kamp koşullarında yaşayan göçmenlerin acil sağlık hizmetlerine erişimlerinin engellenmesine dayanıyor.

Legal Centre Lesvos olarak bu davaların bir kısmını Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşıdık. Son olarak bulgularımız ve raporlarımız ışığında, başka sivil toplum kuruluşlarıyla iş birlikleri kurarak, gazetecilere, aktivistlere ve akademisyenlere ulaşarak ulusal ve uluslararası kamuoyu yoluyla yetkili kurum ve kişilere hak ihlallerini sonlandırmaları yönünde baskı mekanizmaları oluşturmaya çalışıyoruz. Bu ‘savunuculuk’ adı altında yürüttüğümüz etkinlikler, beri yandan göçmenlerin politik özneler olarak taleplerini de görünür kılmayı da amaçlıyor.

Tüm faaliyetlerimizin ilkesi “göçmenlerin haklarını savunmak ve genişletmek” yönünde. Yatay örgütlenmelere inanıyor ve temel ilkelerimizle ters düşmediği sürece kararlarımızı bu doğrultuda konsensüs yoluyla alıyoruz. Bağımsızlığımızı önemsiyoruz; bu nedenle AB’den, devletlerden ve NATO/BM gibi ulusüstü kuruluşlardan bağış veya fon kabul etmiyoruz. Burada ilkesel olarak eleştirdiğimiz kurumlara dair eleştirelliğimizi koruyabilmek kadar, aynı kurumlarca ekonomik bağımlılık altında tabi tutulabileceğimiz bir rehinelikten de kaçınma istediğimiz rol oynuyor. Destekçilerimiz, hem bize kişisel bağışlarıyla katkı sağlayan yüzlerce insandan, hem de bizimle ortak bir politik perspektifi paylaşan ve faaliyetlerimize bir ‘finansal proje’ olarak yaklaşmayan, çoğu zaman öz örgütlü politik organizasyonlardan ve kurumlardan oluşuyor.

-Yunanistan ve Türkiye hükümetlerinin göçmenler ve onları Yunanistan adalarına taşıyan ve “kaptanlar” olarak anılanlara dair yaklaşımı, çalışmalarınızı nasıl etkiliyor ve özellikle “kaptanlar” olarak anılan gruba dair ne tür sonuçları oluyor?

Burada ‘kaptan’ kelimesini kullanırken ne anladığımızı biraz açmak önemli olabilir; BM'nin insan kaçakçılığına karşı oluşturduğu protokoller kaçakçılığın bir maddi veya ayni bir fayda/kâr amacı gütmesi gerektiği ön şart koşar. Fakat AB’nin 2000'de bu alanda aldığı bir dizi karar BM’nin ‘fayda/kar amacı gütme’ ön şartını ortadan kaldırarak AB’ye giren her botun içerisinde en az bir ‘kaçakçı’nın olacağı tezine dayanıp, kaçakçının da ‘tekne kaptanın ta kendisi’ olduğuna hükmedilmesine vesile oldu.

Bu noktada insan kaçakçılığıyla uğraşan şebekelerin bu gerçekliğin farkında olduğunu, bu nedenle de cezai yaptırıma tabi tutulmamak için teknelere kendi mensuplarının binmediklerini söylemek gerçek dışı olmayacaktır. Bazı nadir vakalarda bu şebekeler, bir ‘aracıya’ iş karşılığı ödeme yaparak tekne kullandırtabiliyorlar, ama bu sayı genele oranla düşük. Her iki durumda da kolluk güçleri veya sahil güvenlik yetkilileri, adaya yanaşan tüm tekne ve botlarda ivedilikle bir kaptan aramaya koyuluyor, bu süreçte sıkça teknedeki diğer göçmenleri zorla sorguya tabi tutuyorlar. Devamında kaptanlıkla suçlanan kişiler Türkiye’den adaya vardıkları anda tutuklanıyorlar.

