Ümit Kardaş
Zihniyet ikliminde bir çıkmaz: Kısır döngüde debelenen Türkiye
Zihniyet, toplum veya kültürlere özgü bir zihinsel yapıyı ifade eder. Her ülkenin tarihsel ve kültürel kodlarından gelen bir zihniyet yapısı vardır. Ülkemizin özgün durumu nedeniyle mevcut zihniyet kalıbı, devletin ve ideolojik aygıtlarının son derece istikrarlı ve kararlı olarak topluma ve kültürlere dayattıkları ideolojik yargılar, kutsal inançlar ve dogmatik fikirler olarak ortaya çıkmakta.
İdeolojik olması nedeniyle kapsayıcı olmayan, farklılıklara tahammülsüz, tabulaştırıcı ve dogmatik olması sonucu hukuk, özgürlük, adalet, barış ve insaniyet gibi değerleri dışlayıcı bir zihniyet ile karşı karşıyayız. İttihatçılıkla zirveye ulaşan bu zihniyet iklimi halen baskıcı, güce ve şiddete dayalı hükümranlığını sürdürmeye çalışmakta.
Hiçbir topluma barış, özgürlük ve adalet getirmesi mümkün bulunmayan bu zihniyetin üreticisi ve taşıyıcısı olanlara karşı demokrasiyi ve hukukun üstünlüğünü savunan bir kısım insan her türlü riski göze alarak mücadele etmeye çalışmakta. Yaşanan gerilimin nedeni budur.
Türkiye’nin yeni bir kurucu irade ile yeni bir kuruluş felsefesiyle ideolojik ve dogmatik yüklerinden kurtulması gerekmekte. Ancak bu durumda gerçek bir demokrasiye, hukuk devletine ve kalıcı bir barışa geçiş imkanı doğacak.
Osmanlı’da merkezi iktidar, saray, askeri bürokrasi, ulema, bankerler, sarraflar ve ticaret erbabı arasındaki çatışmalar ve dengelerle ayakta kalabilmişti. 18. yüzyılın sonuna gelinceye kadar Osmanlı Devleti’nde merkez, iktidar odakları arasındaki güç savaşlarına, tasfiyelere, çeşitli cinayet yöntemlerine sahne oldu.
Halkın yoksulluğu karşısında merkezde oluşan güç ve rantın nasıl paylaşılacağını belirleyen yargısız infazlar, toplu sürgünler, askeri bürokrasiye tanınan imtiyazlar İttihat ve Terakki üzerinden cumhuriyete intikal eden, merkezi devletin zihniyet kalıbından doğan uygulamalardır.
Bu dengeler içinde merkezi devlet Tanzimat Dönemi’nde kendisi için zararlı gördüğü kişilerin işkence edilmelerini ve gizlice yok edilmelerini bir politika olarak benimsemişti. Osmanlıya yönelik sosyal ve ekonomik temelli ulusal ayaklanmaların bastırılmasında gayri nizami harp teknikleri ve propaganda usulleri kullanılmış, bu hareketler devleti bölmek klişesiyle en sert şekilde bastırılmaya çalışılmıştı.
Tanzimat’ın doğurduğu bir sonuç olan I. Meşrutiyet ( 1876 Kanun-i Esasisi ) ile birlikte göreve başlayan Mebuslar Meclisi Padişah II. Abdülhamit ve Bakanlar Kurulu’nun sempatisini kazanamamıştı. Birinci Meclis-i Mebusan (Heyet-i Mebusan ), saltanat makamına ve ona biat etmiş olan yürütme organına karşı varlığını hissettirince özellikle savaş başarısızlığının tartışılması ve bütçe görüşmeleri sırasında iktidarın eleştirilmesi üzerine 26 Haziran 1877’de dağıtıldı.