Bu sürecin hızı, hiçbir şekilde yasal desteğe erişimlerine imkân bırakmıyor; haklarından habersiz ve avukat desteğinden yoksun göçmenler, çoğunlukla çevirmenler olmaksızın zorla imzalattırılan kağıtların da desteğiyle cezai yaptırıma maruz kalıyorlar. Bu alıkonulma sürecinde işkenceye yönelik şikayetlerle çok sık karşılaşıyoruz. Eğer hiçbir avukat görme şansları olmadıysa, çoğunlukla bir geri gönderme merkezine aktarılıyor, ardından çıkarıldıkları mahkemelerdeyse birçok ihlal ve delilden yoksun iddianamelerle yüzyıllara varan hapis cezaları alıyorlar. Ceza sürelerinin bu kadar yüksek olması, kaptanların teknedeki kişi başına veya teknenin batıp batmadığına paralel olarak ek ceza almalarından kaynaklanıyor. Bir başka deyişler teknede ne kadar fazla insan varsa veya tekne ne kadar zarara uğramışsa, ceza süresi de bunlarla doğru orantılı olarak artıyor.

Biz kaptanların davalarını üstlenen bir kurumuz, zira kaptanlara dayatılan insan kaçakçılığı veya insan ticareti gibi suçlamaların, sadece sınırları geçmeye çalışan göçmenlerin kriminalize edilmesinde araçsallaştırıldığı inancını taşıyoruz. Bu davalar aynı zamanda fazlasıyla hak ihlali barındıran, çok hızlı görülen, tutuklu yargılanma sürelerinin çok uzun olduğu ve çevirmenden yoksun olarak gerçekleşen davalar. Legal Centre Lesvos olarak bu kişilerin avukatlıklarını üstleniyor, müdahiliyetimizi de insan hakları çerçevesine ve hukukun üstünlüğüne dayandırıyoruz. Bu süreçte sözde ufak bürokratik sorunlar barındırdığı iddia edilen, ama aslında ırkçı bir retorikle insanları cezalandırma üzerine inşa edilmiş sistemlere ve kurumlara da karşı direniyoruz.

Türkiye ve Yunanistan’daki hükümetlerin kaptanlara yönelik politikalarını tek bir noktada özetlemek çok güç. Ama genel duruşlarının göçmenlere (hatta hareket halindeki insanların tamamına) yönelik tutumlarından farklı olmadığı aşikar. Yunanistan'da hapishaneler kaptanlıkla suçlanan binlerce göçmenle doluyken, ülkenin dört bir yanına yayılmış göçmen kampları da açık hava cezaevleri gibi işletiliyor. Türkiye’deyse göçmenlere yönelik ırkçı saiklerle bezeli şiddet (hele ki depremden sonra) artmakta ve bu şiddet, görece daha ilerici ve demokrat seslerin, politik partilerin ve sivil toplumun da içerisinde kendini yeniden üretebiliyor.

-Bir sohbetimizde, Yunanistan’ın göçmenlerden oluşan “paramiliter” tarzı bir yapı kurduğuna ve bunların göçmenlerin “geri itme” (Pushbacks) politikasında kullanıldığına dair haberler aldığınızı ifade ettiniz. Bunu bize biraz açar mısınız?

Geçtiğimiz üç yılda Yunanistan’da yaşanan geri itme olaylarına dair belgeleme yapıyor, bu olayların ‘insanlığa karşı işlenen suçlar’ kapsamında olduğunu vurguluyoruz. Bu hususta AİHM’e beş tane dava taşıdık ve bu davalardan iki tanesi de mahkeme heyeti tarafından incelenmek üzere ilk prosedürel süreci geçti. Bu zamana kadar biz dahil Yunanistan’daki bütün sivil toplum kuruluşlarının ve insan hakları örgütlerinin topladığı kanıtlar, Yunanistan makamlarınca ‘sahte belge’ veya ‘Türkiye propagandası’ olarak yaftalandı.

Dahası, kanıt toplama ve belgeleme süreçlerinde doğrudan veya dolaylı olarak faaliyet yürüten kişi ve kurumlar, insan kaçakçılığı yapan şebekelerle iş birliği yapıyor olmakla suçlanıyorlar. AİHM davalarına sunduğumuz kanıtlarda Yunanistan Sahil Güvenliği’nin geri itme olaylarına doğrudan müdahil olması açıkça görünürken, görüntülerin bir kısmında yüzü maskeli ve üniformasız kişilerin de bu uygulamalarda faal olduğu görülüyor. Biz bu teşhisi mümkün olmayan kişileri “komandolar” olarak tanımlıyoruz. Bu komandoları teşhis etmek mümkün olmamakla beraber, belgelenen ve kanıtlarla desteklenen geri itme olaylarında izledikleri yöntemlerin tutarlılığı, sürekliliği ve aynı zamanda Yunanistan makamlarıyla ve kolluk gücüyle koordineli ve organize olarak hareket ediyor olmaları; bu kişilerin Yunanistan devletinin bir uzantısı olduğu, kuvvetle muhtemel polis veya sahil güvenlik birimlerinden seçildikleri ihtimalini güçlendiriyor.

Bu komandolara ek olarak, yakın zamanda çeşitli gazetecilerce göçmenlerin tanıklıklarına dayandırılarak yapılan araştırmalar ve yayınlar, Yunanistan makamlarının geri itme operasyonlarını desteklemeleri için göçmenleri de araçsallaştırdığını, söz yerindeyse bir 'gölge ordu' kurduğunu ortaya attı. Tanık ifadelerinde bu göçmenler geri itmelere katılmaya zorlandıklarını, bazen kendilerine yetkili mercilerce sığınma başvurularında kolaylık sağlanacağı sözü verildiğini, bazen de sınır dışı edilmekle tehdit edildiklerini belirtiyorlar. Bizim davalaştırdığımız vakalarda göçmenlerden topladığımız tanık ifadeleri de geri itilenlerin bir kısmının, Yunanistan polisiyle beraber hareket eden göçmenlerin varlığına tanık olduğunu, bu kişilerin polise çevirmenlik yaptığını belirtiyor. Yunanistan Göç ve Sığınma Bakanı Notis Mitarakis bu suçlamaların tamamını daha önce de belirttiğimiz ‘sahte belge’ veya ‘Türkiye propagandası’ olarak niteleyerek reddetti.

Geri itme operasyonlarında bu kimliği tespit edilemeyen komandoların ve zor yoluyla göçmenlerin kullanıyor olması bize, devletin bu operasyonların devamlılığı için ne kadar ileri gitmeye hazır olduğunu da gösteriyor. Aynı zamanda bu durum devletin üzerindeki sorumluluğu savmaya yönelik teşebbüsünü de gözler önüne seriyor: her ne kadar kanıtların bize açıkça gösterdiği üzere bu komandolar ve göçmenler devlet aygıtının bir parçası olsalar da… Ege Denizi’nde artan geri itmeleri belgelemeye giriştiğimiz şu üç yıllık süreçte bu eylemler hiçbiri cezai bir yaptırıma uğramadı, aksine dokunulmazlıkları varmışçasına daha görünür olarak yürütülmeye devam ediliyorlar. Geçtiğimiz aylarda Midilli’de bırakın göçmenlerin uğradığı şiddetin insanlarda yarattığı fiziksel/ psikolojik tahribatı ya da kullanılan yöntemlerin tamamıyla ulusal/ uluslararası hukuka aykırı olmasını konuşmayı, bu uygulamalardaki şiddetin arttığını, hukukun üstünlüğüne saygı savının defalarca çiğnendiğini tecrübe ettik ve belgeledik.

Aile fertlerinin birbirlerinden zorla ayrıldığı, insanların açıkça işkenceye uğradığı, çok zorlu sağlık koşullarında yelkensiz can sallarında kaderlerine terk edildikleri ve en acısı boğuldukları veya öldürüldükleri olayların ardı arkası kesilmiyor. Durumun vahametini anlatmak her geçen gün güçleşirken, geri itmelerin faaliyet alanlarının ve biçimlerinin genişlediğine tanık olmaktayız. Yukarıdaki tablodan bir yandan herhangi bir göçmenin her an devlet aygıtlarınca bu insanlık dışı uygulamalarda nasıl kullanılabileceği anlamı çıkarken; diğer yandan da devlet makamlarının potansiyel olarak sorumluluktan nasıl sıyrılmayı hedefledikleri ve bu durumun zaten halihazırda korunmasız, tenkide ve sömürülmeye açık, tamamen güvencesiz koşullarda yaşamaya zorlanan göçmenlerin durumlarını nasıl daha da kötüleştirdiği anlamı da çıkıyor. Ne AB düzeyinde ne de Yunanistan yargı mercilerinde bu olayları odağına alan tek bir soruşturma açılmış değil. Yunanistan bu yönde gelen tüm suçlamaları cansiperane bir dille reddediyor; tıpkı geri itmelerin varlığını reddedip, uygulamaların sadece ‘sınır güvenliğinin tesisi ve ulusal egemenlik çerçevesinde’ yapıldığını iddia etmesi gibi.

ff2d0c90-e95b-4ea5-ba52-0a0f41ecbc63.jpeg
Yunanistan güvenlik güçlerinin Ege Denizi'nde göçmenlere karşı 'geri itme' operasyonlarında kimliği tespit edilemeyen kişileri kullandığı ileri sürülüyor.