Ocak 1878’de göreve başlayan ikinci meclisteki mebusların, devlet işlerini tartışma konusu yapmaları, yolsuzluk, hak ve özgürlüklerin kısıtlanması konularını eleştirmelerini hoş görmeyen padişah özellikle kendi güvenini kazanmış kumandanların 1877-1878 Rus savaşındaki başarısızlıkları nedeniyle ikinci Meclis-i Mebusan tarafından yargılanmalarının kararlaştırılması üzerine meclisi ortadan kaldırdı. (Recai Galip Okandan- Amme Hukukumuzun Anahatları)
31 yıl süren istibdat döneminde yapılan bazı düzeltmelere rağmen devlet gücünün tek elde toplanması, şahsi endişelerle nitelikli insanlardan yararlanılmaması, her yerde korku, baskı ve şiddetin hakim olması imparatorluğun sorunlarının artmasına neden oldu. İstibdat dönemi II. Meşrutiyet’i doğururken, imparatorluğun sonunu getirecek ve askerin siyasete radikal bir şekilde müdahalesine neden olacak bir dönem de başlamış oluyordu.
Pan-Türkist ve Pan-İslamist akımlar ideoloji olarak devletin odağına yerleşmiş ve azınlık düşmanlığı üzerine temellenmişlerdi. İttihat ve Terakki bu zihniyet iklimiyle Teşkilat-ı Mahsusa, Fedailer Örgütü gibi örgütlenmeler ve Osmanlı gayri nizami birliklerinin köy yakma ve insan katliamlarından oluşan gayri nizami harp uygulamalarıyla güçlenmişti. Bu uygulamalar Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda da tartışmalara neden oldu.
Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinden günümüze kadar gelen devlet politikasını belirleyen zihniyet hiç değişmedi. Tanzimat ve Meşrutiyet’te Avrupa’nın güç dengelerini hesaba katarak yapılan kanuni düzenlemeler ve diplomatik kurnazlıklar ile çok boyutlu sorunları şiddete dayanarak çözme pratiği bir arada yürüdü.
Osmanlı Devleti’nde yönetimin amacı devleti dönüştürmek olmayıp, çeteci, illegal, komplocu ve şiddete dayalı yöntemlerle statükoyu, imtiyazları ve çıkarları korumak olmuştur. İttihat ve Terakki zihniyeti bunun zirvesidir. İttihatçı zihniyetin gücü Hüseyin Cahit’in anlatımıyla örgütün bir çeşit din adeta bir tarikat niteliği olmasından ileri geliyordu.
"Kutsal, tabu devlet" mitinin temelini oluşturan bu zihniyet kurtarıcı bir gücün tartışılamaz kaynağı olarak kabul ediliyordu. Devletin ideolojisine karşı çıkanların ya da bu ideolojiyi benimsemekle birlikte komplo gereği öldürülmeleri gerekenlere ilişkin ölüm kararlarının onaylanması yetkisi Osmanlı Devleti’nin içinde en önemli güç haline gelmiş olan İttihat ve Terakki’nin yetkili organı olan Meclis-i Umumi’de idi.
Bu kararların uygulanmasının ise yine devlet içinde güç ve yetkiyle donatılmış Fedailer Örgütü’nce yerine getirildiği bilinmekte. Fedailer Örgütü’nde devlet içinde görev yapanların yanı sıra ordudan kopmuş asker kökenli güçlü bir silahşör timi de bulunmaktaydı.
Yakup Cemil, Sapancalı Hakkı, Ali Çetinkaya, Hüsrev Sami gibi isimler Balkanlar’da yaşanan iç savaşta gayri nizamı harp ortamında savaşan subaylardı. (Suat Parlar-Osmanlı’dan Günümüze Gizli Devlet) Birçok siyasi cinayet işleyen bu örgüt gazetecileri de hedef aldı. İttihatçı zihniyeti ve uygulamalarını eleştiren Sada-yı Millet Gazetesi’nin baş yazarı Ahmet Samim Bey ensesine sıkılan bir kurşunla sokak ortasında öldürüldü, katili yakalanmadı.
Hasan Fehmi Bey, Zeki Bey öldürülen gazeteciler arasındadır. Bu örgütün fedailerinin ailelerine destek olmak, resmi cenaze törenleri düzenlemek, bu kişileri kahramanlaştırarak haklarında kitap yazmak bu zihniyet ikliminin tezahürleridir.