-Müdahil olduğunuz davalar üzerinden konuşursak, karşınıza çıkan sorunları ve bunların yarattığı hukuki ve insani sonuçlarına dair ne söylemek istersiniz?

Sığınma başvurularında en sık karşılaştığımız sıkıntı göçmenlerin adadaki yaşam koşullarında karşılaştıkları problemler, zira özünde bu koşullar cezaevi koşullarından farklı değil. Sağlık, eğitim, gelir desteği, iş piyasasına dahiliyet ve barınma gibi temel hizmetlere erişim bir yandan çok güç, bir yanda da var olan uygulama alanları devlet politikaları neticesinde her geçen gün daha da daralıyor veya sınırlandırılıyor. AB-Türkiye Mutabakatı sebebiyle adaya gelen insanlar, sığınma başvuruları sonuçlanana kadar adadan ayrılmaktan menediliyorlar. Kamplardaki insanlık onuruna uygun olmayan güvencesiz yaşam koşulları da buna ekleniyor; zira kamplara giriş-çıkış saatleri tamamen rastgele kararlarla değiştirilebiliyor ve bu sayede kamp sakinlerinin sürekli olarak seyahat özgürlükleri ihlal ediliyor.

Cezai suç iddiası taşıyan davalardaysa çoğunlukla prosedür hatalarına tanık oluyor ve bunları raporluyoruz; göçmenlere karşı yöneltilen tanıklıklar çoğunlukla sahil güvenlik birimlerinden veya polis memurlarından alınıyor. Bu tanıkların büyük bir kısmı mahkemelere dahi gelmemekle beraber, alınan tanıklıklar çoğunlukla ya bir kanıta dayanmıyor ya da kanıtlarla çelişiyor. Mahkeme dinlemeleri çok hızlı işletiliyor veya mahkemeler çok ileri tarihlere erteleniyor. Bu da tutuklu yargılanan göçmenlerin tutukluluk sürelerini uzatıyor ve itiraz mahkemeleri görülene kadar yıllar geçiyor. Mahkemeler sıkça çevirmenden yoksun görülüyor veya profesyonel olmayan ve dil bilgisi şüpheli kişiler çevirmenlik yapıyor; bu nedenden ötürü göçmenlerin bırakın neyle suçlandıklarını anlaması, kendi ifadelerinin dahi alınması mümkün olmuyor. Cezaevi koşullarına girecek olursak durum daha da karanlıklaşıyor (ve belki daha da tanıdık oluyor). İnsan onuruna hiçbir şekilde uymayan koşullar ve uygulamalar bize sıkça şikâyet olarak iletiliyor.

Biz bu konuda beraber yapmamız gereken çok iş olduğuna inanıyor ve politik olarak farklı cephelerden götürülmesi gereken bir mücadeleyi tarif etmeye uğraşıyoruz; politik partiler, demokratik kitle örgütleri, sendikalar ve sivil toplumun tamamı gündemine bu işlediğimiz temel hak ihlallerini mutlaka almalı. Daha da önemlisi ümidimiz ve çalışmalarımız, Türkiye ve Yunanistan’da sivil toplum alanında faaliyet gösteren bütün kurumların daha etkin bir dayanışma içinde olması ve birbirlerini göçün müsebbibi olarak suçlamaktansa, yaşananları coğrafyalarının ortak bir meselesi olarak ele alması yönünde. Legal Centre Lesvos olarak bu sistematik adaletsizliğe ve şiddete ses çıkardığımız kadar, iki ülkenin hak savunucuları arasında bir diyalog kurmaya da uğraş veriyoruz.

-Yunanistan kamuoyunun göçmen algısı ile Türkiye kamuoyunun göçmen algısı arasında bir paralellik olduğunu düşünüyor musunuz?

Aziz Nesin’in kıymetli bulduğumuz bir sözü var; mealen ‘Türkiye ve Yunanistan halkları gerçekten birbirine çok benzer- ama sadece iyi yönleriyle değil, kötü yönleriyle de...’ diyor bir söyleşisinde. Bu söz ışığında tıpkı halklar gibi, iki devletin ve bu devletlerin kurumlarının davranışları arasında da bir benzerlik kurmak mümkün; özellikle ‘kötü yönleriyle’. Türkiye’de tecrübe edilen ve edilmekte olan hak ihlallerinin benzerleri Yunanistan’da da yaşanmakta; elbette ki sıklığı ve yoğunluğu arasında ciddi farklar içererek... Fakat Yunanistan’da müesses nizamın acımasız ve cezalandırıcı yüzüne en çok maruz kalan (ve aynı zamanda dayanışma ve destekten de dışlanan) en büyük gruplardan birinin göçmenler olduğunu söylemek mümkün.

Geçtiğimiz yıllarda Yunanistan’da ırkçı bir diskur üzerinden kendini var eden yabancı düşmanlığı ne yazık ki derinleşti. Yunanistan hükümeti göçmenlere yönelik yürüttüğü tüm ‘faaliyetlerin’ temelinde ‘sınır muhafazası ve ulusal egemenliğin bekasının’ yattığı iddiasını dillendirmekte; bu anlatı özellikle Yunanistan, sınır yönetimine veya göçmenlere yönelik tutumuna dair eleştirildiği zamanlarda daha çok işitiliyor. Kitlesel medya, hükümetin bu anlatısına aynı çizgide eşlik ediyor ve göçmenleri ‘Türkiye’den gönderilmiş bir işgal gücü’ olarak tanımlayarak Yunanistan’a varmaya çalışmalarını, Türkiye ile Yunanistan devletleri arasındaki gergin durumla ilişkilendiriyor. Bu da ‘bir gece ansızın gelebilecek saldırgan bir Türkiye’ye dair toplumda var olan ve sürekli körüklenen korkuları derinleştiriyor. Tüm bunlara paralel olarak Yunanistan’da hükümet, göçmenleri toplumun çeperlerine itmekten geri kalmadığı gibi, aynı zamanda göçmenlerle kurulan dayanışmayı kriminalize etmeye ve politik olarak göçmenlerle ilişki kuran sivil toplumu ve aktivistleri ‘devlet düşmanlığı’ veya ‘Türkiye namına casusluk yapmakla’ suçlamaktan da çekinmiyor.

Türkiye’deki okuyucular için bu tablonun, ülkelerinde yaşanan korku atmosferiyle benzerlik taşıyan birçok eylem içerdiğinin farkındayız; ‘bu filmi biz izledik’ dermişçesine… Özellikle de Türkiye’yi yerle bir eden bu korkunç depremleri göz önünde bulundurursak: bir yanda deprem bölgesindeki göçmenlerin canlı yayında linçe uğramasına, diğer yanda sivil olarak örgütlenen yardım kampanyalarına devlet eliyle suç muamelesi yapılmasına şahit oluyoruz.

Bu noktada inancımız, sivil toplumu bütüncül bir mücadele alanı olarak gören ve bu mücadelenin sadece Yunanistan halklarıyla değil, Türkiye halklarıyla da beraber dayanışma içerisinde götürülebileceğine dair… Bu coğrafyada yaşanan insan hakları ihlallerinin önüne ancak halkların dayanışmasıyla geçebiliriz. Tekrar etmemiz gerekirse; göçmenlerin haklarını savunmak, kendi insan haklarımızı savunmaktır. Irkçılığa karşı ırkçılıkla değil, ancak ve ancak dayanışmayla mücadele edebiliriz.

-Benim konuştuğum “kaptanlar” işkence gördüklerini, içeriğini bilmedikleri kâğıtlara zorla imza attıklarını, sağlık kontrolünden geçirilmediklerini, tercümanların polisin istediği şekilde çeviri yaptıklarını, sorgularında avukatların bulunmadığını vb anlattılar. Özellikle sahil güvenlik personelinin elinde ve onlara ait karakollarda hukuk ve insanlık dışı muameleyle karşılaştıklarını ifade ettiler. Hukuk merkezinizin elindeki veriler bu duruma dair ne söylüyor?