Etnisite mühendisliği ve tehcir politikalarıyla şekillenen ötekileştirici, bölücü ve dağıtıcı bir işlev gören bu zihniyet; imparatorluğun çok boyutlu sorunlarına şiddet yöntemiyle çözüm bulmaya kalkması, hukuk dışılığı, çeteleşmeyi, komploları yöntem haline getirmesi, oldu bittilerle devleti savaşa sokması nedenleriyle İmparatorluğun daha çabuk ve daha büyük insan ve toprak kayıplarıyla çökmesine neden oldu.
İttihatçı Türkleştirme ve militaristleştirme politikaları geniş çaplı nüfus operasyonlarıyla sağlanmış, bu nüfus operasyonları mevzuat ve resmi yazışmalarla değil, şifreli telgraf teknolojisiyle gerçekleştirilmişti. Böylece kanuni dayanağı olmayan bir politika dar bir ekiple ve gizlilik içinde uygulanabilmişti. ( 1914-1915 Rum, Ermeni tehcir ve katliamları )
İttihatçı Türk milliyetçiliğinin derin devlet tahakkümündeki hali etnik bir karakter taşımakta. Etnisiteyi kayıt altına alan ve devletin stratejik noktalarında veya kritik süreçlerde devreye sokulan bir milliyetçilik anlayışıyla, Türk olmayanları yararlı ve kullanılabilir bir unsur haline getirme politikası cumhuriyetle kurulan devlet projesinin asıl sahibinin Türkler olduğunu göstermekte. (Fuat Dündar- " Modern Türkiye’nin Şifresi- İttihat ve Terakki’nin Etnisite Mühendisliği ")
Cumhuriyet döneminde de dilde, kültürde, sermayede ve mülkiyette zora, baskıya, şiddete ve tehcire dayalı olarak uygulanan Türkleştirme siyasetiyle Osmanlı’nın uyguladığı sonu hazin biten zihniyet aynen devam ettirildi.
Tek tipleştirici, katı, şiddete dayalı asimilasyoncu zihniyet ve uygulamalar cumhuriyet rejiminde eşit yurttaşı sağlamadığı gibi çoğunluğun mağdur ve mutsuz olduğu bir durumun yaratılmasına neden oldu. Aleviler, Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Nesturiler, Süryaniler, mezhepleri devlet tarafından kontrol altına alınan ve "Diyanet İslam"ı içinde araçsallaştırılan Sünniler mağdur edildi.
Kürtler 1921’den bu yana baskı ve şiddete uğramaktalar. Dil ve kültür üzerindeki baskılar, işkence, hukuksuz tutuklama ve adil olmayan yargısal süreçler, siyasi örgütlerin suç ve delil icadı yoluyla ceza hukuku alanına sokularak kapatılması, siyasi yasaklarla demokrasi içinde oluşabilecek uzlaşı-çözüm yollarının engellenmesi…
Zihniyet iklimin yarattığı çıkmaz, toplumun hakikati görmesine, empati yapmasına, hukuk ve demokrasi bilincine sahip olmasına engel olmakta.
Geçmişe dönük, kapsamlı ve her alanda yapılacak bir yüzleşme ile devletin hukuk, ahlak ve insaniyet dışı bu zihniyetin sahiplerinden arındırılması zorunlu. Ayrıca bu zihniyeti üreten asker-sivil eğitim ve kültürün insanileştirilmesi ve demokratikleştirilmesi önemli.
Siyasetin ve bürokrasinin rant ve imtiyaz dağıtan kurumlar olmaktan çıkarılması gerekmekte. Tüm bunların dışında cumhuriyetin hakiki ve demokratik olabilmesi için yeni bir kuruluş felsefesine ihtiyaç bulunmakta. Bu yeni felsefe birlik içinde çokluğu ve farklılığı temel almalı, farklılıkları hukuk güvencesine sahip kılmalı.