Ne yazık ki tanıklıklarını doğruluyor Akın. Sorunda listelediğin tüm hak ihlali teşkil eden elementler, Yunanistan makamlarınca düzenli olarak uygulanmakta; bunları çeşitli raporlarımızda da tekrar tekrar beyan ettik. Beri yandan topladığımız tanıklıklar, bu insan onuruyla bağdaşmayan eylemlerin Türkiye yurttaşlığına sahip göçmenlere yönelik çok daha sert olarak, adeta düşman hukuku gibi uygulandığının, sırf kimliklikleri nedeniyle otomatik olarak kaçakçılıkla suçlandıklarının altını çiziyor. Yakın zamanda Bodrum açıklarında ölü olarak bulunan Barış Büyüksu vakası bunun en vahşi örneklerinden biri.

Kaleme aldığın yazı dizisinde kaptanları bir ‘nefret öznesi’ olarak tarif etmiştin Akın. Bu isabetli tarifin ışığında geniş kitlelerin göçmenlere yönelik tavrının ve algısının ne olduğuna dikkat çekmek önemli olabilir. Göçmenler günümüzde, toplumsal korkuların bedenleşmiş hali olarak tanımlanmaktalar. Yunanistan özelinde göçmenlere yönelik hak ihlalleri, toplumun genelinden açıkça, örtülü olarak veya sessiz kalınarak destek görüyor. Bu destek olma biçimleri, toplum nezdindeki diğer ‘nefret özneleri’nde de kendini var ediyor; tıpkı Aralık 2022’de Selanik’te polis kurşunuyla komaya sokulup ardından hayatını kaybeden, 16 yaşındaki Roman kökenli Kostas Fragoulis cinayetinde olduğu gibi.

Fragoulis, Yunanistan’da 6 Aralık 2008’de yine polis kurşunuyla öldürülen ve Yunanistan genelinde büyük protesto gösterilerini tetikleyen Alexis Grigoropoulos cinayetinin yıldönümüne çok yakın tarihlerde vuruldu ve hayatını kaybetti. Fragoulis’in ölümü kadar acı olan bir diğer gerçek de Yunanistan’da Grigoropoulos cinayetine dair gelişen protesto dalgalarının, ne yazık ki kendilerini aynı kitlesellikte Fragoulis cinayetinde örgütleyememeleri oldu. Fragoulis cinayetine dair yaşanan görece sessizliğin nedenlerinden en azından birinin, kendisinin Roman kökenli olması olduğunu söylemek isabetsiz olmayacaktır. Dahası bu cinayetin ardından parlamentoya, hükümetin sahibi sağ-muhafazakâr Yeni Demokrasi Partisi tarafından ‘polis dahil tüm kolluk güçlerine yönelik bir ikramiye’ öngören bir yasa tasarısı oylaması getirdi. Bu yasa tasarısı sadece çoğunluktaki Yeni Demokrasi’nin değil, muhalefetteki sol koalisyon Syriza ve Yunanistan Komünist Partisi’nin olumlu oylarıyla da ezici çoğunlukla kabul edildi.

Bu utanç verici olaylar benzer şekilde Tempi’de yaşanan, önemli bir kısmını üniversite öğrencilerinin oluşturduğu ve 53 kişinin hayatını kaybettiği tren faciasında da kendini gösterebildi. Faciadan beri ilan edilen genel grevlerde ve eylemlerde çoğunlukla Yunanistan yurttaşı üniversite öğrencileri için yas tutulurken, aynı kazada hayatını kaybeden göçmen yolcular için ya hiçbir adalet talep dile gelmiyor, ya da onların ölümü tali bir mesele olarak kabul ediliyor.

12c08357-4794-464a-baac-5ea0b43033c7.png
53 kişinin hayatını kaybettiği tren faciasını protesto eylemlerinde çoğunlukla Yunanistan yurttaşı üniversite öğrencileri için yas tutulurken, aynı kazada hayatını kaybeden göçmen yolcular için hiçbir adalet talebi dile gelmiyor.

Bunlar tekil ve birbiriyle ilişkili olmayan olaylar gibi görünebilirler. Fakat bizim bu olaylar içerisinden çıkarmaya ve tarif etmeye çalıştığımız hakikat, göçmenlere yönelik devletin sessizlikle veya alkışlarla desteklenen politikalarının, kendini devlet şiddeti yeniden üretip topluma kullanılacağı hakikatidir. Tıpkı Fragoulis cinayetinde, tıpkı Tempi Tren Faciası’nda olduğu gibi… Bu meseleleri bölümlere ayrılmış tekillikler olarak değil, aralarında sistematik ve politik ilişkiler olan olaylar olarak anlatmaya ve bu yolla statüko ve yönetimler kadar tüm topluma da içkin ayrımcılığa karşı itirazımızı görünür kılmaya çalışıyoruz. İçerisinde yaşadığımız sisteme içkin yapısal ırkçılık, eninde sonunda nefretinden ve cezalandırıcı aygıtlarından kimseyi mahrum bırakmayacaktır.

Göçmenler tarih boyunca, sosyo-ekonomik ve politik krizlerin kök-nedenlerini saklamak adına hep “tüm yanlışlıkların yegâne sorumlusu” olarak damgalanmışlardır. Biz ise buna karşı, insanları yerinden edip göçe zorlayarak kar eden mekanizmalarla, onları sınır şiddeti ve geri itmeler yoluyla güvenli bir hayattan mahrum bırakarak kar eden mekanizmaların aynı yapılar olduğuna işaret etmeye çalışıyoruz. Çocukların sadece Roman oldukları için sokak ortasında öldürülmeleri de bundan azade değil. Emekçileri ve işçileri, varlıklarının göçmenler tarafından tehdit edildiğine ikna etmeye çalışarak yabancı düşmanlığına ve nefret söylemlerine başvurmak da… Göçün kök nedenlerine odaklanmalıyız; zira göç yapısal bir mesele ve çoğunlukla yapısal olarak değil, sonuçları üzerinden ele alınmakta. Göç, insanların ve toplumların refahını değil, kar için vahşice sömürülmelerini hedefleyen politikaların sonucudur. Savaşlar, iklim krizleri ve bütün müşterekleri (toprağın üstünü, toprağın altını, suyu, havayı, ormanları, denizleri, nehirleri, dağları) piyasanın bir parçası olarak görmek gibi birçok neden de göçün kökeninde yatan temel meseleler bugün.

-Yüzücü iki Suriyeli kız kardeşin hikayesini konu alan ve beyaz perdeye “yüzücüler” (Swimmers) adıyla aktarılmasıyla geniş kamuoyunun tanıdığı Sarah Mardini davası, hukuki olarak sonuçlandı ve Yunanistan’da 20 yılla yargılandığı bu davanın müdahillerinden biriydiniz. Bize hem bu davayı dair hem de benzer durumda olan ve yargılananlar açısından değerlendirir misiniz?

Sarah Mardini’nin de içinde bulunduğu 24 kişi, deniz yoluyla Yunanistan’a varmaya çalışan göçmenlere yönelik sivil arama-kurtarma faaliyetlerinin suç kapsamına sokulmaya çalışılmasından ötürü 2018’den beri yargılanıyorlar. Bu 24 kişinin bir kısmı Emergency Response Centre International (ERCI - Uluslararası Acil Müdahale Merkezi) isimli bir STK’da çalışıyor veya gönüllülük yürütüyorlardı. Suçlamaların arasında casusluk ve kalpazanlık da var. Avrupa Parlamentosu yayınladığı bir raporda bu davayı ‘dayanışmanın kriminalize edilmesi noktasında Avrupa’daki en büyük dava’ olarak niteliyor. Bahsettiğin filmin ilgililer için olayların iyi tarif edildiği söylenebilir. Ayrıca dediğin üzere, biz de davanın yıllardır müdahilleri arasındayız.

Sarah Mardini’nin de içinde bulunduğu 24 kişiye yöneltilen suçlamalar, Yunanistan’da var olan bütün sivil arama-kurtarma girişimlerinin tamamen durmasına vesile oldu. Zira göçmenlerle dayanışma içinde bu alanda faaliyet yürütmek isteyen birçok kişi ve kurum, bu davanın vasıtasıyla ortalığı saran kriminalizasyon korkusu nedeniyle bu alanlardan ya çekildiler ya da bu alana yaklaşmaktan imtina ettiler. Yunanistan’da geri itmelerin bu kadar büyük ölçeklerde ve sıklıklarda yaşanıyor olmasının bir sebebi de elbette bu dava sonrasından gerileyen ve neticede tamamen sivil arama-kurtarma operasyonlarının durmasıdır. Denizlerde olduğu gibi, karaya ayak basmış göçmenlere yardım etmek, acil tıbbi, hukuki ve ayni ihtiyaçlarına müdahalede bulunmak da bugün bu davanın yarattığı eksende kriminalizasyonun önünü açmış, karada yardım faaliyetlerinin tamamının potansiyel olarak insan kaçakçılığı, kaçakçılık şebekesi kurmak veya casusluk gibi suçlamalarla sindirilebilir hale getirilmesine vesile olmuştur. Burada bir ölçek vermek gerekirse, hali hazırda 13 farklı AB ülkesinde 171 kişi bu ve buna benzer davalarla suçlanmakta.

Üzülerek belirtmeliyiz ki dava 9 Ocak 2023’te görülen son duruşmada ne yazık ki sonuçlanmadı. Kabahatler kanunu çerçevesinde yöneltilen suçlamalarda hâkim heyeti, dava savcısının mütalaasını kabul etti: bu mütalaa; Yunanistan kökenli olmayan sanıklara yönelik casusluk dahil tüm suçlamaların düşürülmesini öngörüyordu. Bu mütalaa aynı zamanda suçlamaların sanıkların ana dillerine çevrilmemiş olmasını ve suçlamaların muğlak bir düzlemde yöneltilmiş olmasını da içeriyor. Bir sanığa yönelik kalpazanlık ve diğer bir sanığa yönelik suç örgütüne destek suçlamalarıysa düşürülmedi ve başka bir mahkeme tarafından görülmeye devam edecek. Beri yandan bu davaların tekrar açılmayacağına veya suçlamaların devam etmeyeceğine yönelik kesin bir şey söyleyemiyoruz, zira Yüksek Mahkeme Savcılığı (Bu kurum Türkiye’de aşağı yukarı Anayasa Mahkemesine denk gelmekte) son davanın sonucuna itiraz etti. Haliyle davalar sürebilir veya yeni iddianamelerle tekrar açılabilir.

Suçlamalar dava yoluyla daha ileriye taşınmasa dahi biz, mahkemenin aldığı kararları tamamen yetersiz buluyoruz. Beri yandan sanıkların bir kısmına yönelik suçlamaların da sürüyor olması, sonuçlarda kutlanacak bir durumun olmadığını gözler önüne seriyor.

Sorduğun soru vesilesiyle tekrarlamış olalım Akın; göçmenlerle dayanışma göstermek ve onarılamaz sonuçlarla veya ölümle karşı karşıya kalan insanlara ister denizde ister karada olsun acil müdahalede ve yardımda bulunmak bir suç teşkil edemez. Dayanışmayı sindirmeyi ve susturmayı hedefleyen bu girişimlere karşı mücadele devam ediyor; umudumuzu ve gücümüzü, uluslararası kabul ettiğimiz bu mücadeleye gösterilen veya gösterilecek olan uluslararası dayanışmaya dayandırıyoruz. Bu sebeple Türkiye’deki insan hakları savunucularıyla da yakın bir ilişki geliştirmeye ve ortaklıklar kurmaya uğraşıyoruz, çünkü Türkiye’de sivil toplumun ve politik hareketlerin tecrübe ettikleri, bugün Yunanistan’da yaşananlardan ayrı düşünülemez. Bu zorlu koşullarda daha aydınlık ve insani bir geleceği ancak ve ancak beraber inşa edebiliriz. Edeceğimize dair inancımız da var olduğumuz sürece sonsuz.


Akın Olgun: Siyasi nedenlerle 7 yıl tutuklu kaldı. 2002’de İngiltere’ye yerleşti. 2009-2015 yıllarında BirGün gazetesinde haftalık yazılar kaleme aldı. Gazete ve haber portalları aracılığıyla düzenli olarak okurlarıyla buluştu. Adları Saklıdır, Ecel Öyküleri, Karanfil Mevsimi, Kül Sesleri ve El Alem adlı kitapları kaleme aldı. Olgun’un “Sokaksızlar” (White) ve “İnat” “Farewell” (Veda) adlı öyküleri kısa metraj olarak beyaz perdeye aktarıldı ve senaryosunu yazdığı Fısıltılar (Whispers) adlı kısa metraj filmi Feel The Reel Uluslararası Film Festivali’nden üç dalda ödüle layık görüldü.


Önceki ve Sonraki Yazılar
Akın Olgun Arşivi

Rabe

31 Ocak 2024 Çarşamba 00:01